EVLİLİK
Gençlerin evlenme zamanı geldiğinde, istedikleri kızın özellikleri bu konuyu konuşmaktan sıkılmayacağı bir akrabası, dadısı ya da süt ninesi tarafından uygun bir şekilde sorulur, öğrenilirdi. Gencin annesi, akrabalarından, yakınlarından ve diğer yerlerden gelin olacak kızları araştırır, etraflıca öğrenirdi. Daha sonra kız görülmeye gidilirdi. Evlenmeye aracılık eden ailenin yaşlılarının, tanıdıkların yanında geçimini, bu işten kazanan hanımlar vardı. Bunlardan başka konaklara şal, mücevher ve benzeri eşya satmak için gidip gelenler de bu hizmette bulunurlardı.
Görücüye gelenler, evdekilerce karşılanır, misafir odasına alınır, ikramda bulunulurdu.
Bu arada, diğer odada kız hazırlanır, saçları ve üstü düzeltilir, hazır olunca misafir odasının kapısının dışına gelir, beklerdi. Kahve ikramı yapılacağı sırada kız da odaya girer, misafirler ayağa kalkmaz, yerlerinde kalırlardı. Kız, misafirlerin tam karşısına konmuş bir sandalyeye, görücülerin hepsine başıyla selam vererek oturururdu. Bu arada, kahveler de verilirdi. Kızın misafirlerin yüzlerine dik dik bakması, gülmesi, eteğiyle oynaması, parmaklarını çıtlatması, eteğini çekip örtmesi veya parmağındaki yüzükle oynayıp çevirmesi, sert sert cevap vermesi ayıp karşılanır, terbiyesizlik sayılırdı. Görücülerin de kızın ismini, yaşını sorması, tahsilinden söz etmeleri, hepsinin gözlerini kıza dikip bakmaları ve o sırada birbirlerine sokulup aralarında konuşmaları da çok ayıp sayılır, terbiyesizlik, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Her iki taraf bu davranışlardan çekinirdi. Vakit gelip, görücüler ayrılacaklarında, kız da hepsini saygılı bir şekilde başıyla selamlayarak odadan çıkardı.
Görülen kız, alacak kimseye; bir mâni çıkar da kısmet olmazsa, çocuğun gönlü o kızda kalmasın diye ne fazla övülür, ne de mübâlağa ile anlatılır, ikisi ortası bir tarif yapılırdı.
Her şeyden evvel evlilik, Allahû Tealâ'nın indinde kutsal bir müessesedir, mukaddes bir müessesedir. Çünkü, evlilik bir kaderdir. Ne zaman bir iradenin yeterliliği söz konusu değilse, ikinci bir iradenin mutlaka devreye girmesi gerekiyorsa, bu olay kaderi ifade eder. Eğer bir olayın tamamlanması için bizim irademiz yeterli değilse, en az bir iradeye daha ihtiyacı varsa ki; evlilik müessesesi sadece iki tarafın "evet" demesiyle de gerçekleşmez; iki tarafın da tarafları vardır. O tarafların da rızasını almak asıldır.
Öyleyse, evlilik çok yönlü bir olaydır ve birçok kişinin rızasını gerektirir, birçok irade devreye girmelidir. Kız tarafının annesi, babası, akrabaları; erkek tarafının annesi, babası, akrabaları, yakınları, iki tarafın da yakınları... Bunlar hep biraraya gelecekler, düşüncelerini bildirecekler birbirlerine, neticede bir karara ulaşacaklar.
Öyleyse, "EVLİLİK" adını verdiğimiz müessesede bir tarafın iradesi hiçbir zaman yeterli değildir. Mutlaka başka iradelerin de devreye girmesi gerekiyor.
Diyelim ki; bazı gençler annelerinin, babalarının ve başkalarının rızasını almadan bir evlilik müesseseseni gerçekleştirirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile gene en az iki tane irade var. Ne erkeğin, ne de kadının tek başına bu kararda söz sahibi olması mümkün değildir. Demek ki; herhâlükârda, mutlaka bir başka irade devreye giriyor. Taraflardan birinin iradesi hiçbir zaman evlilik için yeterli değil. Öyleyse, evlilik kesin olarak bir kaderdir. Kaderse, bu konuda Allah söz konusudur. İşte asıl olan, bir evliliğin Allah'ın emrettiği biçimde evlilik olmasıdır.
İşte Osmanlı evliliği, bu evliliklerin Allah'ın vücuda getirdiği statüdeki sonucudur. Genellikle Osmanlı'da eşler birbirlerini görmeden evlenirlerdi ve anne, baba ve iki tarafın yakınları tarafları görürler, ona göre bir karara varırlardı. Anne kızı görür, baba delikanlıyı görür ve taraflar hacet namazı kılarlar, Allahû Tealâ'dan sorarlar ve Allahû Tealâ'nın dizayn ettiği bir statü içerisinde evlilik müessesesi oluşur ve iki taraf nikâh müessesesi tamamlanana kadar birbirlerini çoğunlukla görmezlerdi. Osmanlı öyle ailelerin sahibiydi ki, evlilik müessesesi tamamlandığı zaman, ölüme kadar genellikle evlilik devam ederdi. Öyleyse, düşünün; taraflardan ikisi de tasavvufta ve Allah'a sorarak karar veriyorlar. Allahû Tealâ'nın uygun görmediği hiçbir nikâhın gerçekleşmesi söz konusu değil. Böyle olunca evlilikler sonsuz ömürlü oluyordu ve taraflardan birinin ölümüne kadar evlilik müessesesi devam edip gidiyordu. Sonra, ne zaman ki sarayda evliyanın yerini cinci hocalar aldı, zaman içerisinde Osmanlı'da da su katılmış bir evlilik müessesesi oluşmaya başladı, "hulle" denilen bir müessese oluştu ve tarafların yavaş yavaş Allah'ın emrettiği evlilik biçiminin dışına doğru taştıklarını görüyoruz.
GENÇ KIZLARIN İYİ BİR EV HANIMI OLARAK YETİŞTİRİLMESİ
Kız çocuklara okuma, dînî vazifeler öğretilmesinin yanında mutlaka ev içinde, yaşına uygun sorumluluklar verilirdi. İyi bir ev hanımı olarak yetiştirilebilmeleri için çok titizlik gösterilirdi. Evlendiği zaman evin işlerini tek başına yapabilmesi; evi en ekonomik şekilde idare etmesi için gereken yetenekler kazandırılmaya çalışılırdı. Çeyiz olarak götürecekleri çamaşır, yatak ve yemek takımlarını genç kızlar kendileri yaparlardı.
Her evde mutlaka bir ve gerekiyorsa birden fazla bez dokuma tezgahı bulunur, bunlarla evin ihtiyaçlarına yönelik kumaşlar, gömleklik, çamaşırlık ve çarşaflık bezler dokunur ve bu işler hanımların en önemli işlerinden sayılırdı. Yetişmeye başlayan kızlar, evlenme zamanı yaklaşınca tezgâh başına oturtulur, kadınlık vazifesi olarak bu işe alıştırılır, sıkmadan, öğretilmeye çalışılırdı. Ev hanımları, daha küçük yaşlardan ev içinde sorumluluk verilerek, ev işlerine alıştırıldıklarından, ömürleri yalnız tezgâh başında bez dokumakla geçmezdi.
Çok düzenli ve dakik olan Osmanlı hanımları, her işin vakit ve zamanını çok iyi tayin eder; küçük hanımları da her işi vaktinde yapmaya alıştırırlardı. Zamanında iş görür, vaktinde dinlenirlerdi. Gelen misafirlerle eğlenip gezmek, boş kalındığında yine eğlenerek vakit geçirmek amacıyla örgü, nakış yapmak; saz biliyorsa sazla neşelenmek için vakit ayırırlardı. Ailenin kilerlerini gözden geçirirler, düzen ve temizliği için tedbirler alırlar, eksikleri belirlerlerdi. Bütün bunlar her sınıftan hanımın şahsî işlerindendi.
EVDE HİZMET
Gündelik hayatta ve özel günlerde (davetlerde, bayramlarda) evde yapılan hizmet sırasında telaşlı davranmak, yüksek sesle hitapta bulunmak, bir oraya bir buraya koşuştururarak iş yapmak, hizmetlerin bir düzen içinde yürütülmemesi, ayıp sayılırdı.
Hizmet edenler, en küçük bir işaretten istenileni anlayıp sessizlik ve düzen içinde derhal görevlerini yerine getirmeye gayret ederlerdi. Herkese çok nazik ve güleryüzle davranmaya çalışılır, büyüklere hürmet gösterilir, küçüklere hoşgörüyle yaklaşılırdı.
Tasavvufu yaşayan bir Osmanlı ailesinde hizmetin, aslında Allah'a yapıldığı bilinir; herkes ailedeki diğer insanları mutlu etmek için, Allah için yapabileceğinin en iyisini yapmaya gayret gösterirdi.
YEMEK ADABI
Osmanlının adabına dikkatle bakın. Pederşâhi aile stili. Yani, evin en yaşlısı evin reisi. Birçok aile, büyük konaklarda, konağın ayrı ayrı kısımlarında ama beraber yaşıyor. Aynı babanın birçok çocuğu. Ve yemek müşterek yeniyor. Son derece saygılı bir ortam. Aile reisi müsaade etmeden, konuşmak söz konusu değil. Herkes söz isteyerek konuşuyor ve çocuklar, büyüklerine karşı lâzım gelen terbiyenin bütün boyutlarını sergiliyorlar.
Osmanlı tasavvuf adabı, zaman içerisinde bütünüyle unutulduğu için, şimdi tasavvufun dışındakilerin alışmış oldukları bir çocuk terbiyesi standardı var. Buna terbiye standartı demek ne ölçüde doğru, onu da bilemiyoruz. Ama bir vakayla karşı karşıyayız ki; çocuklar büyüklerine karşı saygısız.
ERKEK ÇOCUKLARIN BİR TÜCCAR VEYA SANATKÂR YANINA VERİLEREK BİR MESLEĞE BAŞLATILMASI
Osmanlı'da her sanat erbabı, sanatlarının ulularından birini kendisine pîr kabul eder ve ona bağlanırdı. Meselâ berberler, eshâb-ı kirâm'dan "Selman-ı Farisî Hazretleri"ni, attarlar "Feridüddin", şekerciler "İbn-i Mes'ud", kahveciler "Şeyh Şâzelî", helvacılar "Hasan Basrî", saraçlar "Veysel Karanî Hazretleri"ni o yolda kendilerinin pîri ve sanatlarının pişüva'sı olarak tanır, isimlerini bir levhaya manzum olarak yazar;
Her seherde Besmele'yle açılır dükkânımız
Hazreti İbn Mes'ud'dur pîrimiz, üstâdımız
gibi beyitleri dükkânlara asarlardı. Lonca teşkilatına, tasavvufa girilmeden girilemezdi. Her sanatkâr, işini mübarek tutar, insanlara yaptığı hizmetin aslında Allah'a yapıldığını bilirdi. En sağlam malı yapabilmek, en güzel hizmeti verebilmek, yaptığı işi en iyi şekilde yapabilmek esnafın temel hedefiydi. Esnaf ustaları, işlerinin kalitesiz olmasına, bozuk iş çıkmasına asla razı olmazlardı. Bir çocuk bir işe, bir sanata verilmek istenirse; önce mutlaka tasavvufa girmesi gerekirdi. Tasavvufa girmeden çırak, evliya olmadan kalfa ve daimî zikir sahibi olmadan usta olunamazdı.
