Erol Evgin kimdir
Evlerin ışıkları bir bir yanarken, ne çok yol almış, ne çok şarkı söylemişken hala gençliğiyle göz dolduran, ölümsüz şarkıların sesi Erol Evgin’in hayat hikayesidir…

Hani böyle biyografiye başlarken diyorum ya, “Siz en çok hangi şarkısını seviyorsunuz?” diye. Yok, bu sefer karar veremedim. Yazarken de fark ettim ki, öylesine yaşanmış, öylesine gerçek ki her bir şarkı… Hele Çiğdem Talu ve Melih Kibar ile enfes bir üçlü olup birbirlerini tamamladıkları dönemler… İnsan, “Ne olurdu, bir şarkı daha yapacak zamanları olsaymış…” demekten alamıyor kendini değil mi?
Fonda, “Gel de Bana Sor” var şimdi. “İşte Öyle Bir Şey” var, “Sevdan Olmasa” var… Siz de fona bir Erol Evgin şarkısı alın da başlayalım hadi. Bazen çekilmiyor hayat gerçekten sevda olmasa, ah bu şarkılar olmasa…
İşte öyle bir şey…
İyi ki doğdun Erol Evgin…

Çocukluğu
Erol, 16 Nisan 1947’de, İstanbul, Moda’da, Naciye ve Cevdet Evgin çiftinin beş çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldi. Ailesi bir kız çocukları olsun çok istiyordu. Erol da varlığını bu duruma borçlu olduğunu yıllar sonra verdiği bir röportajda, muzip bir dille aktaracaktı.Erol’un çocuk yaşlarından beri hayali bir ses sanatçısı olmaktı. 3-5 yaşlarında başlamıştı bu hayal. Tangolar hayallerini öyle güzel süslüyordu ki, bu sesi bölen geleneksel bir Anadolu ailesinden gelen ve onu yaşatmanın hevesinde olan babası olacaktı. Cevdet Bey, belki oğlunun bu heveslerini başta bir çocuksu hal olarak değerlendirdi; ama yine de “Bileğinde bir altın bileziğin olsun evladım” değerinden hiç uzaklaşmadı. Annesi ise, kendisinin tanımıyla çok şefkatli, hiç eleştirmeyen bir kadındı. Erol, babasının gönlünü kazanırken, hayallerinin de peşinden gitmenin bir yolunu bulacaktı elbet…

Eğitim hayatı
Erol, liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra, babasının istekleri arasından birini seçmeye hazırlanmıştı bile. Kalbinin ve aklının en temiz köşesinde muhafaza etti müziği. Bunun yanında da doktorluk, mühendislik, mimarlık, avukatlık gibi pek çok altın bilezik değeri gören meslek arasından mimarlığı seçti. (Mimar Sinan Üniversitesi) Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü kazandı.Kendisine en yakın bu mesleği görmüştü. Nihayetin de o da bir sanattı. Yıllar sonra konuk olduğu bir televizyon programında hayatından bahsederken, mimarlığı şöyle tanımlayacaktı: “’Susmuş bir musiki’ derler mimarlık için. Benzer yanları vardır müzikle mimarlığın. Ve mimarlığı seçtim”.
Erol, mimarlığı sadece seçmemiş, başarılı bir eğitim hayatından sonra, okulda akademisyen olarak da kalmıştı. Ama yine şöyle bir cümlesi vardı ki programda, aslında bir insanın hayal kurmaya görsün, gönlüne söz geçiremeyişini özetliyordu: “Sonra hatta asistan oldum, üniversitede öğretim görevlisi olarak kaldım. Ama şarkılar o kadar ısrarla çağırdı ki beni…”
Bir röportajında ise, seçtiği mesleğin, hayaline etkisinden memnun olduğu yanları şöyle anlatıyordu: “…Ben de müzik okumadım, mimarlık okudum ailemi mutlu etmek için, ama sonradan mesleğimi çok sevdim. Estetik kavramını müthiş öğrenirsiniz, neden sonuç ilişkisini de net biçimde ortaya koyan bir meslektir. Ben de bunu müziğe taşıdım. Örnek yok, ekol yok, okul yok, o yüzden mimarlıktan çok faydalandım”.

