2023 TURKIYE VIZYONU
Gelecek, Aslinda Simdi Basliyor
Mehmet Ögütçü
OECD Disi Ulkelerle Isbirligi Programi ve
Uluslararasi Yatirim Kuresel Forumu Baskani
OECD, Paris
mehmet.ogutcu@oecd.org
Dışarıdan bakıldığında, Türkiye hala yerli yerine oturmamış, uzun yıllardır kronik şekilde “kritik” ve “gecis ” dönemleri yaşayan, Avrupa Birliği’ne katılım süreci belirsiz, nereye ait olduğuna dair
ulusal kimlik tanımını henüz netleştirememiş, kendisiyle ve çevresindeki ülkelerle barışık olmayan, genç nüfusuna gelecek umudu ve istikamet duygusu aşılayamamış, kaynaklarını rasyonel
olarak kullanamayan, iç (90 milyar dolar) ve dış (110 milyar dolar) borç sarmalına düğümlenmiş, yenilenip dünyaya ayak uydurmak yerine ayak diremeyi esas almış bir ülke görüntüsü veriyor. Dünya
değişirken, hem de süratle değişirken, gereken tempoda ve çapta değişememenin sancılarını yaşıyor. Bunun ağır maliyetini de on yıllardır tünelin ucunda ışık beklerken gitgide yoksullaşan
insanlarına adil olmayan şekilde ödetiyor. Ekonomik bunalım, zamanında her vesileyle “dinamik” ve “lokomotif” güç olarak övdüğümüz özel sektörümüzün makyajını sildi. 2001’de dünya rekabet liginde yerimiz, 49 ülkeyi kapsayan uluslararası rekabet gücü sınıflandırmasına göre, 46 ıncı sırada idi. Rüşvet ve yolsuzluk sıralamalarında ise üst sıraları yıllardır kimseye kaptırmıyoruz. Sanayi, tarım ve işgücü verimliliği uluslararası ortalamanın epey altında. Turizmde “parasız” turistlere ve yabancı tur operatörlerine çalışıyoruz. Doğal çevrenin dengesini bozmakta üstümüze yok. Üretimden, bilgi cağını yakalamaktan çok rant dağıtmaya göre şekillenmiş olan ekonomik yapımızın IMF disiplini altında değişeceği söylemi hala inandırıcı olmaktan uzak. Halkın iradesini yansıtmayan, kaliteyi vitrinine bir türlü çekemeyen, ne idüğü belirsiz “yönetemeyen” bir demokrasi altında akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Sivil yönetim, askerlere söz geçirecek ve politikalara yön verecek meşruiyet ve kapasiteye sahip gözükmüyor.
Devletin adaleti işlemediği için özelleştirilmiş “hukuklar” kök salıyor. Neredeyse övündüğümüz her
şey ithal. Her ne kadar iddialı ve ihtiraslı insandan geçilmiyorsa da dünya ölçeğinde kıyaslanabilir
politikacı, işadamı, sanatçı ve bilim adamı eksikliği güçlü şekilde hissediliyor. Öyle bir tarihi dönemeçteyiz ki ve de öylesine kıymetli bir gayrimenkulun üzerinde yaşıyoruz ki, istesek de istemesek de değişeceğiz. AB bütünleşmesi ve IMF disiplini çerçevesindeki ekonomik dönüşümler siyaset dünyasına da yansıyarak yöneten, kendisini sürekli yenileyen dinamik bir sistemi tetiklemelidir. Şayet iç dinamikler harekete gecip bu değişimi sürükleyemezlerse dış dinamiklerin
dayatması ile sistem yenilenmesi er ya da geç (muhtemelen de daha yüksek maliyetle) gerçekleşecek. Ne yazık ki, küreselleşme rüzgarı ve dünya güçler dengesi hesaplarının zorlayacağı böylesi bir kabuk
değişimi kontrolümüzden çıkabilir. Başlama düdüğünü bizim çalmadığımız değişimin kendi ulusal
menfaatlerimizi ve önceliklerimizi yansıtmasını da kimse beklememeli.