Esnaf yanına alınacak çocuğun pederi, toplanmış bulunan lonca için döğülmüş kahve, kırmızı şerbetlik şeker, bir miktar ödağacı ve bir miktar gül suyu alır ve toplantıdan önce lonca odasına gönderirdi. Orada şekerden şerbet yapılır ve buhurdanlara ateş ve gülabdanlara gül suyu konur, ustalarla çocuğun gelişi beklenirdi. Ustalar, yani lonca üyelerinin hepsi gelince, çocuğun babası da gelip bir yere oturur, buhurdanlar yakılmaya başlar. Çocuğun alınmasına aracılık eden zat, çocuğu elinden tutar ve önüne düşerek lonca odasına girer. Yine çocuğu elinden tutarak kapı yanında durur, ustalara hitaben,
Hayırlar feth ola
Şerler def ola
Muradlar hasıl ola
dedikten sonra herkese selam verir, ustalar da selamı alırlardı. Aracı olan kimse, lonca ve esnaf kethüdası ve köşe ustası olanların önüne gider, çocukla beraber durur ve yine ustalara hitaben: "Bu filan oğlumuz esnafımıza dahil olmak, sadıkâne çalışmak, Allahû Tealâ Hazretleri'nin lütuf ve inayeti, Peygamber Efendimiz'in himmet-i ruhaniyeti ve pîrimiz üstadımız ......... Hazretleri'nin yüzü suyu berekâtıyla adam olup meydana çıkmak ve sizlere de daima hayır duacı olmak niyazındadır." der. Esnaf kethüdası da: "Biz de bu talip olan oğlumuzu kendimize evlât ve sanatımıza çırak olmak üzere kabul ettik. Allahû Tealâ, rızk-ı hayrını müdat ve kendisine dâreynde imdat buyursun." dedikten sonra çocuğa hitaben: "Oğlum, içimizde adam olmak, bu yüzden geçinmek ve feyz almak istersen; işine devam etmek, ustanın sözünden çıkmamak, onu hoşnut etmek, yalan söylememek, kimseye özür ve hile yapmamak, namazına devam ve dînî vazifelerine dikkat ederek ticaretini yürütmek, gelen müşterilerin büyüklerine, ihtiyarlarına peder ve valide, gençlerine birader ve hemşire muamelesi göstermek lâzımdır. Seni göreyim oğlum." diyerek pederce nasihatte bulunur. Çocuk da önce onun elini, sonra diğer ustalarının ayrı ayrı ellerini öper, kapının yanında durur. O sırada ipekli ve kıymetli bir futa getirilir, çocuğun beline Besmele ile kuşatılır, münasip bir yere oturtulur. İçlerinden biri yüksek sesle Kur'ân-ı Kerîm'den birkaç âyet okuduktan sonra aracı olan zat, esnaftan vefat edenlerin ve yakınlarının ruhlarına bir Fatiha okur. Kahveler içilir, şerbetler dağıtılır, çocuk hangi usta yanına verilmişse o ustaya hitaben lonca ustası: "Usta, işte size veriyoruz, inayet Hakk'tan, hakkında himmet ve gayret sendendir." der, çocuğu ona teslim eder. Çocuk, ustasının elini öptükten sonra artık hanesine döner.
Ertesi gün sabah erkenden ustasının dükkânına gider, elini öper, gösterilecek işleri yapmaya çalışır.
Oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra sanatta epey bilgi ve meleke kazanır. Her ısmarlanan işi, yoluyla ve ustaca yapmaya başlayınca ve bugüne kadar yolsuzluğu ve ahlâksızlığı görülmemiş ise, esnaf dilinde kalfa çıkarmak zamanı gelmiş olur. Ustası çırağını yanına alır, lonca odasına götürür. Talimatına uygun olarak ustaların elini öptükten sonra, kapı yanında ayakta sakin durur. Lonca ustası, çocuğun asıl ustasından "Oğlumuz ne istiyor?" diye sorar. Usta da: "Oğlunuzun değil, âcizlerinin ricası var. Oğlunuzun çalışmasından, edep ve terbiyesinden, sanattaki bilgisinden, işgüzarlığından pek memnun ve hoşnudum. Eğer izin ve ruhsatınız olursa kalfa çıkarmak ve duanız berekâtıyla ilerde dükkân ve evlât sahibi olması arzusundayım." der ve çocuğun o sanat kolunda yaptığı bir işi gösterir. Onlar da beğenir ve takdir ederlerse lonca: "Loncamız heyetince münasip görüldü, bundan böyle esnafımızın pek değerli kalfası olmak üzere kabul olundu." cevabını verir. Usta da herkese teşekkür eder, orada bulunanların ellerini öper, dışarı çıkarlar. Sonra usta, kalfa çıkardığı çocuğa önce verdiği "günlük" denen parayı arttırır, haftada bir defa vermeye başlar. Esnaf arasında artık "ikinci usta" gibi itibar görür, çıraklarca hürmet edilir, gelen çocukların terbiyesi ona verilir.
Esnaf arasında bir de usta çıkmak usulü vardır. Sanata hakimiyeti, bilgisi ve mesleğine olan bağlılığı, kendi başına ve kendi hesabına ayrı bir dükkân açmaya uygun ve sermayesi de böyle bir dükkân sahibi olmaya yeterli kalfayı, ustası usta çıkarmak isterse, lonca heyetinin muvafakati alınır. Usta çıkacak kimse evinde, lonca için iki tabla nefis yemek hazırlatır, yetecek kadar şerbetlik şeker ve döğülmüş kahve yanı sıra, kendi ustasıyla lonca ustasına birer kat değerli çamaşır, ipekli havlu ve kumaşlar koyar, çıraklarla erkenden lonca odasına gönderir. Önce çıraklar kendilerine mahsus yemeği yerler, sonra kalfalara yemek verilir. Onlara çıraklar hizmet eder. Daha sonra ustaların sofrası kurulur. Bu sefer kalfalar hizmet eder. Yemekten sonra kahveler içilir. Lonca ustası o kalfaya dönerek: "Esnafımız ittifakla sizi usta çıkarmak istiyor. Bundan sonra kendi başınıza ve hesabınıza dükkân açmaya, çırak almaya, kalfa çıkarmaya izin verildi. Bundan dolayı, cümlemizin kardeşi oldunuz. Hak Tealâ size sıhhat, kârınıza suhûlet ve rızkınıza vüs'at ve muvaffakiyet ihsan buyursun." diyerek dua eder. Usta çıkan kalfa, bütün ustaların ellerini öper, aralarında konuşurlar. Açacağı dükkâna asılmak üzere esnafın yaptırdığı, pîrleri adına yazdırılan levhayı, lonca ustası usta çıkana hediye ederdi.
Usta çıkan bir dükkân bulur. İlk açacağı gün, dükkân önünde kurban keser, etini fukaraya dağıtır. Dükkânı daima Besmele ile açar kapar ve bundan böyle kendisi de çırak ve kalfa kullanırdı.
Her esnafın bir "yardım sandığı" vardır. Sermayesi, o esnafın zenginleri tarafından bereket ve uğur getirdiğine inanılarak hayır için hem de mesleğe yardım olsun diye vakfedilen para ile esnafın nezaretinde nöbetleşe olarak bir ustanın sorumluluğu altında idare edilir. Esnaftan paraya ihtiyacı olanlara düşük faizle borç verilir, aylık ianelerle de para artırılır. Borç verme dışında esnaf ve ihtiyaç sahiplerinden biri hastalanırsa, hekim ve ilaç paralarını ve işe gidemediği zaman geçimini sağlamak, fukara esnaftan biri vefat ederse cenaze masraflarını görmek, geride haremi ve küçük çocuğu varsa, geçinecek kadar para vermek, geri kalan küçük çocuğu mektebe yollamak, bayramlarda elbise yapmak, borçlanarak hapse girmiş namuslu esnafın borcunu verip hapisten kurtarmak, esnaftan yeni ev yapan ve evlenenlere işe yarar hediyeler almak gibi insaniyet ve İslâmiyet'e uygun ne gerekiyorsa bu sandıktan karşılanırdı. Bunlar dışında, hali vakti yerinde esnaf ustaları, durumunu öğrendikleri fakirlere gizlice elden yardım ederler ve hepsi tek bir vücut gibi kardeşçe ve insanca yaşarlardı.
İstanbul'daki esnaf dükkânlarının hepsi toplu olarak bir yerde bulunur, ayrı yerde dükkân açtırılmazdı. Esnafın giydiği elbise tek tarz ve biçimde olur, başka tip elbise giyilmesine karşı çıkılırdı. Elbiselerin aynı oluşu, herkesi iyi hal ve harekete zorlaması yönünden çok yararlıydı. Esnafın hepsi bir arada toplu olduğu için aranan kolay bulunur, hepsini görerek almak kolaylığı yanında, içlerinden biri esnaflığa yakışmayan bir iş ya da ahlâksızlık yaparsa, diğerleri görür; lonca, dükkânını ceza olarak bir müddet kapatırdı. Aralarında uyuşmazlık ve kavga çıksa, dava için mahkemeye gidilmez, iş aralarında halledilirdi. Aralarında yetişen namuslu sanatkâr gençleri, kendilerine damat ederek, esnaf arasında yakınlık, akrabalık sağlanır, böylece ailenin gelecekteki menfaatleri emniyet altına alınmış olurdu.