Müzik kariyeri başlarken
Müziğin ona seslenişine kayıtsız kalamamış, çocuk kalbinin sesiyle birleşince de her şey bir şölene dönüşmüştü. Şu dünyada bir insanın çocuk yaşlarından beri kurduğu hayalin gerçekleşmesinden başka sayılabilecek eşdeğer güzelliklerin sayısı çok az olmalıydı…İlk şarkısı “Eski Günler”di. 1969’ta ilk 45’liği, “Sen-Eski Günler” çıkmıştı. Sesi güzeldi; ancak dışarıdan bakıldığında bilinen bir “ünlü” profili yoktu. Gri takım elbiseleri ve kravatı ile “Senden star olmaz, boşuna uğraşma” eleştirilerine kulaklarını tıkıyordu. Elbette çok morali bozuluyordu; ama iyi ki de bu sözleri kulak ardı edebiliyordu…
Bir zaman sonra Erol, dezavantaj olan bu durumu, avantaja dönüştürdü. Kendini, insanlara olduğu gibi sevdirmeyi başarmıştı. Yıllar sonra verdiği bir röportajında sevilişini şöyle açıklayacaktı: “İnsanlar beni öyle sevdiler. Ailelerin şarkıcısı oldum. Kızlarına aradıkları düzgün damat adayı modeli gibi. Bunu isteyerek yapmadım, zaten tipim öyle”. Ünlü olmaktan çok işini yapmaya odaklanmıştı. Nasıl olsa şöhretin gelip kendisini bulacağına inancı tamdı…
Eski Günler, festival birincisi bir şarkı olan “Canzone per te” şarkısının üzerine Türkçe sözler yazılmış haliydi. Erol, kendisi yazmıştı sözleri. Bir söz yazarıyla çalışmıyordu. Buna biçtiği çocuksu sebebi de yine konuk olduğu televizyon programında şöyle açıklayacaktı: “’Bir şarkı sözü yazarı, bana bir söz verir, ben de onu beğenmezsem nasıl reddederim’ diye çocukça bir şeyle kendim yazdım 6-7 yıl şarkılarımı. Çiğdem ile tanışana kadar…”

Erol Evgin evlendi
Erol, kendisi gibi Yüksek Mimar olan Emel ile 28 Şubat 1973’te evlendi. Bu evlilik onlara, Elvan ve Murat adını verdikleri iki çocuk getirdi.Daha sonra Erol, Ozan ve Eren adlı torunları da katılacaktı aileye…

Türk Popunda efsane üçlü
Her şey planlanmış gibi ilerlemişti adeta. Erol Evgin, Çiğdem Talu ve
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.
ile bir araya gelmişti. (
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.
) Gerçek şöhret, enfes müzik, üçü bir araya geldiğinde başlamıştı.Önce Çiğdem Talu ile tanıştı Erol. Karısı Emel Hanım, Çiğdem Talu’nun abisi Erdem Talu ile mimar olarak çalışıyordu. Onları bir araya getirdiler. Kimyaları tutmuştu. Müzik bir yerde de kimya işiydi sonuçta. İlk olarak “Tanrım Bu Hasret Bitse” ve “Şoför Mehmet” diye iki şarkı yaptılar.
Henüz tam olmamışlardı; bir eksiklerdi. İkinci plak öncesi, tüm parçalar yerine oturacaktı. Çalışmaya başlamışlardı ki, Çiğdem Talu, Erol Evgin’e, “Genç bir arkadaş var. Çok güzel besteleri de var. Onu çağırabilir miyim?” dedi.

Bu genç adam Melih Kibar’dı ve karşılaştıklarında Erol Evgin ile sevgi dolu sarıldılar. Evet, sarıldılar. Çünkü zaten onlar, öğrenciyken, Kadıköy Yelken Kulübü’nde müzik yapmışlardı. Melih piyano çalmış, Erol da şarkı söylemişti; oradan tanışıyorlardı. Yaşadıkları kopukluğun üzerine şimdi yeniden buluşmuş olmanın sevinci bir yana, onları buluşturan müzikti. “İşte Öyle Bir Şey” ile başladı yolculukları. “Sevdan Olmasa”, “Bir de Bana Sor”, “İçimdeki Fırtına”, “Söyle Canım”, “Hep Böyle Kal” gibi eşsiz 45’liklerle tam 8 yıl devam etti.
“İşte Öyle Bir Şey” ve “Söyle Canım” 45’likleri, “Altın Plak Ödülü”nü getirdi. Tüm şarkılar, dinleyenin kalbine gerçek bir dokunuşta bulunuyordu. Nasıl bulunmasındı ki? Aşkla yazılıyor, aşkla söyleniyordu. Bu şarkılarda, aşkın her notasına ulaşmak mümkündü…
Evet, Erol Evgin, çocukluğundan beri kalbinde taşıdığı sonsuz sevgi ve derin naifliği ile söylüyordu şarkıları. Peki nasıl yazılıyordu, bir kez daha hatırlayalım mı?