2023 Türkiye Vizyonu
Madem değişim kaçınılmaz o halde “değişimin ana unsurları, dünya koşullarında yeniden
tanımlanacak yerimiz, reformların hangi sırayla gündeme getirileceği, atılacak adımların zamanlaması,
yönetimi, toplumun geniş kesimleri ile ortak anlayış noktalarının çıkartılması ve uygulamanın izlenmesi nasıl olmalı?” gibi sorulara vakit geçirmeksizin yanıt aramak zorundayız. Sonbahar rüzgarında bir o yana bir bu yana savrulan yaprak misali kendimize kimlik, rol ve konum aramamak için ayakları yere basan berrak bir stratejik vizyon geliştirmeliyiz. Geleceği tevekkülle beklemek yerine onu tercihlerimiz doğrultusunda şimdiden biçimlendirmeye başlamalıyız. Çok uzaklarda görünüyorsa da stratejik “Türkiye Vizyonu” için hedef olarak Cumhuriyetimizin yüzüncü kuruluş yıldönümüne denk düşen 2023 seçilmesi kitlelere istikamet göstermek, motivasyon sağlamak bakımından elzemdir. Böylesi bir vizyon çalışması tarımdan eğitime, yabancı yatırımlardan bilgi
ekonomisine, dış politikadan su sorununa, sürdürülebilir kalkınmaya, güvenlik mimarisinden kent
planlamasına, AB üyeliğinden alternatif enerji kaynaklarına, kültürel yenilenmeye kadar uzanan geniş bir menzilde değişen dünyanın ve değişemeyen Türkiye’nin fotoğrafını çekmeye, geleceğe dönük görüş ve önerileri, kestirimleri paylaşmaya çalışmalıdır.
Kapsamlı “Türkiye 2023 Vizyonu”nu elbette ki tek bir kişinin, araştırmacılar ekibinin ya da siyasi
grubun tasarlaması, savunması ve geniş kesimlere benimsetmesi mümkün değil.
Basında birkaç gün yer işgal ettikten sonra ömrü dolan cicili bicili raporlara ihtiyacımız yok.
Böyle bir vizyonun kendi başına ülkenin sorunlarına çözüm getireceğini iddia etmek de naiflik olur.
Birçok ülkede bu amaçla genellikle Cumhurbaşkanı’nın öncülüğünde kılı kırk yararak her kesimden
seçilmiş bilge kişiler ekibi oluşturuluyor. Tüm ilgili aktörlerin görüşleri ve önerileri dikkate alındıktan
sonra aylar süren beyin fırtınaları neticesinde katılımcı ve partiler-üstü bir yaklaşımla önce stratejik
çerçeve çıkartılıyor. Ardından, hükümet, parlamento, basın-yayın organları ve kamuoyu bu stratejik
çerçeveyi tüm yönleriyle tartışıyor, gözden geçiriyor. Uygun görülen konularda eylem planları
hazırlanıyor. Bunların uygulanması, vizyon sahiplerince ve kamuoyunca titizlikle takip ediliyor, gerektikçe gözden geçiriliyor. Siyasi partilerin seçim başarısı bu hedeflere varmak için yaptıkları çalışmalar ile ölçülüyor. Hem her geçen gün karmaşıklaşan ülkenin günbegün yönetimi hem de stratejik gelecek yönetimi, her ne kadar zor olsa da, paralel yürütülmesi gereken bir süreç.
Helva’yi kim, nasil yapacak?
Aslında geleceğe umut ve heyecanla bakılması, büyük iddia ve hayallerin gerçekleştirebilmesi için
yeterli irade, kaynak ve potansiyel ülkemizde mevcut. İş, büyük ölçüde yağ, un ve şekerin uygun kıvamda “helva”ya dönüştürülmesinde düğümleniyor. Kişi başına gelirimiz son ekonomik bunalımdan sonra hayli geriledi; ancak yine de satın alma gücü paritesine göre GSMH toplamı sıralamasında ilk yirmi ülke arasındayız dünyada. Üstelik kayıt dışı ekonomi bu hesaba dahil değil. Ekilebilir arazi büyüklüğü bakımından, dünyanın 10’uncu ülkesiyiz. Toplam nüfus açısından ise dünya 17incisi. Şimdilik Batı’yı telaşlandıran “yaşlanan nüfus” korkusu henüz bize sirayet etmedi. 1990 ile 2030 arası dönemde OECD nüfusu içinde yaşlıların oranı neredeyse iki kat artarak yüzde 13’den yüzde 22,5’a yükselecek; Avrupa’nın iyi yetişmiş genç emek ve beyin gücü Türkiye kaynaklı olabilir.
Kağıt üzerinde etkileyici gözüken bu verilere bir de Türkiye’nin jeostratejik önemi, imparatorluk
mirasını, yüzyıllara dayanan kurumlarını, muhteşem doğasını, turizm varlıklarını, imbikten süzülmüş
geleneklerini, birbirine geçmiş onca değişik kültürlerini, Balkanlar’ı, Ortadoğu’yu, Akdeniz’i ve
Kafkasya’yı birleştiren anahtar ülke konumunu, NATO’nun ikinci büyük ordusunu, elindeki su
rezervlerini, dinamik müteşebbislerini, Doğu-Batı Avrasya enerji koridoru özelliğini ekleyin. Görünen
manzara, yine kağıt üzerinde, tüm temel unsurları sağlam görünen, “geleceği parlak” bir Türkiye.