EKABİR KONAKLARINDA LİHYE-İ SAADET ZİYARETİ
Cenab-ı Risalet Penah Efendimiz'in öteden beri eski büyüklere intikal etmiş Lihye-i Saadet'lerinin muhafazası için, kübera konaklarının en üst katında özel olarak yaptırılmış ayrı bir daire vardı. Lihye-i Saadet dairesi, bir odadan ibaret olabildiği gibi büyükçe bir cami gibi yapılmış diğer bir odası ile ona uygun bir sofası da bulunabilirdi. Lihye-i Saadet odasının tavana yakın, ışık alacak iki-üç penceresi olur, içi tamamen yeşile boyanırdı. Odada kapakları işlemeli içi yeşil kadife kaplanmış bir dolap, ziyaret sırasında üstüne Lihye-i Saadet'i koymak için yeşil boyalı ve yaldızlı bir sehpa ve muhafaza için kadife üzerine gümüş kabara'larla süslenmiş bir çekmece bulunurdu. Lihye-i Saadet'in kendisi ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billûr bir zarf içine konur, en iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli ve iç astarı beyaz canfesten, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden uzak otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere, sıra ile sarılır. Sonra da hepsi birden Harem-i Şerif puşidesinden bir parçaya sarılarak adı geçen çekmece içinde dolaba kaldırılırdı. Odanın etraf duvarlarının birkaç yerine, sarı ince zincirlere bağlı billûr kandiller, kapısına atlas üzerine ipek işlemeli süslü bir perde asılırdı. Cami şekline sokulmuş olan odada, kıbleye gelen tarafa âdeta cami mihrabesi gibi bir mihrab yapılır, yere en iyi cins halı, mihrabın iki yanına büyük ve yüksek, kalın balmumları dikili iki şamdan ve bu mihrabın içine kıymetli bir imam seccadesi, arkasına boydan boya kırmızıya boyanmış tiftik keçisi postları serilir, duvarlara sarı zincirlere asılı çok sayıda billûr kandiller ve üç tarafın duvarlarına da müzeyyen çerçeveler içinde meşhur hattatların çeşitli yazı levhaları asılırdı. Sofa etrafında ise en büyük levhalar bulunurdu. Hane sahibi cemaatle namaz kılmaya alışıksa, akşam ve yatsı namazlarını burada kılar, Hatm-i Şerif duası burada yaptırılır ve bazı günlerde oraya çıkıp ibadet eder ve Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Diğer günler, oda daima boş ve kapalı tutulurdu. Lihye-i Saadet ziyareti, mübarek gecelere mahsus olduğundan böyle gecelerde daha önce çıkılır, Lihye-i Saadet odasındakilerle, cami şeklindeki odanın ve sofanın bütün kandilleri ve mihrabın iki yanındaki büyük şamdanların mumları yakılırdı. Cami odasının uygun bir yerine de buhurdanlar konur ve buhur veya ödağacı veya anber yakılarak hazırlanırdı. Yatsı namazı zamanı gelince, hane sahibi, evlâd ve yakınları ve konağın hatırlı hizmetkârları ve o gece misafir varsa hepsi o daireye çıkar, hane sahibi ilk safın başına geçer, muhterem misafirlerini kendi hizasına soluna alır, evlâdları ve diğerleri sıra ile saflar halinde dizilirlerdi. Daire imamı olan efendinin imamlığı ile cemaatle yatsı namazı kılınır, dua edilir, sonra başta hane sahibi olduğu halde Lihye-i Saadet'in bulunduğu oda kapısına gelinir. Önce hane sahibi ve imam efendi olmak üzere misafirlerle evlâdları ve ellerinde müzeyyen şamdanlar bulunan kâhya efendi ve mühürdar efendi içeri girer, ağır ağır Salât-ü Selâm getirilerek Lihye-i Saadet çekmecesi dolaptan alınır, üstü en iyi cins bir şalla örtülü olan ortadaki sehpa üzerine konur, yine Salât-ü Selâm getirilerek saygı içinde bohça çekmeceden çıkartılır. Boş çekmece uygun bir tarafa konduktan sonra ellerinde mum tutanlar sehpanın iki tarafında yer alırlar. Sonra ekseriyetle hane sahibi veya imam efendi tarafından bohçalar açılmaya başlanır ve hazır olanlar da hafif sesle Salât-ü Selâm getirmeye devam eder. Bu arada buhurdanlar da yakılarak bohçalar saygıyla yavaş yavaş açılır, tam sıra Lihye-i Saadet'in bulunduğu zarfa gelince önce açan zat tarafından büyük bir saygı ile öpülür, sonra yine hane sahibinden başlayarak sıra ile herkes ellerini göğsüne koymuş olduğu halde Salât-ü Selâm getirerek huşû içinde öper, ziyareti bitirenler bir taraftan arka arka yürüyerek odadan çıkarken, diğerleri girerlerdi. Bu şekilde ziyaret sürerken yüksekçe sesle Salât-ü Selâm getirmeye devam edilirdi. Herkes ziyaret ettikten sonra, sofrada hazırlanan leğen ve ibrik ile hazır bulunanların her biri yüzlerini yıkarlardı. Bunun sebebi duyulan büyük saygıdan dolayı Lihye-i Saadet'e değen yüzlerin başka bir yerde yıkanarak suların şuraya buraya dökülmesini önlemekti. Leğenlerin suyu doğruca bahçede ayak basılmayacak bir yere dökülürdü. Bu suretle ziyaret son bulunca, erkekler selamlığa geçer ve sıra hanımlara gelirdi. Açılan bohçalar birbiri üzerine muvakkaten kapatılırdı. Ziyarete gelecek hanımların hepsi saygı ifadesi olarak başlarına birer namaz bezi örterek Lihye dairesine çıkarlardı. Bu hanımlardan ikisi, evvelce yapıldığı gibi ellerinde iki müzeyyen şamdan tutarak sehpanın iki yanında dururlar, dairenin hoca hanımı veya yaşlı ve muhterem birisi, geçici olarak örtülen bohçaları açmaya başlar, yine herkes hafif bir sesle Salât-ü Selâm getirerek sıra ile ziyarete başlardı. Ziyaret sırasında Lihye-i Saadet'i elinde tutan hanım, yanında bulundurduğu temiz bir tülbentle arada bir Lihye-i Saadet zarfının üstünü siler, ziyaret edenler de erkeklerde olduğu gibi sofaya konmuş leğen ve ibrik ile yüzlerini yıkardı. Sonra cami odasına girilir, teker teker yatsı namazı kılınır, nihayet Salât-ü Selâm'lar arasında buhurlar yakılarak büyük bir saygı içinde ve titizlikle ağır ağır bohçalar sarılır, kapanır, Lihye-i Saadet çekmecesine konur, kilitlenir ve saklandığı dolaptaki yerine yerleştirilirdi. Önce dolabın perdesi indirilir, sonra odanın kapısı kapanır, perdesi indirilip çıkılırdı. Herkes namazını kıldıktan sonra, dairenin bütün kandil ve şamdanları söndürülür, hareme geçilirdi. Leğendeki sular yine konağın bahçesine ayak basılmaz bir yere dökülerek ziyaret tamamlanmış olurdu.
RAMAZAN HAZIRLIKLARI, CAMİLERDE KURULAN SERGİLER VE KÜBERA
Bütün İslâm dünyasında ve Osmanlı ülkesinde, Ramazan ayına çok önem verilirdi. İki-üç ay kala, her evde hazırlık ve tedarik başlar, halk sair günlere ait erzak ve ev ihtiyaçlarına ek olarak, imkânları nisbetinde reçeller, sucuk veya pastırma, zeytin, peynirler, şerbetlik şekerler, şuruplar, kâfi miktarda şeker ve hoşaflıklar, güllaç, çorbalıklar alır; ayrıca hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Kübera yeni kürkler, elbiseler ve seccadeler alır, hanımlar Ramazan'da giymek için kendilerine ve cariyelerine elbiseler yaptırırlar, hattâ kibarların bazıları oda döşemelerini bile yeniletirlerdi. Yine herkes kudretine göre Ramazan'da kullanılmak üzere zarif kahve zarf ve fincanları, su bardakları, kıymetli kaşıklar alır, çocukların hoşlarına gitsin diye sapı düdüklü kaşıklar tedarik edilir, elbiseler diktirilirdi. Çarşı pazarlarda bakkallar, demet demet renkli baplara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar ve her türlü erzaklarını teşhir eder, şekerci dükkânlarında türlü reçel numuneleri birer ufak tabak içine konur, dükkânlar envâi şerbetlik şekerler ve haması denen şerbetliklerle tezyin edilirdi. Tütüncü dükkânları, Ramazan ayı için âlâ boğça, Yenice ve Samsun tütünleri kıyar, elvan kâğıtlara koyup hazırlarlardı. Bütün mahallelerdeki kahvehaneler silinir, camları temizlenir ve hayalciler ve zuhuri kolları icrayı sanat etmek için Dersaadet'in kalabalık yerlerindeki büyük kahveleri kiralarlardı. Kibarların çoğu hoşa gidecek bazı şeyler almak, oturup vakit geçirmek üzere Bedestan denen yere gidecekleri için, oralarda da ne kadar nefis eşya varsa dükkânlarda teşhire konurdu. Dolap denen dükkânlarda, küberanın oturması için ufak minderler bulunurdu.
