Bir el sallamayla iş bitmiyor; bir açık yara, her kayıpta kendini anımsatıyor. Hele böylesi, herkesin sırça köşklerinin cumbasına oturup, iki yudum kahve arası hayatın içine daldıkları zamanlardan geçerken.
Yaşamak, şakaya gelmez, demiş şair.
Şairler, hem de iyi şairler, iyi söz söylerler. Zaten ister bir öykü, bir masal, bir senaryo, bir roman, şiirin temelde evlatları değil midir?
Şiirimizi kaybediyoruz. Evet, evet.
Duygular talan, insanlar darmadağın, herkes bir şeyler ile var olduğunu ya da var ettiğini düşünüyor. Etraf, camdan bir sergi ve kimse, incitmeyeyim, değil adeta hangi hızlı tekmeyi atarsam daha hızlı düşer, telaşında.
Bu yılın başlarında kaybettik, o mert, özü sözü bir Fatma Girik’i. Boşuna, erkek Fato, denmedi. Gerçi süregelen yaşam, erkekler yani temelde eril üzerinden şekillense de adam olmanın cinsiyeti yoktur. Dolayısı ile Fatma Girik’ de onlardan biriydi. Eski fabrika ayarlarımızın bir yerlerinde yaşayana, emeğe, insana saygı vardı. Eskiler ah o eskiler; seviyesizliğin, hadsizliğin hiç bu kadar ve her yerde pirim yaptığı olmadı. Olamazdı da, edep vardı çünkü. Eskilerin terbiyesinden çıkan kişiler, koşullar ve şartlar durumunda, kimseyi incitmemeyi öncelikli bilirdi. Çünkü insan olup, insan kalabilmenin baş temeli bunda yatmaktaydı. Bize ne verdiği, ne bıraktığı, bize ne kadar dokunduğu, önemli her olgunun. Tabi bunu, iyi ve doğru süzebilmek için ön yargısız bakmak, bunu becerebilmek için de hayatın tüm hataların, sevapların ve günahların temelini, iyi çözmüş olabilmek lazım. Böylesi kişiler artık yok ve olmadığı içinde zaten tüketim toplumu içinde günü kurtaran, yaşıyormuş ya da katkıda bulunuyormuş gibi gözüküp, üstüne hak yemeyi adet haline getirip, sömürü tırpanlarını salladıkça sallıyorlar. Atış serbest, kimse ne olduğunun, yaratılanın bugüne değil ama birkaç yıl sonrasında ülkeye neler, topluma ne eksiler yaratacağından habersiz. Bunu bilseler de susuyorlar, çünkü vicdanları en az namusları, şerefleri ve itibarları kadar nasırlaşmış.
Fatma Girik, dedim ardından, Yönetmen İrfan Atasoy’u, uğurladık ve peşinden altı ay geçti, Cüneyt Arkın. Kültür ve Turizm Bakanlığı AKM’de gerçekleşen Ustaya son görevde, Atlas 1948 Sinema Müzesine mumyasının bir an evvel yapacağını taze duyurmuştu. Olan oldu ve toplumsal sinemanın farklılıklar yaratan yönetmeni, Erden Kıral, vefat etti. Bugün onu önce Atlas’da ki uğurlama programı ardından, Teşvikiye Camisinden yolcu edeceğiz.
Evet, gerçekten bereketli toprakların, bereketli ama çekmiş ve çektirilmiş, mücadele etmiş varlığı, o derinliği yansıtan. O yokluklarda, ürettiklerinde, hala buram buram taşan değerli ustamız Orhan Kemal’in, BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE, filminin yönetmenliği kadar sansürlenen, yasaklanan hayatına, örnek, AV ZAMANI, bitmeyen çaresizliği dile getirdiği HAKKÂRİ’DE BİR MEVSİM ile biçimleyivermişti. Yönettiği filmlerin kalitesi, aslında bugün bitmeyen ve kader diye anlatıla duran hikâyelerin asılsızlığının, adeta aynası niteliğindedir.
“Bekle, beni geliyorum FATO” diyen, Cüneyt Arkın’ın, Süreyya Duru,1981 yapımı ÖĞRETMEN KEMAL ile 1982 yapımı, Erden Kıral’ın HAKKARİ’DE BİR MEVSİM, filmlerini peş peşe izleyin. Ve yitip giden, bu yüce insanların BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE, neler demek istediğine ve hala neler olduğuna da dikkat ederek.
Erden Kıral’ın eşi rahmetli Tezer Özlü: “Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, anın, gelecek zamanın zamansızlığında yitiyor.”demişti.
Evet, tek tek yitiriyoruz. O değeri bilen ve gerçekten hissederek yaşayan yaşıyor, yaşadığı içinde yaşatıyor. Yoksa gerisi ise gerçekten olmuş olması için yapılmış rutinden öte bir şey değil.
İçi dolu olmayan dolgu misali, her içeri nefes alışta, çarpan hava ile sızlıyor. Kendi ülkesinin değerini, derdini, çile çekenini bilemedikten, onları anlatamadıktan ve koruyamadıktan sonra bugün var, yarın yoğuz. Herkes gibi ama İNSAN olan hatırlanır, hatırlatılır. Ve de koruyarak, sahip çıkarak.