Masabaşı ekonometrik modellerinden hareketle ülkemizin GSMH’ sinin 2023’e kadar altıya
katlanarak 1.2 trilyon dolara çıkacağı hesaplanıyor. Bunu o zaman ulaşacağımız varsayılan 92 milyonluk nüfusa böldüğümüzde kişi basına gelirimiz 13,000 dolar civarında olacak. Yani, “herşey bugünkü gibi” senaryosu geçer akçe olursa, korkarız, Yunanistan’ın 1999’da sahip olduğu kişi basına geliri biz ancak çeyrek yüzyıl sonra tutturabileceğiz. Tabii ki arada meydana gelebilecek olumsuz değişim ya da savaş ve deprem gibi felaket senaryolarını dikkate almazsak. Dolayısıyla, ülkemizdeki mevcut iyimser havanın, atılması gereken adımların sanal başarı sarhoşluğu ortamında geriye itilmesi ihtimalini hiç yabana atmadan, kendimize biraz daha ihtiraslı, iddialı “yüksek büyüme”, “insana yatırım” ve “teknolojide üst kümeye sıçrama” senaryosunu hedef alarak, çıtayı yükseltmek zorundayız. Toz dumandan ortalığın net şekilde seçilemediği kriz dönemleri, bazen ülkelerin yeniden dirilişi, geride kalan yılların “adamsendeciliği”ni telafi edecek büyük atılımları başlatmaları için kamçı vazifesi görebiliyor. Tarihte bunun çarpıcı örnekleri Japonya, Almanya ve Kore’de yasandı. Doğu Asya ekonomilerinin Temmuz 1997’den bu yana mali krizden bünyelerini daha da sağlamlaştırarak çıkmaları da yakın tarihten başka bir derstir. Rusya, en karamsar döneminde genç bir liderin peşinde önündeki çetin dönüşümleri gerçekleştirme sürecini başlattı ve şimdilik başarıyla sürdürüyor.
Başlangıçta kökten değişim rüzgarının tepeden inme getirilmesi zorunluluk arz edebilir. Zira, her
konuda bıçakla kesilmiş karpuz gibi taraf olmaya hazır insanların dünyasında değişimden yana icraat
yapabilmek hem cesur olmayı, hem risk almayı gerektiriyor. Hem de ülkenin toplumsal dokusunu, özlem ve saplantılarını iyi okumayı. Ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar hem mevcut sorunların üstesinden gelinmesi, hem de yeni yüzyılın sunduğu fırsatların yakalanması 65-75 yaş kuşağındaki (artık köşelerine çekilmeleri beklenilen) mevcut liderlerimizin harcı değil. Çoğunun menfaati daha ziyade statükonun korunmasında yatıyor. İsteseler dahi değişim rüzgarlarını – çoğu, yeni yüzyılın gerektirdiği donanıma sahip olmadıklarından – yakalamaları mümkün görünmüyor. Siyasetçilerimiz genellikle devlet rantını paylaşmayı, öfkeyi örgütlemeyi, tepki sergilemeyi ya da güncel sorunları dillendirmeyi tercih ediyorlar. Oysa, ortak temel ve değerlerimizden hareketle, yeni gelecek tasarımları kitleleri sisteme daha sıkı bağlayacak, uzun zamandır kimsenin ağzına
almadığı umutları yeniden yeşertecektir. Kurumların henüz yerli yerine oturup belli bir düzeni idame ettiremediği bizimki gibi toplumlarda lokomotif rol üstlenecek liderler kritik öneme sahiptirler. Onlar, şayet iyi teçhiz edilmişlerse, çevrelerinde kendini ideallere adamış ehil kadrolar oluşturabilirlerse, demokratik mekanizmaları sonuna kadar kullanıp toplumlarını şevklendirip belli hedefler istikametinde daha yukarılara doğru sürükleyebilirler. Öte yandan, çapsız, muhlis, otoriter ve vizyonsuz liderlerin elinde de aşağıya doğru iniş kaçınılmazdır.