Camilere, hangi vakfın hayratından ise o vakfın nâzır-ı umûr'u olup mütevellî denen kimseler aracılığıyla mumlar, zeytinyağları verilir, caminin kandil, süpürge gibi diğer noksanları tamamlanırdı. Büyük selâtin camilerinde, ait tezyinat ve eksikler için Evkaf Nezareti tarafından memurlar tayin edilir ve Şaban ayının on beşinci günü iki minareli olan camilere, geceleri kandilden yazı ve çiçek yapmak için mahya ipleri kurulurdu. Böyle büyük selâtin camilerinin avlularına ve özellikle Hazret-i Halid, Fatih Sultan Mehmed, Sultan Beyazıd, Ayasofya camilerinin avlularına sergiler kurulurdu. Bu sergilerde tesbihçiler tesbihleri ve sahaf denen kitapçılar, çeşit çeşit nefis mesâhif-i şerifeleri el yazması ve nüshası çok değerli ve nadir olan nefis kitapları geçici olarak avluya getirdikleri camlı dolaplara koyarlardı. Gelenlerin oturması için cami avlularında, geçici olarak dükkân şekline sokulan yerlerde, eski maden, Saksonya ve çini avanîleri, bazılarında çok hoş ve tuhaf eşyalar, diğerlerinde nefis şallar, kumaşlar, bir kısmında da türlü çubuk ve çubuk takımları teşhir edilirdi. Avlular da böyle rağbet gören daha birçok şeyle donatılmış olurdu. Bir tarafta da çorbalara ekmek için çeşitli baharat sergilenir, Kur'ân-ı Kerîm okunurken yakmak üzere ödağacı, kurs, anber kabuğu gibi buhurlar, tablalar üstünde ağzı pamukla kapatılmış olan çok sayıda küçük şişeler içinde bumbar denen yemekle beraber yenen hardallar, iftarda oruç bozmak için hurma ile çeşit çeşit baharlı elvan renk şekerler bulundurulurdu. Yine bu cami kapılarının dışında, tablalarda çeşit çeşit simitler, çörekler, en âlâ Ramazan pideleri yer alırdı. Bu camilere gelen küberanın bindikleri at ve arabaları da kapılarda durur, dönüşlerini beklerlerdi. Camilerin içinde namaz vakitlerinde camide hizmet etmek için gelen mûsikî erbabından, güzel ve parlak sesli zevat tarafından namazdan önce devirler okunur, yüksek sesle iç ezanları verilir, kâmetler getirilirdi. Caminin asıl görevlilerinden başka, dışardan gelen meşhur hafızlar ve kurradan olanlar imamete geçerek namaz kıldırır, üstadane mihrabiyeler okunurdu. Namazdan sonra güzel sesli hafız-ı Kur'ân'lar, caminin maksureleri içinde ve münasip yerlerinde Kur'ân kıraat ederler ve herkes huşû ile onları dinlerdi. Hükümet tarafından görevlendirilmiş olan veya arzu eden ulema, Kur'ân-ı Kerîm'in manasını açıklayarak tefsir eder, dîn terbiyesi üzerine vaaz verir, nasihat eder ve herkes etrafına oturarak dinlerdi. Mabed-i ilâhi olan bu camilerde, her sınıf halk eşit hak ve hürriyetlere sahipti. Orada ekâbir ve halktan kimseler arasında sınıf farkı olmadığından herkes istediği yerde, en büyük addolunan adamın yanında oturabilir ve namaz kılardı. Cemaatin hepsi kudretine göre temiz ve düzgün elbise giyer, abdestli olur, eli yüzü temiz olur, birkaç yüz kişi camide her vakit bulunduğu halde pis kokular duyulmaz, her an gerçek bir temizlik görülürdü. Ramazanlarda camiye gelen vüzera ve kübera ile her sınıf halk, mali kudretine göre camilerde bulunan hafızlara kıraat sonunda gizlice uygun atiyyeler, dışta cemaatin para yardımını bekleyen fukaraya sadakalar, rastlarsa kimsesiz çocuklara "şeker parası" namıyla para verir, cami dışında simit, çörek alır, hoş sözlerle gönüllerini yaparlardı. Camilerde rastlaşan ahbaplar, birbirlerini iftar yemeğine davet eder, çoğu misafirlerini camiden beraberinde evine götürürdü. Kübera da camilerdeki hafız ve vaiz efendileri, ağaları vasıtasıyla akşam iftar etmek üzere konaklarına davet eder ve dönüşlerinde de atiyyeler verirlerdi. Gündüz vüzera, ekâbir-i rical ve memurlarla meşhur zevat bir müddet camide kalır, hafız ve vaizleri dinler, herkes gibi caminin maksure tabir olunan parmaklıklarla bölünüp ayrılmış yerlerinde kendi kendine Kur'ân-ı Kerîm okuduktan sonra cami avlusuna çıkar, evvelce anlatılan sergi denen meşher-i nefâis'i dolaşır, sonra oturup biraz vakit geçirir, alışveriş etmiş olmak için sergiden de bir şeyler satın alırdı. Vüzera ve kübera, Ramazan keyfi ve oruç haliyle gözlerine her şey hoş göründüğü için, pek çok eşya satın alırlardı. Her seferinde üç-beş bir kuruş harcadıkları bile olurdu. Bu arada rastladıkları yoksul kişilere, ağaları aracılığı ile gizlice yeterli miktarlarda atiyyeler vererek taltif ederlerdi. Küberanın camide ve sergilerde birlikte oturmaları pek çok sebeble de önemli idi. Vüzeradan olup azledilmiş bulunanlar, oralarda gördükleri ekâbir sınıfından memurlarla gayri resmi görüşmelerinde açık olan veya açılacak olan memuriyetlere tayin edilmelerini hatırlatırlardı; tayinde bu buluşmanın etkili olduğu görülürdü. Ramazan günlerinde küberadan, servet erbabından olan ikindi namazından evvel, bazıları da ikindi namazından sonra Bedesten denen çarşıya gider, oradaki dükkânlarda vakit geçirmek üzere otururlardı. Bedesten'de çok nefis ve kıymetli eşyalar bulunur ve dükkânlarda teşhir edilirdi. Her gün dükkân sahipleri bunları gûya hariçten satılmak üzere getirilmiş gibi dellallara vererek müzayedeye çıkarır, Bedesten'de oturan küberaya, müzayededen çok ehven alıyormuş intibaını vererek pek fahiş ve yüksek fiyatlarla satarlardı. Fukaradan olan dellallar da bu işten nasibini alır, hayır dualar ederlerdi. Hatta darda kalan kimseler de bazı eşyalarını satarken, küberanın bu satışlara gösterdiği rağbetten istifade ederlerdi.
VÜZERA VE EKABİR KONAKLARINDA HİZMET ETME USULLERİ
Yüzyılın başlarında, Osmanlı ekâbir konaklarının harem ve selâmlığında hizmet edenlere, vazifeleri önceden belirlenerek öğretilirdi. Bu sebeple herkes kendine ait işi, vaktinde ve usulüne uygun olarak yapar, iş sırasında yeniden tarife ve hatırlatmalara lüzum kalmazdı. Böyle büyük dairelerde hizmet ederken kimse birbirini yüksek sesle çağırmazdı. Hizmet sırasında koşuşup gürültü, patırtı yapmak, telaşlı görmek, hatta yürürken ayakkabılarının ses çıkarması kübera arasında pek ayıp sayılırdı.
Herhangi bir iş istendiğinde, önce kısa bir temenna edip, sonra çıkmak, yemek hazırlanması emrini alan ağanın yemeğin hazır olduğunu bildirmek üzere odaya girdiği ve hane sahibi, ağanın yüzüne baktığı zaman hiçbir söz söylemeden yalnız bir temenna ederek emrin yerine getirildiğini bildirmesi terbiye icabıdır.
VÜZERA VE EKÂBİRİN HANE HALKINA VE DAİRESİNDE HİZMET EDENLERE DAVRANIŞLARI
Kübera arasında, her iş ve hizmette incelik ve kibarlık aranırdı. Bu yüzden kendi aralarında olduğu gibi, hane halkına ve diğer kimselere karşı davranışlarının da kibarlığa ve büyüklüğe uygun olması, itina etmeleri ana kuraldı. Eski bir aileye mensup olan, küçükten beri bu şekilde terbiye körmüş, nazik ve kibarca büyütülmüş ve bir mevkiye ermiş bulunanların her hareketinin ve sözünün o aileye yaraşır şekilde olması, hanesindekilere tevazu ve nezaket göstermesi lâzımdı. Asıl kibarlık, bu gibi şeylerde belli olacağından aksi hareketler, kibirli davranışlar, kaba hitaplar, kalp kırıcı sözler herkesin dikkatini çeker, nefret uyandırırdı.
Hane sahibi haremine, evlâtlarına, damat ve akrabalarının hepsine daima lâzım gelen hürmette bulunur, sevgi ve samimiyet gösterir, üstünlük ve kibirden kaçar, resmî tavır takınmaz, güleç yüzle, tatlı sözle, nazik ve kibar muameleye dikkat ederdi. Haremine daima "hanım" diyerek hitap ederdi. Ne kadar yüksek rütbede olursa olsun amca, hala, teyze, dayı, enişte, kendi muallimi, süt ninesi ve varsa kayınvalidesinin resmî günlerde ellerini öper, yanına girdikleri zaman hürmeten ayağa kalkarak "Buyurunuz efendim!" diye karşılardı. Yetişmiş olan evlâtlarına, yalnız adlarıyla değil, "filan efendi" ve "falan hanım" diye hitab eder, bunlardan bir sırası gelir de eteğini öperse "Estağfirullah, yapmayınız!" derdi. Ağa ve cariyelere bir emri verirse ve onlardan bir şey isterse, yalnız "Filan şeyi söyle veya getir" diyerek amirane bir tavır almazdı. Ağa veya cariyelere, "filan ağa", "falan kalfa" diye hitap eder, bir şey istediğinde ismini söyleyerek "Filan ağa veya kalfa, bana falan şeyi verir misiniz?" derdi. Dairesi mensuplarından birinin çocuğu gelip de yanına girerse, "Maşaallah oğlum, gel bakayım." diye okşayarak kabul eder, yanına oturtur; mektebinden, dersinden münasip kelimelerle konuşur, sever, yüzünü okşar, giderken "Al oğlum şeker alırsın." diye çocuğa mevkiine uygun bir bahşiş verir, "Yine gel oğlum!" diye hatırını alırdı. Bayram ve diğer resmî günlerde, hane halkı tebrike gelince kethüda ve divan efendisi, mühürdar ve kitapçı ve imam efendilerle gedikli ağa, haremdeki kâhya kadın, nedime ve musahibe hanımlara, dadı ve taye kalfalara ayağa kalkar, her birinin ayrı ayrı tebrikine cevap verir, onlara da bahtiyarlıklar temenni ederek tevazu ve nezaket gösterirdi. Bunlardan hasta olan kethüda ve divan efendisi, mühürdar ve kitapçı efendilerden hastalıkları uzamış olanlar varsa bizzat hanelerine kadar gider, hatır sorar, dönüşte fark ettirmeden baş yastığı altına yeterli miktar atiyye bırakır, hafif hasta olanlarına da hekim ve para göndererek insanlığını gösterirdi. Dairesinden önemli birisi birkaç gün hanesinde kalır da dönerse hal hatırını, ailesi ve çocuklarının sağlığını sorardı. Bunlardan veya gedikli ağalardan birisi evlenmeye kalkarsa, bütün düğün masraflarını verir, odasını döşetmeyi, haremine vereceği yüz görümlüğü denen hediyeyi, elbiselerini, el harçlığını da üstlenirdi. Eski küberanın pek itina ettikleri bir husus da kendisinden sonra dairesi emekdarlarını başkalarına muhtaç etmemekti. Bu maksatla mal mülk ve para sahibi olmalarını, kimseye el açmadan geçinecek halde bulunmalarını sağlamak için gerekli yardımlarda bulunurdu. Böyle davranmak efendilik ve kibarlık vazifelerinin başında gelirdi. Kübera ve ekâbir, sokakta kendisini selâmlamak için durarak bekleyen ulema ve ihtiyar komşularına, mahalle imam ve muhtarlarına rastlarsa durur, selâmlaşır, hal hatır sorar, çocuklarına atiyyeler verir, pederlerine selam gönderirlerdi. Bu kibarlık meziyetlerindendi. Eski ekâbir ne kadar kızsa, kötü ve ağır sözler kullanmaz, çok hiddetlendiklerinde bile "küstah", "terbiyesiz", "habis"ten başka laf sarf etmez, terbiyelerini bozmazlardı. Hane halkından uygun olanlara hoş sözler ederek, latifede bulunarak gönül alır, sevgi gösterir, bunlara ara sıra hediyeler de vermek suretiyle hatırlarını hoş tutmaya çok dikkat ederlerdi.
Dersaadet'te vazifeli olan vüzera, konaklarında da işi olanları kabul ederek dinler, gereken emirleri verirlerdi. Halkın kendi dairesini ilgilendiren arzuhallerini almak, şikâyetlerini ağızlarından dinlemek üzere böyle vüzera, Kapı'ya gitmeden önce konağın divanhane denen sofasında oturup, bekleyenleri bazen yarım saat, hattâ daha fazla ayrı ayrı dinler, aldığı arzuhalleri, mühürdar efendiye, kendisine Kapı'da öncelikle verilmek üzere emanet eder, Kapı'ya varıldığında mühürdar efendi her şeyden evvel bunları takdim eder, emirleri alırdı; gereğinin bir an evvel yapılması da yine eski ekâbir âdetlerindendi.