Ustaya saygıyla.
Yaşamak, şakaya gelmez, demiş şair.
Şairler, hem de iyi şairler, iyi söz söylerler. Zaten ister bir öykü, bir masal, bir senaryo, bir roman, şiirin temelde evlatları değil midir?
Şiirimizi kaybediyoruz. Evet, evet.
Duygular talan, insanlar darmadağın, herkes bir şeyler ile var olduğunu ya da var ettiğini düşünüyor. Etraf, camdan bir sergi ve kimse, incitmeyeyim, değil adeta hangi hızlı tekmeyi atarsam daha hızlı düşer, telaşında.
Bu yılın başlarında kaybettik, o mert, özü sözü bir Fatma Girik’i. Boşuna, erkek Fato, denmedi. Gerçi süregelen yaşam, erkekler yani temelde eril üzerinden şekillense de adam olmanın cinsiyeti yoktur. Dolayısı ile Fatma Girik’ de onlardan biriydi. Eski fabrika ayarlarımızın bir yerlerinde yaşayana, emeğe, insana saygı vardı. Eskiler ah o eskiler; seviyesizliğin, hadsizliğin hiç bu kadar ve her yerde pirim yaptığı olmadı. Olamazdı da, edep vardı çünkü. Eskilerin terbiyesinden çıkan kişiler, koşullar ve şartlar durumunda, kimseyi incitmemeyi öncelikli bilirdi. Çünkü insan olup, insan kalabilmenin baş temeli bunda yatmaktaydı. Bize ne verdiği, ne bıraktığı, bize ne kadar dokunduğu, önemli her olgunun. Tabi bunu, iyi ve doğru süzebilmek için ön yargısız bakmak, bunu becerebilmek için de hayatın tüm hataların, sevapların ve günahların temelini, iyi çözmüş olabilmek lazım. Böylesi kişiler artık yok ve olmadığı içinde zaten tüketim toplumu içinde günü kurtaran, yaşıyormuş ya da katkıda bulunuyormuş gibi gözüküp, üstüne hak yemeyi adet haline getirip, sömürü tırpanlarını salladıkça sallıyorlar. Atış serbest, kimse ne olduğunun, yaratılanın bugüne değil ama birkaç yıl sonrasında ülkeye neler, topluma ne eksiler yaratacağından habersiz. Bunu bilseler de susuyorlar, çünkü vicdanları en az namusları, şerefleri ve itibarları kadar nasırlaşmış.
Fatma Girik, dedim ardından, Yönetmen İrfan Atasoy’u, uğurladık ve peşinden altı ay geçti, Cüneyt Arkın. Kültür ve Turizm Bakanlığı AKM’de gerçekleşen Ustaya son görevde, Atlas 1948 Sinema Müzesine mumyasının bir an evvel yapacağını taze duyurmuştu. Olan oldu ve toplumsal sinemanın farklılıklar yaratan yönetmeni, Erden Kıral, vefat etti. Bugün onu önce Atlas’da ki uğurlama programı ardından, Teşvikiye Camisinden yolcu edeceğiz.
Evet, gerçekten bereketli toprakların, bereketli ama çekmiş ve çektirilmiş, mücadele etmiş varlığı, o derinliği yansıtan. O yokluklarda, ürettiklerinde, hala buram buram taşan değerli ustamız Orhan Kemal’in, BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE, filminin yönetmenliği kadar sansürlenen, yasaklanan hayatına, örnek, AV ZAMANI, bitmeyen çaresizliği dile getirdiği HAKKÂRİ’DE BİR MEVSİM ile biçimleyivermişti. Yönettiği filmlerin kalitesi, aslında bugün bitmeyen ve kader diye anlatıla duran hikâyelerin asılsızlığının, adeta aynası niteliğindedir.
“Bekle, beni geliyorum FATO” diyen, Cüneyt Arkın’ın, Süreyya Duru,1981 yapımı ÖĞRETMEN KEMAL ile 1982 yapımı, Erden Kıral’ın HAKKARİ’DE BİR MEVSİM, filmlerini peş peşe izleyin. Ve yitip giden, bu yüce insanların BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE, neler demek istediğine ve hala neler olduğuna da dikkat ederek.
Erden Kıral’ın eşi rahmetli Tezer Özlü: “Tanımlamalar uzuyor, geçmiş zamanın, anın, gelecek zamanın zamansızlığında yitiyor.”demişti.
Evet, tek tek yitiriyoruz. O değeri bilen ve gerçekten hissederek yaşayan yaşıyor, yaşadığı içinde yaşatıyor. Yoksa gerisi ise gerçekten olmuş olması için yapılmış rutinden öte bir şey değil.
İçi dolu olmayan dolgu misali, her içeri nefes alışta, çarpan hava ile sızlıyor. Kendi ülkesinin değerini, derdini, çile çekenini bilemedikten, onları anlatamadıktan ve koruyamadıktan sonra bugün var, yarın yoğuz. Herkes gibi ama İNSAN olan hatırlanır, hatırlatılır. Ve de koruyarak, sahip çıkarak.
Ustaya saygıyla.