Vizyon hareketinin tetiğinin çekilmesi, gerçekleri kamuoyuna çekinmeden söyleyebilecek, verilen
sözleri yerine getirebilecek, karizma tik, bilgili, dürüst ve etkin çekirdek bir lider kadrosunun
mevcudiyetine bağlıdır. Başarılı liderlik erkek ya da kadına, yumuşak ya da sert olmaya, saldırgan ya da hassas davranmaya göre farklılık göstermiyor. Liderler, herşeyden önce güçlü bir şekilde tanımlanmış amaç duygusuna sahip olmalıdırlar. Halihazırda tepedeki insanlar, zorlayıcı, tepeden bakan bir vizyon yaratmak yerine daha çok politika, uygulama ve usul kuralları yapmada iyiler. Daha fazla verimlilik sağlama, sistemlerini ve yapılarını daha etkin şekilde denetleme uğrası içindeler. Oysa bizim bir rüyası, misyonu, stratejik amacı olan, vizyonunu kamuoyuna, uygulayıcılara ve dış dünyaya en iyi şekilde aktarma, kitleleri hedefler doğrultusunda motive etme kapasitesine sahip liderlere ihtiyacımız var. Bunları özel laboratuarlarda yetiştiremeyeceğimize ya da dışarıdan ithal edemeyeceğimize göre siyasi sürece erken aşamada katmanın, sorumluluklar yükleyerek pişmelerinin önünü açmak zorundayız.
Gerçekçi Bir Yol Haritası ve Öncelikler Listesi
Herşeyin içice girdiği ve karşılıklı bağımlılığın inanılmaz süratte arttığı bir dünyada artık ülkelerin
başarı ya da başarısızlığı geleneksel ulusal gelir toplamından farklı şekilde hesap edilen “etkin büyüme”ye bağlı hale geldi. Büyüyerek zenginleşmek sadece yaşam standartlarını iyileştirme –yani, daha fazla dayanıklı tüketim malları satın alma ya da sağlığa daha fazla para ayırma --meselesi olmaktan çıktı. Büyüme, uluslararası siyasi sisteme yansıdığından beraberinde “güç” getiriyor. Bu itibarla, önümüzdeki yüzyılda sadece sanayileri daha etkin hale getirmenin yetmeyeceği, sonuçta toplumu her alanda topyekün etkinleştirme başarısı gösteren ülkelerin öne fırlayacağı bilinmelidir.
Bu değişimin doğrudan sonucu, zengin ekonomiler imalat sanayiinden çok artan ölçüde hem teknoloji
hem de insan sermayesi içeren bilginin yaratımı, dağıtımı ve kullanımının motor gücü oluyorlar. Bilgi
yoğun sanayiler daha hızlı büyüyor, daha fazla istihdam ve gelir yaratıyorlar. Gelecekte en iyi performansı gösterecek ekonomiler belli kıstaslara göre seçilmiş ya da kayırılan “stratejik” sanayilere destek verenler değil bilgi varlıklarını en etkin şekilde ekonominin her sahasına tatbik edebilenler oluyor. Bilgi ve bilgili insan artık ekonominin en önemli girdisi. Klasik iktisat teorileri dünya ve ulusal ekonomilerde yaşanmakta olan alışılmadık bu değişim ve gelişmeleri izahta yetersiz kalıyor.
Bugüne kadar olduğu gibi rüzgara kapılıp amaçsızca bir o yana bir bu yana savrulmak istemiyorsak,
iktidara gelince çözüm bekleyen büyüklü-küçüklü sorunlar batağında boğulmamak, çevreyi kuşatacak
menfaat grupları/danışmanlar çemberinin bizi sürekli “önemli” konulara çekme gayretlerinden sakınmak için tüm enerji/yetenek/kaynakların kilitleneceği (gerektikçe de gözden geçirilecek) öncelikler listesini çıkartarak işe başlamalıyız.
Adım adım bu öncelikleri nasıl gerçekleştirilebileceği de somut önlem, proje ve icraat takvimine
bağlamalıyız. Amaç, stratejik hedeflerimizi, önceliklerimizi gerçekleştirmek için kurumsal, hukuksal,
teknolojik ve insan gücü altyapısını şimdiden hazırlamaktır. Bu tür egzersizlerde yalnızca bilimsel olma kaygısını ön planda tutarsanız sürecin önünü tıkarsınız. Köklü değişimleri ancak belli kalıpların esiri olmayan, aykırı, yaratıcı, cesur beyinler ortaya koyabilir. Düşünce özgürlüğü sadece siyasi sistemin demokratik vasfının olmazsa olmaz koşulu değil aynı zamanda ülkedeki yaratıcılığın ve yenilenmenin de önde gelen gereklerinden birisidir. Her soruna aynı anda saldırarak, mevcut kurulu yapıları hallaç pamuğu gibi attırarak sonuç almak mümkün değil. Bize göre, önümüzdeki dönemde Türkiye öncelikli ve birbiri ile de bağlantılı şu dört temel hedefin yılmaz takipçisi olmalıdır:
Alıntı yazı.