Gençlerin evlenme zamanı geldiğinde, istedikleri kızın özellikleri bu konuyu konuşmaktan sıkılmayacağı bir akrabası, dadısı ya da süt ninesi tarafından uygun bir şekilde sorulur, öğrenilirdi. Gencin annesi, akrabalarından, yakınlarından ve diğer yerlerden gelin olacak kızları araştırır, etraflıca öğrenirdi. Daha sonra kız görülmeye gidilirdi. Evlenmeye aracılık eden ailenin yaşlılarının, tanıdıkların yanında geçimini, bu işten kazanan hanımlar vardı. Bunlardan başka konaklara şal, mücevher ve benzeri eşya satmak için gidip gelenler de bu hizmette bulunurlardı.
Görücüye gelenler, evdekilerce karşılanır, misafir odasına alınır, ikramda bulunulurdu.
Bu arada, diğer odada kız hazırlanır, saçları ve üstü düzeltilir, hazır olunca misafir odasının kapısının dışına gelir, beklerdi. Kahve ikramı yapılacağı sırada kız da odaya girer, misafirler ayağa kalkmaz, yerlerinde kalırlardı. Kız, misafirlerin tam karşısına konmuş bir sandalyeye, görücülerin hepsine başıyla selam vererek oturururdu. Bu arada, kahveler de verilirdi. Kızın misafirlerin yüzlerine dik dik bakması, gülmesi, eteğiyle oynaması, parmaklarını çıtlatması, eteğini çekip örtmesi veya parmağındaki yüzükle oynayıp çevirmesi, sert sert cevap vermesi ayıp karşılanır, terbiyesizlik sayılırdı. Görücülerin de kızın ismini, yaşını sorması, tahsilinden söz etmeleri, hepsinin gözlerini kıza dikip bakmaları ve o sırada birbirlerine sokulup aralarında konuşmaları da çok ayıp sayılır, terbiyesizlik, saygısızlık olarak kabul edilirdi. Her iki taraf bu davranışlardan çekinirdi. Vakit gelip, görücüler ayrılacaklarında, kız da hepsini saygılı bir şekilde başıyla selamlayarak odadan çıkardı.
Görülen kız, alacak kimseye; bir mâni çıkar da kısmet olmazsa, çocuğun gönlü o kızda kalmasın diye ne fazla övülür, ne de mübâlağa ile anlatılır, ikisi ortası bir tarif yapılırdı.
Her şeyden evvel evlilik, Allahû Tealâ'nın indinde kutsal bir müessesedir, mukaddes bir müessesedir. Çünkü, evlilik bir kaderdir. Ne zaman bir iradenin yeterliliği söz konusu değilse, ikinci bir iradenin mutlaka devreye girmesi gerekiyorsa, bu olay kaderi ifade eder. Eğer bir olayın tamamlanması için bizim irademiz yeterli değilse, en az bir iradeye daha ihtiyacı varsa ki; evlilik müessesesi sadece iki tarafın "evet" demesiyle de gerçekleşmez; iki tarafın da tarafları vardır. O tarafların da rızasını almak asıldır.
Öyleyse, evlilik çok yönlü bir olaydır ve birçok kişinin rızasını gerektirir, birçok irade devreye girmelidir. Kız tarafının annesi, babası, akrabaları; erkek tarafının annesi, babası, akrabaları, yakınları, iki tarafın da yakınları... Bunlar hep biraraya gelecekler, düşüncelerini bildirecekler birbirlerine, neticede bir karara ulaşacaklar.
Öyleyse, "EVLİLİK" adını verdiğimiz müessesede bir tarafın iradesi hiçbir zaman yeterli değildir. Mutlaka başka iradelerin de devreye girmesi gerekiyor.
Diyelim ki; bazı gençler annelerinin, babalarının ve başkalarının rızasını almadan bir evlilik müesseseseni gerçekleştirirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile gene en az iki tane irade var. Ne erkeğin, ne de kadının tek başına bu kararda söz sahibi olması mümkün değildir. Demek ki; herhâlükârda, mutlaka bir başka irade devreye giriyor. Taraflardan birinin iradesi hiçbir zaman evlilik için yeterli değil. Öyleyse, evlilik kesin olarak bir kaderdir. Kaderse, bu konuda Allah söz konusudur. İşte asıl olan, bir evliliğin Allah'ın emrettiği biçimde evlilik olmasıdır.
İşte Osmanlı evliliği, bu evliliklerin Allah'ın vücuda getirdiği statüdeki sonucudur. Genellikle Osmanlı'da eşler birbirlerini görmeden evlenirlerdi ve anne, baba ve iki tarafın yakınları tarafları görürler, ona göre bir karara varırlardı. Anne kızı görür, baba delikanlıyı görür ve taraflar hacet namazı kılarlar, Allahû Tealâ'dan sorarlar ve Allahû Tealâ'nın dizayn ettiği bir statü içerisinde evlilik müessesesi oluşur ve iki taraf nikâh müessesesi tamamlanana kadar birbirlerini çoğunlukla görmezlerdi. Osmanlı öyle ailelerin sahibiydi ki, evlilik müessesesi tamamlandığı zaman, ölüme kadar genellikle evlilik devam ederdi. Öyleyse, düşünün; taraflardan ikisi de tasavvufta ve Allah'a sorarak karar veriyorlar. Allahû Tealâ'nın uygun görmediği hiçbir nikâhın gerçekleşmesi söz konusu değil. Böyle olunca evlilikler sonsuz ömürlü oluyordu ve taraflardan birinin ölümüne kadar evlilik müessesesi devam edip gidiyordu. Sonra, ne zaman ki sarayda evliyanın yerini cinci hocalar aldı, zaman içerisinde Osmanlı'da da su katılmış bir evlilik müessesesi oluşmaya başladı, "hulle" denilen bir müessese oluştu ve tarafların yavaş yavaş Allah'ın emrettiği evlilik biçiminin dışına doğru taştıklarını görüyoruz.
GENÇ KIZLARIN İYİ BİR EV HANIMI OLARAK YETİŞTİRİLMESİ
Kız çocuklara okuma, dînî vazifeler öğretilmesinin yanında mutlaka ev içinde, yaşına uygun sorumluluklar verilirdi. İyi bir ev hanımı olarak yetiştirilebilmeleri için çok titizlik gösterilirdi. Evlendiği zaman evin işlerini tek başına yapabilmesi; evi en ekonomik şekilde idare etmesi için gereken yetenekler kazandırılmaya çalışılırdı. Çeyiz olarak götürecekleri çamaşır, yatak ve yemek takımlarını genç kızlar kendileri yaparlardı.
Her evde mutlaka bir ve gerekiyorsa birden fazla bez dokuma tezgahı bulunur, bunlarla evin ihtiyaçlarına yönelik kumaşlar, gömleklik, çamaşırlık ve çarşaflık bezler dokunur ve bu işler hanımların en önemli işlerinden sayılırdı. Yetişmeye başlayan kızlar, evlenme zamanı yaklaşınca tezgâh başına oturtulur, kadınlık vazifesi olarak bu işe alıştırılır, sıkmadan, öğretilmeye çalışılırdı. Ev hanımları, daha küçük yaşlardan ev içinde sorumluluk verilerek, ev işlerine alıştırıldıklarından, ömürleri yalnız tezgâh başında bez dokumakla geçmezdi.
Çok düzenli ve dakik olan Osmanlı hanımları, her işin vakit ve zamanını çok iyi tayin eder; küçük hanımları da her işi vaktinde yapmaya alıştırırlardı. Zamanında iş görür, vaktinde dinlenirlerdi. Gelen misafirlerle eğlenip gezmek, boş kalındığında yine eğlenerek vakit geçirmek amacıyla örgü, nakış yapmak; saz biliyorsa sazla neşelenmek için vakit ayırırlardı. Ailenin kilerlerini gözden geçirirler, düzen ve temizliği için tedbirler alırlar, eksikleri belirlerlerdi. Bütün bunlar her sınıftan hanımın şahsî işlerindendi.
EVDE HİZMET
Gündelik hayatta ve özel günlerde (davetlerde, bayramlarda) evde yapılan hizmet sırasında telaşlı davranmak, yüksek sesle hitapta bulunmak, bir oraya bir buraya koşuştururarak iş yapmak, hizmetlerin bir düzen içinde yürütülmemesi, ayıp sayılırdı.
Hizmet edenler, en küçük bir işaretten istenileni anlayıp sessizlik ve düzen içinde derhal görevlerini yerine getirmeye gayret ederlerdi. Herkese çok nazik ve güleryüzle davranmaya çalışılır, büyüklere hürmet gösterilir, küçüklere hoşgörüyle yaklaşılırdı.
Tasavvufu yaşayan bir Osmanlı ailesinde hizmetin, aslında Allah'a yapıldığı bilinir; herkes ailedeki diğer insanları mutlu etmek için, Allah için yapabileceğinin en iyisini yapmaya gayret gösterirdi.
YEMEK ADABI
Osmanlının adabına dikkatle bakın. Pederşâhi aile stili. Yani, evin en yaşlısı evin reisi. Birçok aile, büyük konaklarda, konağın ayrı ayrı kısımlarında ama beraber yaşıyor. Aynı babanın birçok çocuğu. Ve yemek müşterek yeniyor. Son derece saygılı bir ortam. Aile reisi müsaade etmeden, konuşmak söz konusu değil. Herkes söz isteyerek konuşuyor ve çocuklar, büyüklerine karşı lâzım gelen terbiyenin bütün boyutlarını sergiliyorlar.
Osmanlı tasavvuf adabı, zaman içerisinde bütünüyle unutulduğu için, şimdi tasavvufun dışındakilerin alışmış oldukları bir çocuk terbiyesi standardı var. Buna terbiye standartı demek ne ölçüde doğru, onu da bilemiyoruz. Ama bir vakayla karşı karşıyayız ki; çocuklar büyüklerine karşı saygısız.
ERKEK ÇOCUKLARIN BİR TÜCCAR VEYA SANATKÂR YANINA VERİLEREK BİR MESLEĞE BAŞLATILMASI
Osmanlı'da her sanat erbabı, sanatlarının ulularından birini kendisine pîr kabul eder ve ona bağlanırdı. Meselâ berberler, eshâb-ı kirâm'dan "Selman-ı Farisî Hazretleri"ni, attarlar "Feridüddin", şekerciler "İbn-i Mes'ud", kahveciler "Şeyh Şâzelî", helvacılar "Hasan Basrî", saraçlar "Veysel Karanî Hazretleri"ni o yolda kendilerinin pîri ve sanatlarının pişüva'sı olarak tanır, isimlerini bir levhaya manzum olarak yazar;
Her seherde Besmele'yle açılır dükkânımız
Hazreti İbn Mes'ud'dur pîrimiz, üstâdımız
gibi beyitleri dükkânlara asarlardı. Lonca teşkilatına, tasavvufa girilmeden girilemezdi. Her sanatkâr, işini mübarek tutar, insanlara yaptığı hizmetin aslında Allah'a yapıldığını bilirdi. En sağlam malı yapabilmek, en güzel hizmeti verebilmek, yaptığı işi en iyi şekilde yapabilmek esnafın temel hedefiydi. Esnaf ustaları, işlerinin kalitesiz olmasına, bozuk iş çıkmasına asla razı olmazlardı. Bir çocuk bir işe, bir sanata verilmek istenirse; önce mutlaka tasavvufa girmesi gerekirdi. Tasavvufa girmeden çırak, evliya olmadan kalfa ve daimî zikir sahibi olmadan usta olunamazdı.