Gelecek, Aslinda Simdi Basliyor
Mehmet Ögütçü
OECD Disi Ulkelerle Isbirligi Programi ve
Uluslararasi Yatirim Kuresel Forumu Baskani
OECD, Paris
mehmet.ogutcu@oecd.org
Dışarıdan bakıldığında, Türkiye hala yerli yerine oturmamış, uzun yıllardır kronik şekilde “kritik” ve “gecis ” dönemleri yaşayan, Avrupa Birliği’ne katılım süreci belirsiz, nereye ait olduğuna dair
ulusal kimlik tanımını henüz netleştirememiş, kendisiyle ve çevresindeki ülkelerle barışık olmayan, genç nüfusuna gelecek umudu ve istikamet duygusu aşılayamamış, kaynaklarını rasyonel
olarak kullanamayan, iç (90 milyar dolar) ve dış (110 milyar dolar) borç sarmalına düğümlenmiş, yenilenip dünyaya ayak uydurmak yerine ayak diremeyi esas almış bir ülke görüntüsü veriyor. Dünya
değişirken, hem de süratle değişirken, gereken tempoda ve çapta değişememenin sancılarını yaşıyor. Bunun ağır maliyetini de on yıllardır tünelin ucunda ışık beklerken gitgide yoksullaşan
insanlarına adil olmayan şekilde ödetiyor. Ekonomik bunalım, zamanında her vesileyle “dinamik” ve “lokomotif” güç olarak övdüğümüz özel sektörümüzün makyajını sildi. 2001’de dünya rekabet liginde yerimiz, 49 ülkeyi kapsayan uluslararası rekabet gücü sınıflandırmasına göre, 46 ıncı sırada idi. Rüşvet ve yolsuzluk sıralamalarında ise üst sıraları yıllardır kimseye kaptırmıyoruz. Sanayi, tarım ve işgücü verimliliği uluslararası ortalamanın epey altında. Turizmde “parasız” turistlere ve yabancı tur operatörlerine çalışıyoruz. Doğal çevrenin dengesini bozmakta üstümüze yok. Üretimden, bilgi cağını yakalamaktan çok rant dağıtmaya göre şekillenmiş olan ekonomik yapımızın IMF disiplini altında değişeceği söylemi hala inandırıcı olmaktan uzak. Halkın iradesini yansıtmayan, kaliteyi vitrinine bir türlü çekemeyen, ne idüğü belirsiz “yönetemeyen” bir demokrasi altında akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Sivil yönetim, askerlere söz geçirecek ve politikalara yön verecek meşruiyet ve kapasiteye sahip gözükmüyor.
Devletin adaleti işlemediği için özelleştirilmiş “hukuklar” kök salıyor. Neredeyse övündüğümüz her
şey ithal. Her ne kadar iddialı ve ihtiraslı insandan geçilmiyorsa da dünya ölçeğinde kıyaslanabilir
politikacı, işadamı, sanatçı ve bilim adamı eksikliği güçlü şekilde hissediliyor. Öyle bir tarihi dönemeçteyiz ki ve de öylesine kıymetli bir gayrimenkulun üzerinde yaşıyoruz ki, istesek de istemesek de değişeceğiz. AB bütünleşmesi ve IMF disiplini çerçevesindeki ekonomik dönüşümler siyaset dünyasına da yansıyarak yöneten, kendisini sürekli yenileyen dinamik bir sistemi tetiklemelidir. Şayet iç dinamikler harekete gecip bu değişimi sürükleyemezlerse dış dinamiklerin
dayatması ile sistem yenilenmesi er ya da geç (muhtemelen de daha yüksek maliyetle) gerçekleşecek. Ne yazık ki, küreselleşme rüzgarı ve dünya güçler dengesi hesaplarının zorlayacağı böylesi bir kabuk
değişimi kontrolümüzden çıkabilir. Başlama düdüğünü bizim çalmadığımız değişimin kendi ulusal
menfaatlerimizi ve önceliklerimizi yansıtmasını da kimse beklememeli.
2023 Türkiye Vizyonu
Madem değişim kaçınılmaz o halde “değişimin ana unsurları, dünya koşullarında yeniden
tanımlanacak yerimiz, reformların hangi sırayla gündeme getirileceği, atılacak adımların zamanlaması,
yönetimi, toplumun geniş kesimleri ile ortak anlayış noktalarının çıkartılması ve uygulamanın izlenmesi nasıl olmalı?” gibi sorulara vakit geçirmeksizin yanıt aramak zorundayız. Sonbahar rüzgarında bir o yana bir bu yana savrulan yaprak misali kendimize kimlik, rol ve konum aramamak için ayakları yere basan berrak bir stratejik vizyon geliştirmeliyiz. Geleceği tevekkülle beklemek yerine onu tercihlerimiz doğrultusunda şimdiden biçimlendirmeye başlamalıyız. Çok uzaklarda görünüyorsa da stratejik “Türkiye Vizyonu” için hedef olarak Cumhuriyetimizin yüzüncü kuruluş yıldönümüne denk düşen 2023 seçilmesi kitlelere istikamet göstermek, motivasyon sağlamak bakımından elzemdir. Böylesi bir vizyon çalışması tarımdan eğitime, yabancı yatırımlardan bilgi
ekonomisine, dış politikadan su sorununa, sürdürülebilir kalkınmaya, güvenlik mimarisinden kent
planlamasına, AB üyeliğinden alternatif enerji kaynaklarına, kültürel yenilenmeye kadar uzanan geniş bir menzilde değişen dünyanın ve değişemeyen Türkiye’nin fotoğrafını çekmeye, geleceğe dönük görüş ve önerileri, kestirimleri paylaşmaya çalışmalıdır.
Kapsamlı “Türkiye 2023 Vizyonu”nu elbette ki tek bir kişinin, araştırmacılar ekibinin ya da siyasi
grubun tasarlaması, savunması ve geniş kesimlere benimsetmesi mümkün değil.
Basında birkaç gün yer işgal ettikten sonra ömrü dolan cicili bicili raporlara ihtiyacımız yok.
Böyle bir vizyonun kendi başına ülkenin sorunlarına çözüm getireceğini iddia etmek de naiflik olur.
Birçok ülkede bu amaçla genellikle Cumhurbaşkanı’nın öncülüğünde kılı kırk yararak her kesimden
seçilmiş bilge kişiler ekibi oluşturuluyor. Tüm ilgili aktörlerin görüşleri ve önerileri dikkate alındıktan
sonra aylar süren beyin fırtınaları neticesinde katılımcı ve partiler-üstü bir yaklaşımla önce stratejik
çerçeve çıkartılıyor. Ardından, hükümet, parlamento, basın-yayın organları ve kamuoyu bu stratejik
çerçeveyi tüm yönleriyle tartışıyor, gözden geçiriyor. Uygun görülen konularda eylem planları
hazırlanıyor. Bunların uygulanması, vizyon sahiplerince ve kamuoyunca titizlikle takip ediliyor, gerektikçe gözden geçiriliyor. Siyasi partilerin seçim başarısı bu hedeflere varmak için yaptıkları çalışmalar ile ölçülüyor. Hem her geçen gün karmaşıklaşan ülkenin günbegün yönetimi hem de stratejik gelecek yönetimi, her ne kadar zor olsa da, paralel yürütülmesi gereken bir süreç.
Helva’yi kim, nasil yapacak?
Aslında geleceğe umut ve heyecanla bakılması, büyük iddia ve hayallerin gerçekleştirebilmesi için
yeterli irade, kaynak ve potansiyel ülkemizde mevcut. İş, büyük ölçüde yağ, un ve şekerin uygun kıvamda “helva”ya dönüştürülmesinde düğümleniyor. Kişi başına gelirimiz son ekonomik bunalımdan sonra hayli geriledi; ancak yine de satın alma gücü paritesine göre GSMH toplamı sıralamasında ilk yirmi ülke arasındayız dünyada. Üstelik kayıt dışı ekonomi bu hesaba dahil değil. Ekilebilir arazi büyüklüğü bakımından, dünyanın 10’uncu ülkesiyiz. Toplam nüfus açısından ise dünya 17incisi. Şimdilik Batı’yı telaşlandıran “yaşlanan nüfus” korkusu henüz bize sirayet etmedi. 1990 ile 2030 arası dönemde OECD nüfusu içinde yaşlıların oranı neredeyse iki kat artarak yüzde 13’den yüzde 22,5’a yükselecek; Avrupa’nın iyi yetişmiş genç emek ve beyin gücü Türkiye kaynaklı olabilir.
Kağıt üzerinde etkileyici gözüken bu verilere bir de Türkiye’nin jeostratejik önemi, imparatorluk
mirasını, yüzyıllara dayanan kurumlarını, muhteşem doğasını, turizm varlıklarını, imbikten süzülmüş
geleneklerini, birbirine geçmiş onca değişik kültürlerini, Balkanlar’ı, Ortadoğu’yu, Akdeniz’i ve
Kafkasya’yı birleştiren anahtar ülke konumunu, NATO’nun ikinci büyük ordusunu, elindeki su
rezervlerini, dinamik müteşebbislerini, Doğu-Batı Avrasya enerji koridoru özelliğini ekleyin. Görünen
manzara, yine kağıt üzerinde, tüm temel unsurları sağlam görünen, “geleceği parlak” bir Türkiye.