Esnaf yanına alınacak çocuğun pederi, toplanmış bulunan lonca için döğülmüş kahve, kırmızı şerbetlik şeker, bir miktar ödağacı ve bir miktar gül suyu alır ve toplantıdan önce lonca odasına gönderirdi. Orada şekerden şerbet yapılır ve buhurdanlara ateş ve gülabdanlara gül suyu konur, ustalarla çocuğun gelişi beklenirdi. Ustalar, yani lonca üyelerinin hepsi gelince, çocuğun babası da gelip bir yere oturur, buhurdanlar yakılmaya başlar. Çocuğun alınmasına aracılık eden zat, çocuğu elinden tutar ve önüne düşerek lonca odasına girer. Yine çocuğu elinden tutarak kapı yanında durur, ustalara hitaben,
Hayırlar feth ola
Şerler def ola
Muradlar hasıl ola
dedikten sonra herkese selam verir, ustalar da selamı alırlardı. Aracı olan kimse, lonca ve esnaf kethüdası ve köşe ustası olanların önüne gider, çocukla beraber durur ve yine ustalara hitaben: "Bu filan oğlumuz esnafımıza dahil olmak, sadıkâne çalışmak, Allahû Tealâ Hazretleri'nin lütuf ve inayeti, Peygamber Efendimiz'in himmet-i ruhaniyeti ve pîrimiz üstadımız ......... Hazretleri'nin yüzü suyu berekâtıyla adam olup meydana çıkmak ve sizlere de daima hayır duacı olmak niyazındadır." der. Esnaf kethüdası da: "Biz de bu talip olan oğlumuzu kendimize evlât ve sanatımıza çırak olmak üzere kabul ettik. Allahû Tealâ, rızk-ı hayrını müdat ve kendisine dâreynde imdat buyursun." dedikten sonra çocuğa hitaben: "Oğlum, içimizde adam olmak, bu yüzden geçinmek ve feyz almak istersen; işine devam etmek, ustanın sözünden çıkmamak, onu hoşnut etmek, yalan söylememek, kimseye özür ve hile yapmamak, namazına devam ve dînî vazifelerine dikkat ederek ticaretini yürütmek, gelen müşterilerin büyüklerine, ihtiyarlarına peder ve valide, gençlerine birader ve hemşire muamelesi göstermek lâzımdır. Seni göreyim oğlum." diyerek pederce nasihatte bulunur. Çocuk da önce onun elini, sonra diğer ustalarının ayrı ayrı ellerini öper, kapının yanında durur. O sırada ipekli ve kıymetli bir futa getirilir, çocuğun beline Besmele ile kuşatılır, münasip bir yere oturtulur. İçlerinden biri yüksek sesle Kur'ân-ı Kerîm'den birkaç âyet okuduktan sonra aracı olan zat, esnaftan vefat edenlerin ve yakınlarının ruhlarına bir Fatiha okur. Kahveler içilir, şerbetler dağıtılır, çocuk hangi usta yanına verilmişse o ustaya hitaben lonca ustası: "Usta, işte size veriyoruz, inayet Hakk'tan, hakkında himmet ve gayret sendendir." der, çocuğu ona teslim eder. Çocuk, ustasının elini öptükten sonra artık hanesine döner.
Ertesi gün sabah erkenden ustasının dükkânına gider, elini öper, gösterilecek işleri yapmaya çalışır.
Oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra sanatta epey bilgi ve meleke kazanır. Her ısmarlanan işi, yoluyla ve ustaca yapmaya başlayınca ve bugüne kadar yolsuzluğu ve ahlâksızlığı görülmemiş ise, esnaf dilinde kalfa çıkarmak zamanı gelmiş olur. Ustası çırağını yanına alır, lonca odasına götürür. Talimatına uygun olarak ustaların elini öptükten sonra, kapı yanında ayakta sakin durur. Lonca ustası, çocuğun asıl ustasından "Oğlumuz ne istiyor?" diye sorar. Usta da: "Oğlunuzun değil, âcizlerinin ricası var. Oğlunuzun çalışmasından, edep ve terbiyesinden, sanattaki bilgisinden, işgüzarlığından pek memnun ve hoşnudum. Eğer izin ve ruhsatınız olursa kalfa çıkarmak ve duanız berekâtıyla ilerde dükkân ve evlât sahibi olması arzusundayım." der ve çocuğun o sanat kolunda yaptığı bir işi gösterir. Onlar da beğenir ve takdir ederlerse lonca: "Loncamız heyetince münasip görüldü, bundan böyle esnafımızın pek değerli kalfası olmak üzere kabul olundu." cevabını verir. Usta da herkese teşekkür eder, orada bulunanların ellerini öper, dışarı çıkarlar. Sonra usta, kalfa çıkardığı çocuğa önce verdiği "günlük" denen parayı arttırır, haftada bir defa vermeye başlar. Esnaf arasında artık "ikinci usta" gibi itibar görür, çıraklarca hürmet edilir, gelen çocukların terbiyesi ona verilir.
Esnaf arasında bir de usta çıkmak usulü vardır. Sanata hakimiyeti, bilgisi ve mesleğine olan bağlılığı, kendi başına ve kendi hesabına ayrı bir dükkân açmaya uygun ve sermayesi de böyle bir dükkân sahibi olmaya yeterli kalfayı, ustası usta çıkarmak isterse, lonca heyetinin muvafakati alınır. Usta çıkacak kimse evinde, lonca için iki tabla nefis yemek hazırlatır, yetecek kadar şerbetlik şeker ve döğülmüş kahve yanı sıra, kendi ustasıyla lonca ustasına birer kat değerli çamaşır, ipekli havlu ve kumaşlar koyar, çıraklarla erkenden lonca odasına gönderir. Önce çıraklar kendilerine mahsus yemeği yerler, sonra kalfalara yemek verilir. Onlara çıraklar hizmet eder. Daha sonra ustaların sofrası kurulur. Bu sefer kalfalar hizmet eder. Yemekten sonra kahveler içilir. Lonca ustası o kalfaya dönerek: "Esnafımız ittifakla sizi usta çıkarmak istiyor. Bundan sonra kendi başınıza ve hesabınıza dükkân açmaya, çırak almaya, kalfa çıkarmaya izin verildi. Bundan dolayı, cümlemizin kardeşi oldunuz. Hak Tealâ size sıhhat, kârınıza suhûlet ve rızkınıza vüs'at ve muvaffakiyet ihsan buyursun." diyerek dua eder. Usta çıkan kalfa, bütün ustaların ellerini öper, aralarında konuşurlar. Açacağı dükkâna asılmak üzere esnafın yaptırdığı, pîrleri adına yazdırılan levhayı, lonca ustası usta çıkana hediye ederdi.
Usta çıkan bir dükkân bulur. İlk açacağı gün, dükkân önünde kurban keser, etini fukaraya dağıtır. Dükkânı daima Besmele ile açar kapar ve bundan böyle kendisi de çırak ve kalfa kullanırdı.
Her esnafın bir "yardım sandığı" vardır. Sermayesi, o esnafın zenginleri tarafından bereket ve uğur getirdiğine inanılarak hayır için hem de mesleğe yardım olsun diye vakfedilen para ile esnafın nezaretinde nöbetleşe olarak bir ustanın sorumluluğu altında idare edilir. Esnaftan paraya ihtiyacı olanlara düşük faizle borç verilir, aylık ianelerle de para artırılır. Borç verme dışında esnaf ve ihtiyaç sahiplerinden biri hastalanırsa, hekim ve ilaç paralarını ve işe gidemediği zaman geçimini sağlamak, fukara esnaftan biri vefat ederse cenaze masraflarını görmek, geride haremi ve küçük çocuğu varsa, geçinecek kadar para vermek, geri kalan küçük çocuğu mektebe yollamak, bayramlarda elbise yapmak, borçlanarak hapse girmiş namuslu esnafın borcunu verip hapisten kurtarmak, esnaftan yeni ev yapan ve evlenenlere işe yarar hediyeler almak gibi insaniyet ve İslâmiyet'e uygun ne gerekiyorsa bu sandıktan karşılanırdı. Bunlar dışında, hali vakti yerinde esnaf ustaları, durumunu öğrendikleri fakirlere gizlice elden yardım ederler ve hepsi tek bir vücut gibi kardeşçe ve insanca yaşarlardı.
İstanbul'daki esnaf dükkânlarının hepsi toplu olarak bir yerde bulunur, ayrı yerde dükkân açtırılmazdı. Esnafın giydiği elbise tek tarz ve biçimde olur, başka tip elbise giyilmesine karşı çıkılırdı. Elbiselerin aynı oluşu, herkesi iyi hal ve harekete zorlaması yönünden çok yararlıydı. Esnafın hepsi bir arada toplu olduğu için aranan kolay bulunur, hepsini görerek almak kolaylığı yanında, içlerinden biri esnaflığa yakışmayan bir iş ya da ahlâksızlık yaparsa, diğerleri görür; lonca, dükkânını ceza olarak bir müddet kapatırdı. Aralarında uyuşmazlık ve kavga çıksa, dava için mahkemeye gidilmez, iş aralarında halledilirdi. Aralarında yetişen namuslu sanatkâr gençleri, kendilerine damat ederek, esnaf arasında yakınlık, akrabalık sağlanır, böylece ailenin gelecekteki menfaatleri emniyet altına alınmış olurdu.