Masabaşı ekonometrik modellerinden hareketle ülkemizin GSMH’ sinin 2023’e kadar altıya
katlanarak 1.2 trilyon dolara çıkacağı hesaplanıyor. Bunu o zaman ulaşacağımız varsayılan 92 milyonluk nüfusa böldüğümüzde kişi basına gelirimiz 13,000 dolar civarında olacak. Yani, “herşey bugünkü gibi” senaryosu geçer akçe olursa, korkarız, Yunanistan’ın 1999’da sahip olduğu kişi basına geliri biz ancak çeyrek yüzyıl sonra tutturabileceğiz. Tabii ki arada meydana gelebilecek olumsuz değişim ya da savaş ve deprem gibi felaket senaryolarını dikkate almazsak. Dolayısıyla, ülkemizdeki mevcut iyimser havanın, atılması gereken adımların sanal başarı sarhoşluğu ortamında geriye itilmesi ihtimalini hiç yabana atmadan, kendimize biraz daha ihtiraslı, iddialı “yüksek büyüme”, “insana yatırım” ve “teknolojide üst kümeye sıçrama” senaryosunu hedef alarak, çıtayı yükseltmek zorundayız. Toz dumandan ortalığın net şekilde seçilemediği kriz dönemleri, bazen ülkelerin yeniden dirilişi, geride kalan yılların “adamsendeciliği”ni telafi edecek büyük atılımları başlatmaları için kamçı vazifesi görebiliyor. Tarihte bunun çarpıcı örnekleri Japonya, Almanya ve Kore’de yasandı. Doğu Asya ekonomilerinin Temmuz 1997’den bu yana mali krizden bünyelerini daha da sağlamlaştırarak çıkmaları da yakın tarihten başka bir derstir. Rusya, en karamsar döneminde genç bir liderin peşinde önündeki çetin dönüşümleri gerçekleştirme sürecini başlattı ve şimdilik başarıyla sürdürüyor.
Başlangıçta kökten değişim rüzgarının tepeden inme getirilmesi zorunluluk arz edebilir. Zira, her
konuda bıçakla kesilmiş karpuz gibi taraf olmaya hazır insanların dünyasında değişimden yana icraat
yapabilmek hem cesur olmayı, hem risk almayı gerektiriyor. Hem de ülkenin toplumsal dokusunu, özlem ve saplantılarını iyi okumayı. Ne kadar iyi niyetli olursa olsunlar hem mevcut sorunların üstesinden gelinmesi, hem de yeni yüzyılın sunduğu fırsatların yakalanması 65-75 yaş kuşağındaki (artık köşelerine çekilmeleri beklenilen) mevcut liderlerimizin harcı değil. Çoğunun menfaati daha ziyade statükonun korunmasında yatıyor. İsteseler dahi değişim rüzgarlarını – çoğu, yeni yüzyılın gerektirdiği donanıma sahip olmadıklarından – yakalamaları mümkün görünmüyor. Siyasetçilerimiz genellikle devlet rantını paylaşmayı, öfkeyi örgütlemeyi, tepki sergilemeyi ya da güncel sorunları dillendirmeyi tercih ediyorlar. Oysa, ortak temel ve değerlerimizden hareketle, yeni gelecek tasarımları kitleleri sisteme daha sıkı bağlayacak, uzun zamandır kimsenin ağzına
almadığı umutları yeniden yeşertecektir. Kurumların henüz yerli yerine oturup belli bir düzeni idame ettiremediği bizimki gibi toplumlarda lokomotif rol üstlenecek liderler kritik öneme sahiptirler. Onlar, şayet iyi teçhiz edilmişlerse, çevrelerinde kendini ideallere adamış ehil kadrolar oluşturabilirlerse, demokratik mekanizmaları sonuna kadar kullanıp toplumlarını şevklendirip belli hedefler istikametinde daha yukarılara doğru sürükleyebilirler. Öte yandan, çapsız, muhlis, otoriter ve vizyonsuz liderlerin elinde de aşağıya doğru iniş kaçınılmazdır.