EKABİR KONAKLARINDA LİHYE-İ SAADET ZİYARETİ
Cenab-ı Risalet Penah Efendimiz'in öteden beri eski büyüklere intikal etmiş Lihye-i Saadet'lerinin muhafazası için, kübera konaklarının en üst katında özel olarak yaptırılmış ayrı bir daire vardı. Lihye-i Saadet dairesi, bir odadan ibaret olabildiği gibi büyükçe bir cami gibi yapılmış diğer bir odası ile ona uygun bir sofası da bulunabilirdi. Lihye-i Saadet odasının tavana yakın, ışık alacak iki-üç penceresi olur, içi tamamen yeşile boyanırdı. Odada kapakları işlemeli içi yeşil kadife kaplanmış bir dolap, ziyaret sırasında üstüne Lihye-i Saadet'i koymak için yeşil boyalı ve yaldızlı bir sehpa ve muhafaza için kadife üzerine gümüş kabara'larla süslenmiş bir çekmece bulunurdu. Lihye-i Saadet'in kendisi ya altın çerçeveli akikten yapılmış ufak bir kutu ya da özel yapılmış ufak silindir biçiminde billûr bir zarf içine konur, en iyi cins şaldan veya üzeri sırma işli ve iç astarı beyaz canfesten, kenarlarına sırma saçak dikilmiş, birbirinden uzak otuz kadar bohçaya, önce en ufağından başlamak üzere, sıra ile sarılır. Sonra da hepsi birden Harem-i Şerif puşidesinden bir parçaya sarılarak adı geçen çekmece içinde dolaba kaldırılırdı. Odanın etraf duvarlarının birkaç yerine, sarı ince zincirlere bağlı billûr kandiller, kapısına atlas üzerine ipek işlemeli süslü bir perde asılırdı. Cami şekline sokulmuş olan odada, kıbleye gelen tarafa âdeta cami mihrabesi gibi bir mihrab yapılır, yere en iyi cins halı, mihrabın iki yanına büyük ve yüksek, kalın balmumları dikili iki şamdan ve bu mihrabın içine kıymetli bir imam seccadesi, arkasına boydan boya kırmızıya boyanmış tiftik keçisi postları serilir, duvarlara sarı zincirlere asılı çok sayıda billûr kandiller ve üç tarafın duvarlarına da müzeyyen çerçeveler içinde meşhur hattatların çeşitli yazı levhaları asılırdı. Sofa etrafında ise en büyük levhalar bulunurdu. Hane sahibi cemaatle namaz kılmaya alışıksa, akşam ve yatsı namazlarını burada kılar, Hatm-i Şerif duası burada yaptırılır ve bazı günlerde oraya çıkıp ibadet eder ve Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Diğer günler, oda daima boş ve kapalı tutulurdu. Lihye-i Saadet ziyareti, mübarek gecelere mahsus olduğundan böyle gecelerde daha önce çıkılır, Lihye-i Saadet odasındakilerle, cami şeklindeki odanın ve sofanın bütün kandilleri ve mihrabın iki yanındaki büyük şamdanların mumları yakılırdı. Cami odasının uygun bir yerine de buhurdanlar konur ve buhur veya ödağacı veya anber yakılarak hazırlanırdı. Yatsı namazı zamanı gelince, hane sahibi, evlâd ve yakınları ve konağın hatırlı hizmetkârları ve o gece misafir varsa hepsi o daireye çıkar, hane sahibi ilk safın başına geçer, muhterem misafirlerini kendi hizasına soluna alır, evlâdları ve diğerleri sıra ile saflar halinde dizilirlerdi. Daire imamı olan efendinin imamlığı ile cemaatle yatsı namazı kılınır, dua edilir, sonra başta hane sahibi olduğu halde Lihye-i Saadet'in bulunduğu oda kapısına gelinir. Önce hane sahibi ve imam efendi olmak üzere misafirlerle evlâdları ve ellerinde müzeyyen şamdanlar bulunan kâhya efendi ve mühürdar efendi içeri girer, ağır ağır Salât-ü Selâm getirilerek Lihye-i Saadet çekmecesi dolaptan alınır, üstü en iyi cins bir şalla örtülü olan ortadaki sehpa üzerine konur, yine Salât-ü Selâm getirilerek saygı içinde bohça çekmeceden çıkartılır. Boş çekmece uygun bir tarafa konduktan sonra ellerinde mum tutanlar sehpanın iki tarafında yer alırlar. Sonra ekseriyetle hane sahibi veya imam efendi tarafından bohçalar açılmaya başlanır ve hazır olanlar da hafif sesle Salât-ü Selâm getirmeye devam eder. Bu arada buhurdanlar da yakılarak bohçalar saygıyla yavaş yavaş açılır, tam sıra Lihye-i Saadet'in bulunduğu zarfa gelince önce açan zat tarafından büyük bir saygı ile öpülür, sonra yine hane sahibinden başlayarak sıra ile herkes ellerini göğsüne koymuş olduğu halde Salât-ü Selâm getirerek huşû içinde öper, ziyareti bitirenler bir taraftan arka arka yürüyerek odadan çıkarken, diğerleri girerlerdi. Bu şekilde ziyaret sürerken yüksekçe sesle Salât-ü Selâm getirmeye devam edilirdi. Herkes ziyaret ettikten sonra, sofrada hazırlanan leğen ve ibrik ile hazır bulunanların her biri yüzlerini yıkarlardı. Bunun sebebi duyulan büyük saygıdan dolayı Lihye-i Saadet'e değen yüzlerin başka bir yerde yıkanarak suların şuraya buraya dökülmesini önlemekti. Leğenlerin suyu doğruca bahçede ayak basılmayacak bir yere dökülürdü. Bu suretle ziyaret son bulunca, erkekler selamlığa geçer ve sıra hanımlara gelirdi. Açılan bohçalar birbiri üzerine muvakkaten kapatılırdı. Ziyarete gelecek hanımların hepsi saygı ifadesi olarak başlarına birer namaz bezi örterek Lihye dairesine çıkarlardı. Bu hanımlardan ikisi, evvelce yapıldığı gibi ellerinde iki müzeyyen şamdan tutarak sehpanın iki yanında dururlar, dairenin hoca hanımı veya yaşlı ve muhterem birisi, geçici olarak örtülen bohçaları açmaya başlar, yine herkes hafif bir sesle Salât-ü Selâm getirerek sıra ile ziyarete başlardı. Ziyaret sırasında Lihye-i Saadet'i elinde tutan hanım, yanında bulundurduğu temiz bir tülbentle arada bir Lihye-i Saadet zarfının üstünü siler, ziyaret edenler de erkeklerde olduğu gibi sofaya konmuş leğen ve ibrik ile yüzlerini yıkardı. Sonra cami odasına girilir, teker teker yatsı namazı kılınır, nihayet Salât-ü Selâm'lar arasında buhurlar yakılarak büyük bir saygı içinde ve titizlikle ağır ağır bohçalar sarılır, kapanır, Lihye-i Saadet çekmecesine konur, kilitlenir ve saklandığı dolaptaki yerine yerleştirilirdi. Önce dolabın perdesi indirilir, sonra odanın kapısı kapanır, perdesi indirilip çıkılırdı. Herkes namazını kıldıktan sonra, dairenin bütün kandil ve şamdanları söndürülür, hareme geçilirdi. Leğendeki sular yine konağın bahçesine ayak basılmaz bir yere dökülerek ziyaret tamamlanmış olurdu.
RAMAZAN HAZIRLIKLARI, CAMİLERDE KURULAN SERGİLER VE KÜBERA
Bütün İslâm dünyasında ve Osmanlı ülkesinde, Ramazan ayına çok önem verilirdi. İki-üç ay kala, her evde hazırlık ve tedarik başlar, halk sair günlere ait erzak ve ev ihtiyaçlarına ek olarak, imkânları nisbetinde reçeller, sucuk veya pastırma, zeytin, peynirler, şerbetlik şekerler, şuruplar, kâfi miktarda şeker ve hoşaflıklar, güllaç, çorbalıklar alır; ayrıca hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Kübera yeni kürkler, elbiseler ve seccadeler alır, hanımlar Ramazan'da giymek için kendilerine ve cariyelerine elbiseler yaptırırlar, hattâ kibarların bazıları oda döşemelerini bile yeniletirlerdi. Yine herkes kudretine göre Ramazan'da kullanılmak üzere zarif kahve zarf ve fincanları, su bardakları, kıymetli kaşıklar alır, çocukların hoşlarına gitsin diye sapı düdüklü kaşıklar tedarik edilir, elbiseler diktirilirdi. Çarşı pazarlarda bakkallar, demet demet renkli baplara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar ve her türlü erzaklarını teşhir eder, şekerci dükkânlarında türlü reçel numuneleri birer ufak tabak içine konur, dükkânlar envâi şerbetlik şekerler ve haması denen şerbetliklerle tezyin edilirdi. Tütüncü dükkânları, Ramazan ayı için âlâ boğça, Yenice ve Samsun tütünleri kıyar, elvan kâğıtlara koyup hazırlarlardı. Bütün mahallelerdeki kahvehaneler silinir, camları temizlenir ve hayalciler ve zuhuri kolları icrayı sanat etmek için Dersaadet'in kalabalık yerlerindeki büyük kahveleri kiralarlardı. Kibarların çoğu hoşa gidecek bazı şeyler almak, oturup vakit geçirmek üzere Bedestan denen yere gidecekleri için, oralarda da ne kadar nefis eşya varsa dükkânlarda teşhire konurdu. Dolap denen dükkânlarda, küberanın oturması için ufak minderler bulunurdu.
Camilere, hangi vakfın hayratından ise o vakfın nâzır-ı umûr'u olup mütevellî denen kimseler aracılığıyla mumlar, zeytinyağları verilir, caminin kandil, süpürge gibi diğer noksanları tamamlanırdı. Büyük selâtin camilerinde, ait tezyinat ve eksikler için Evkaf Nezareti tarafından memurlar tayin edilir ve Şaban ayının on beşinci günü iki minareli olan camilere, geceleri kandilden yazı ve çiçek yapmak için mahya ipleri kurulurdu. Böyle büyük selâtin camilerinin avlularına ve özellikle Hazret-i Halid, Fatih Sultan Mehmed, Sultan Beyazıd, Ayasofya camilerinin avlularına sergiler kurulurdu. Bu sergilerde tesbihçiler tesbihleri ve sahaf denen kitapçılar, çeşit çeşit nefis mesâhif-i şerifeleri el yazması ve nüshası çok değerli ve nadir olan nefis kitapları geçici olarak avluya getirdikleri camlı dolaplara koyarlardı. Gelenlerin oturması için cami avlularında, geçici olarak dükkân şekline sokulan yerlerde, eski maden, Saksonya ve çini avanîleri, bazılarında çok hoş ve tuhaf eşyalar, diğerlerinde nefis şallar, kumaşlar, bir kısmında da türlü çubuk ve çubuk takımları teşhir edilirdi. Avlular da böyle rağbet gören daha birçok şeyle donatılmış olurdu. Bir tarafta da çorbalara ekmek için çeşitli baharat sergilenir, Kur'ân-ı Kerîm okunurken yakmak üzere ödağacı, kurs, anber kabuğu gibi buhurlar, tablalar üstünde ağzı pamukla kapatılmış olan çok sayıda küçük şişeler içinde bumbar denen yemekle beraber yenen hardallar, iftarda oruç bozmak için hurma ile çeşit çeşit baharlı elvan renk şekerler bulundurulurdu. Yine bu cami kapılarının dışında, tablalarda çeşit çeşit simitler, çörekler, en âlâ Ramazan pideleri yer alırdı. Bu camilere gelen küberanın bindikleri at ve arabaları da kapılarda durur, dönüşlerini beklerlerdi. Camilerin içinde namaz vakitlerinde camide hizmet etmek için gelen mûsikî erbabından, güzel ve parlak sesli zevat tarafından namazdan önce devirler okunur, yüksek sesle iç ezanları verilir, kâmetler getirilirdi. Caminin asıl görevlilerinden başka, dışardan gelen meşhur hafızlar ve kurradan olanlar imamete geçerek namaz kıldırır, üstadane mihrabiyeler okunurdu. Namazdan sonra güzel sesli hafız-ı Kur'ân'lar, caminin maksureleri içinde ve münasip yerlerinde Kur'ân kıraat ederler ve herkes huşû ile onları dinlerdi. Hükümet tarafından görevlendirilmiş olan veya arzu eden ulema, Kur'ân-ı Kerîm'in manasını açıklayarak tefsir eder, dîn terbiyesi üzerine vaaz verir, nasihat eder ve herkes etrafına oturarak dinlerdi. Mabed-i ilâhi olan bu camilerde, her sınıf halk eşit hak ve hürriyetlere sahipti. Orada ekâbir ve halktan kimseler arasında sınıf farkı olmadığından herkes istediği yerde, en büyük addolunan adamın yanında oturabilir ve namaz kılardı. Cemaatin hepsi kudretine göre temiz ve düzgün elbise giyer, abdestli olur, eli yüzü temiz olur, birkaç yüz kişi camide her vakit bulunduğu halde pis kokular duyulmaz, her an gerçek bir temizlik görülürdü. Ramazanlarda camiye gelen vüzera ve kübera ile her sınıf halk, mali kudretine göre camilerde bulunan hafızlara kıraat sonunda gizlice uygun atiyyeler, dışta cemaatin para yardımını bekleyen fukaraya sadakalar, rastlarsa kimsesiz çocuklara "şeker parası" namıyla para verir, cami dışında simit, çörek alır, hoş sözlerle gönüllerini yaparlardı. Camilerde rastlaşan ahbaplar, birbirlerini iftar yemeğine davet eder, çoğu misafirlerini camiden beraberinde evine götürürdü. Kübera da camilerdeki hafız ve vaiz efendileri, ağaları vasıtasıyla akşam iftar etmek üzere konaklarına davet eder ve dönüşlerinde de atiyyeler verirlerdi. Gündüz vüzera, ekâbir-i rical ve memurlarla meşhur zevat bir müddet camide kalır, hafız ve vaizleri dinler, herkes gibi caminin maksure tabir olunan parmaklıklarla bölünüp ayrılmış yerlerinde kendi kendine Kur'ân-ı Kerîm okuduktan sonra cami avlusuna çıkar, evvelce anlatılan sergi denen meşher-i nefâis'i dolaşır, sonra oturup biraz vakit geçirir, alışveriş etmiş olmak için sergiden de bir şeyler satın alırdı. Vüzera ve kübera, Ramazan keyfi ve oruç haliyle gözlerine her şey hoş göründüğü için, pek çok eşya satın alırlardı. Her seferinde üç-beş bir kuruş harcadıkları bile olurdu. Bu arada rastladıkları yoksul kişilere, ağaları aracılığı ile gizlice yeterli miktarlarda atiyyeler vererek taltif ederlerdi. Küberanın camide ve sergilerde birlikte oturmaları pek çok sebeble de önemli idi. Vüzeradan olup azledilmiş bulunanlar, oralarda gördükleri ekâbir sınıfından memurlarla gayri resmi görüşmelerinde açık olan veya açılacak olan memuriyetlere tayin edilmelerini hatırlatırlardı; tayinde bu buluşmanın etkili olduğu görülürdü. Ramazan günlerinde küberadan, servet erbabından olan ikindi namazından evvel, bazıları da ikindi namazından sonra Bedesten denen çarşıya gider, oradaki dükkânlarda vakit geçirmek üzere otururlardı. Bedesten'de çok nefis ve kıymetli eşyalar bulunur ve dükkânlarda teşhir edilirdi. Her gün dükkân sahipleri bunları gûya hariçten satılmak üzere getirilmiş gibi dellallara vererek müzayedeye çıkarır, Bedesten'de oturan küberaya, müzayededen çok ehven alıyormuş intibaını vererek pek fahiş ve yüksek fiyatlarla satarlardı. Fukaradan olan dellallar da bu işten nasibini alır, hayır dualar ederlerdi. Hatta darda kalan kimseler de bazı eşyalarını satarken, küberanın bu satışlara gösterdiği rağbetten istifade ederlerdi.
VÜZERA VE EKABİR KONAKLARINDA HİZMET ETME USULLERİ
Yüzyılın başlarında, Osmanlı ekâbir konaklarının harem ve selâmlığında hizmet edenlere, vazifeleri önceden belirlenerek öğretilirdi. Bu sebeple herkes kendine ait işi, vaktinde ve usulüne uygun olarak yapar, iş sırasında yeniden tarife ve hatırlatmalara lüzum kalmazdı. Böyle büyük dairelerde hizmet ederken kimse birbirini yüksek sesle çağırmazdı. Hizmet sırasında koşuşup gürültü, patırtı yapmak, telaşlı görmek, hatta yürürken ayakkabılarının ses çıkarması kübera arasında pek ayıp sayılırdı.
Herhangi bir iş istendiğinde, önce kısa bir temenna edip, sonra çıkmak, yemek hazırlanması emrini alan ağanın yemeğin hazır olduğunu bildirmek üzere odaya girdiği ve hane sahibi, ağanın yüzüne baktığı zaman hiçbir söz söylemeden yalnız bir temenna ederek emrin yerine getirildiğini bildirmesi terbiye icabıdır.
VÜZERA VE EKÂBİRİN HANE HALKINA VE DAİRESİNDE HİZMET EDENLERE DAVRANIŞLARI
Kübera arasında, her iş ve hizmette incelik ve kibarlık aranırdı. Bu yüzden kendi aralarında olduğu gibi, hane halkına ve diğer kimselere karşı davranışlarının da kibarlığa ve büyüklüğe uygun olması, itina etmeleri ana kuraldı. Eski bir aileye mensup olan, küçükten beri bu şekilde terbiye körmüş, nazik ve kibarca büyütülmüş ve bir mevkiye ermiş bulunanların her hareketinin ve sözünün o aileye yaraşır şekilde olması, hanesindekilere tevazu ve nezaket göstermesi lâzımdı. Asıl kibarlık, bu gibi şeylerde belli olacağından aksi hareketler, kibirli davranışlar, kaba hitaplar, kalp kırıcı sözler herkesin dikkatini çeker, nefret uyandırırdı.
Hane sahibi haremine, evlâtlarına, damat ve akrabalarının hepsine daima lâzım gelen hürmette bulunur, sevgi ve samimiyet gösterir, üstünlük ve kibirden kaçar, resmî tavır takınmaz, güleç yüzle, tatlı sözle, nazik ve kibar muameleye dikkat ederdi. Haremine daima "hanım" diyerek hitap ederdi. Ne kadar yüksek rütbede olursa olsun amca, hala, teyze, dayı, enişte, kendi muallimi, süt ninesi ve varsa kayınvalidesinin resmî günlerde ellerini öper, yanına girdikleri zaman hürmeten ayağa kalkarak "Buyurunuz efendim!" diye karşılardı. Yetişmiş olan evlâtlarına, yalnız adlarıyla değil, "filan efendi" ve "falan hanım" diye hitab eder, bunlardan bir sırası gelir de eteğini öperse "Estağfirullah, yapmayınız!" derdi. Ağa ve cariyelere bir emri verirse ve onlardan bir şey isterse, yalnız "Filan şeyi söyle veya getir" diyerek amirane bir tavır almazdı. Ağa veya cariyelere, "filan ağa", "falan kalfa" diye hitap eder, bir şey istediğinde ismini söyleyerek "Filan ağa veya kalfa, bana falan şeyi verir misiniz?" derdi. Dairesi mensuplarından birinin çocuğu gelip de yanına girerse, "Maşaallah oğlum, gel bakayım." diye okşayarak kabul eder, yanına oturtur; mektebinden, dersinden münasip kelimelerle konuşur, sever, yüzünü okşar, giderken "Al oğlum şeker alırsın." diye çocuğa mevkiine uygun bir bahşiş verir, "Yine gel oğlum!" diye hatırını alırdı. Bayram ve diğer resmî günlerde, hane halkı tebrike gelince kethüda ve divan efendisi, mühürdar ve kitapçı ve imam efendilerle gedikli ağa, haremdeki kâhya kadın, nedime ve musahibe hanımlara, dadı ve taye kalfalara ayağa kalkar, her birinin ayrı ayrı tebrikine cevap verir, onlara da bahtiyarlıklar temenni ederek tevazu ve nezaket gösterirdi. Bunlardan hasta olan kethüda ve divan efendisi, mühürdar ve kitapçı efendilerden hastalıkları uzamış olanlar varsa bizzat hanelerine kadar gider, hatır sorar, dönüşte fark ettirmeden baş yastığı altına yeterli miktar atiyye bırakır, hafif hasta olanlarına da hekim ve para göndererek insanlığını gösterirdi. Dairesinden önemli birisi birkaç gün hanesinde kalır da dönerse hal hatırını, ailesi ve çocuklarının sağlığını sorardı. Bunlardan veya gedikli ağalardan birisi evlenmeye kalkarsa, bütün düğün masraflarını verir, odasını döşetmeyi, haremine vereceği yüz görümlüğü denen hediyeyi, elbiselerini, el harçlığını da üstlenirdi. Eski küberanın pek itina ettikleri bir husus da kendisinden sonra dairesi emekdarlarını başkalarına muhtaç etmemekti. Bu maksatla mal mülk ve para sahibi olmalarını, kimseye el açmadan geçinecek halde bulunmalarını sağlamak için gerekli yardımlarda bulunurdu. Böyle davranmak efendilik ve kibarlık vazifelerinin başında gelirdi. Kübera ve ekâbir, sokakta kendisini selâmlamak için durarak bekleyen ulema ve ihtiyar komşularına, mahalle imam ve muhtarlarına rastlarsa durur, selâmlaşır, hal hatır sorar, çocuklarına atiyyeler verir, pederlerine selam gönderirlerdi. Bu kibarlık meziyetlerindendi. Eski ekâbir ne kadar kızsa, kötü ve ağır sözler kullanmaz, çok hiddetlendiklerinde bile "küstah", "terbiyesiz", "habis"ten başka laf sarf etmez, terbiyelerini bozmazlardı. Hane halkından uygun olanlara hoş sözler ederek, latifede bulunarak gönül alır, sevgi gösterir, bunlara ara sıra hediyeler de vermek suretiyle hatırlarını hoş tutmaya çok dikkat ederlerdi.
Dersaadet'te vazifeli olan vüzera, konaklarında da işi olanları kabul ederek dinler, gereken emirleri verirlerdi. Halkın kendi dairesini ilgilendiren arzuhallerini almak, şikâyetlerini ağızlarından dinlemek üzere böyle vüzera, Kapı'ya gitmeden önce konağın divanhane denen sofasında oturup, bekleyenleri bazen yarım saat, hattâ daha fazla ayrı ayrı dinler, aldığı arzuhalleri, mühürdar efendiye, kendisine Kapı'da öncelikle verilmek üzere emanet eder, Kapı'ya varıldığında mühürdar efendi her şeyden evvel bunları takdim eder, emirleri alırdı; gereğinin bir an evvel yapılması da yine eski ekâbir âdetlerindendi.