Vizyon hareketinin tetiğinin çekilmesi, gerçekleri kamuoyuna çekinmeden söyleyebilecek, verilen
sözleri yerine getirebilecek, karizma tik, bilgili, dürüst ve etkin çekirdek bir lider kadrosunun
mevcudiyetine bağlıdır. Başarılı liderlik erkek ya da kadına, yumuşak ya da sert olmaya, saldırgan ya da hassas davranmaya göre farklılık göstermiyor. Liderler, herşeyden önce güçlü bir şekilde tanımlanmış amaç duygusuna sahip olmalıdırlar. Halihazırda tepedeki insanlar, zorlayıcı, tepeden bakan bir vizyon yaratmak yerine daha çok politika, uygulama ve usul kuralları yapmada iyiler. Daha fazla verimlilik sağlama, sistemlerini ve yapılarını daha etkin şekilde denetleme uğrası içindeler. Oysa bizim bir rüyası, misyonu, stratejik amacı olan, vizyonunu kamuoyuna, uygulayıcılara ve dış dünyaya en iyi şekilde aktarma, kitleleri hedefler doğrultusunda motive etme kapasitesine sahip liderlere ihtiyacımız var. Bunları özel laboratuarlarda yetiştiremeyeceğimize ya da dışarıdan ithal edemeyeceğimize göre siyasi sürece erken aşamada katmanın, sorumluluklar yükleyerek pişmelerinin önünü açmak zorundayız.
Gerçekçi Bir Yol Haritası ve Öncelikler Listesi
Herşeyin içice girdiği ve karşılıklı bağımlılığın inanılmaz süratte arttığı bir dünyada artık ülkelerin
başarı ya da başarısızlığı geleneksel ulusal gelir toplamından farklı şekilde hesap edilen “etkin büyüme”ye bağlı hale geldi. Büyüyerek zenginleşmek sadece yaşam standartlarını iyileştirme –yani, daha fazla dayanıklı tüketim malları satın alma ya da sağlığa daha fazla para ayırma --meselesi olmaktan çıktı. Büyüme, uluslararası siyasi sisteme yansıdığından beraberinde “güç” getiriyor. Bu itibarla, önümüzdeki yüzyılda sadece sanayileri daha etkin hale getirmenin yetmeyeceği, sonuçta toplumu her alanda topyekün etkinleştirme başarısı gösteren ülkelerin öne fırlayacağı bilinmelidir.
Bu değişimin doğrudan sonucu, zengin ekonomiler imalat sanayiinden çok artan ölçüde hem teknoloji
hem de insan sermayesi içeren bilginin yaratımı, dağıtımı ve kullanımının motor gücü oluyorlar. Bilgi
yoğun sanayiler daha hızlı büyüyor, daha fazla istihdam ve gelir yaratıyorlar. Gelecekte en iyi performansı gösterecek ekonomiler belli kıstaslara göre seçilmiş ya da kayırılan “stratejik” sanayilere destek verenler değil bilgi varlıklarını en etkin şekilde ekonominin her sahasına tatbik edebilenler oluyor. Bilgi ve bilgili insan artık ekonominin en önemli girdisi. Klasik iktisat teorileri dünya ve ulusal ekonomilerde yaşanmakta olan alışılmadık bu değişim ve gelişmeleri izahta yetersiz kalıyor.
Bugüne kadar olduğu gibi rüzgara kapılıp amaçsızca bir o yana bir bu yana savrulmak istemiyorsak,
iktidara gelince çözüm bekleyen büyüklü-küçüklü sorunlar batağında boğulmamak, çevreyi kuşatacak
menfaat grupları/danışmanlar çemberinin bizi sürekli “önemli” konulara çekme gayretlerinden sakınmak için tüm enerji/yetenek/kaynakların kilitleneceği (gerektikçe de gözden geçirilecek) öncelikler listesini çıkartarak işe başlamalıyız.
Adım adım bu öncelikleri nasıl gerçekleştirilebileceği de somut önlem, proje ve icraat takvimine
bağlamalıyız. Amaç, stratejik hedeflerimizi, önceliklerimizi gerçekleştirmek için kurumsal, hukuksal,
teknolojik ve insan gücü altyapısını şimdiden hazırlamaktır. Bu tür egzersizlerde yalnızca bilimsel olma kaygısını ön planda tutarsanız sürecin önünü tıkarsınız. Köklü değişimleri ancak belli kalıpların esiri olmayan, aykırı, yaratıcı, cesur beyinler ortaya koyabilir. Düşünce özgürlüğü sadece siyasi sistemin demokratik vasfının olmazsa olmaz koşulu değil aynı zamanda ülkedeki yaratıcılığın ve yenilenmenin de önde gelen gereklerinden birisidir. Her soruna aynı anda saldırarak, mevcut kurulu yapıları hallaç pamuğu gibi attırarak sonuç almak mümkün değil. Bize göre, önümüzdeki dönemde Türkiye öncelikli ve birbiri ile de bağlantılı şu dört temel hedefin yılmaz takipçisi olmalıdır:
Alıntı yazı.