Soğuktan titreyerek uyandı. Uykulu gözlerle çevresine baktı. Güneş, daha yarım mızrak boyu kadar bile yükselmemişti. “Az sonra tan atar, gâvur, Müslüman seçilecek olur sokaklar. Kırmızı şafak söker gelir. Kurt, kuş uyanır. Ak saçlılar çıkar yataklarından” diye düşündü.
Çocukluğundan beri bakıp durduğu köyü bir kez daha seyretti. Köy etrafı dağlarla çevrili dik bir bayırın eteğindeydi. Uyduruk bir kireç beyazına boyanmış, yirmi bilemedin yirmi beş adet samanlı kerpiç ev. Hepsi de birbirine benzeyen, hayvanlarla insanların iç içe, koyun koyuna barındığı, eski, bel vermiş, yıkıldı yıkılacak çirkin haneler.
Kuşağını bağladı, çağşırını topladı. Çoraplarını dizlerine doğru çekti. Pos bıyıklarını düzeltti. Kasketini biraz eğdi. Kapıya vardı. Araladı.
Çıkacaktı. Dönüp karısına baktı. Sol yanına devrilmiş yatıyordu. Kolunun biri yorganın dışındaydı. Yorgan göğüslerinden aşağıda bir yerlerdeydi. Saçları boynuna, göğsüne dökülmüştü. Göğsünün biri dolgunca sarkmış, iç gömleğinin altından görünüyordu.
Yuvarlak yüzlü, dolgunca dudaklıydı karısı. Geceleri yanında yatarken olduğundan çok, böyle karşıdan bakarken çekiciydi. Ama huysuz. Neden? Belki bu batağın üstündeki karanlık evi sevmiyor. Burda yatıp kalkmalardan hiç tat almıyor belki. Tat almayınca bir kadın niçin yatıp dursun kocasıyla? Sabah akşam yatıp kalkmak isterdi oysa kendisi. Sırıttı.
Tam o anda yılanı gördü. Kalın, upuzun ve kapkara bir yılandı. Pulları, güneşin ilk ışıkları altında, kıpkızıl menevişler çıkarıyordu. Korktu. Bu yılan, çocukluğundan beri görüp tanıdığı o incecik su yılanlarına, yemyeşil ve zararsız buğday yılanlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Yeni bir yılandı bu. Bahçedeki yer yatağının biraz uzağında öylece çöreklenmiş duruyor ve dimdik kendisine bakıyordu.
El yordamıyla bir taş arandı. Bulamadı. Korkusu iyice arttı. Yavaşça yastığının altındaki tüfeğe uzandı. Çekti aldı. Silahı yılana doğrulttu. Yılan hızla arkaya dönüp, biraz ilerideki çalıların arasına ağdı, kayboldu.
Derin bir nefes almaya başlamıştı ki, dondu kaldı. Bir anda yirmi-otuz kadar yılan her yandan çıktı ve biraz önceki yılanın ağdığı sık çalılığa doğru sürünmeye başladı. Yılanların çıkardığı ıslık sesleri ve toz bulutuna doğru ateş etti.
Silah sesini duyan oğlu koştu geldi. Komşular da biraz sonra oradaydılar. Sopalarla yılanlara vurmaya başladılar.
Sonra yılanların kaçtığı çalıları ateşe verdiler. Keskin tıslamalar duydular. Bir saat kadar sonra, şimdi sadece dumanı tüten çalılıktan geriye kalanlara baktılar. Yılanların birbirine dolanmış kızıl menevişli kabuklarını gördüler. Terlerini silip, birer sigara yaktıkları anda da Irazca’nın söylediklerini duydular:
“Yılanlar öç alıyor. Yılanlar yılanken sizin gibi alçakların hakaretine dayanamadı da siz insan olduğunuz halde bunca hakarete, bunca zulme, zillete nasıl dayanıyorsunuz be hey Kara Bayram? Sen de şu dünyada insanım diye geziyorsun ama bu mu senin insanlığın serseri Bayram. Yılma Bayram. Ödlek ödlek pısma Bayram”…
Köy edebiyatının temel örneklerinden biri sayılan Yılanların Öcü, 1954 yılında piyasaya çıkmış ve o tarihten sonra da kitabın yazarı Fakir Baykurt’un başına olmadık işler gelmişti. Hakkında “komünizm propagandası yaptığı” iddiasıyla dava açılmış, kitap da “müstehcen, halkı birbirine düşüren ve din düşmanlığı yaptığı” savlarıyla, defalarca yasaklanıp, toplatılmıştı. Yine bu kitap nedeniyle Baykurt asıl mesleği olan öğretmenlikten uzaklaştırılmıştı.
Fakir Baykurt Yılanların Öcü’nde, kendi gerçek yaşamından kesitler de ekleyerek Anadolu’nun ıssız bir köyünde, arazi anlaşmazlığı nedeniyle ortaya çıkan olayları yalın bir dille anlatmıştı.
Karataş köyünde oğlu Kara Bayram, gelini Haçça ve torunları Ahmet ve Şerife ile yaşayan Irazca'nın köy içerisindeki baskılara başkaldırışını anlatmıştı. Irazca ile ailesi, her türlü engele hatta düpedüz dayağa rağmen, haklarını aramaktan vazgeçmemişlerdi.
Yılanların Öcü iki defa da sinemaya uyarlanmıştı. İlki 1962’de Metin Erksan, ikincisi de 1985’te Şerif Gören tarafından yönetilmişti.
Yılanların Öcü’nü şu sıralarda yeniden okurken, aklımdan bunlar geçiyor işte…
Çocukluğundan beri bakıp durduğu köyü bir kez daha seyretti. Köy etrafı dağlarla çevrili dik bir bayırın eteğindeydi. Uyduruk bir kireç beyazına boyanmış, yirmi bilemedin yirmi beş adet samanlı kerpiç ev. Hepsi de birbirine benzeyen, hayvanlarla insanların iç içe, koyun koyuna barındığı, eski, bel vermiş, yıkıldı yıkılacak çirkin haneler.
Kuşağını bağladı, çağşırını topladı. Çoraplarını dizlerine doğru çekti. Pos bıyıklarını düzeltti. Kasketini biraz eğdi. Kapıya vardı. Araladı.
Çıkacaktı. Dönüp karısına baktı. Sol yanına devrilmiş yatıyordu. Kolunun biri yorganın dışındaydı. Yorgan göğüslerinden aşağıda bir yerlerdeydi. Saçları boynuna, göğsüne dökülmüştü. Göğsünün biri dolgunca sarkmış, iç gömleğinin altından görünüyordu.
Yuvarlak yüzlü, dolgunca dudaklıydı karısı. Geceleri yanında yatarken olduğundan çok, böyle karşıdan bakarken çekiciydi. Ama huysuz. Neden? Belki bu batağın üstündeki karanlık evi sevmiyor. Burda yatıp kalkmalardan hiç tat almıyor belki. Tat almayınca bir kadın niçin yatıp dursun kocasıyla? Sabah akşam yatıp kalkmak isterdi oysa kendisi. Sırıttı.
Tam o anda yılanı gördü. Kalın, upuzun ve kapkara bir yılandı. Pulları, güneşin ilk ışıkları altında, kıpkızıl menevişler çıkarıyordu. Korktu. Bu yılan, çocukluğundan beri görüp tanıdığı o incecik su yılanlarına, yemyeşil ve zararsız buğday yılanlarına hiç mi hiç benzemiyordu. Yeni bir yılandı bu. Bahçedeki yer yatağının biraz uzağında öylece çöreklenmiş duruyor ve dimdik kendisine bakıyordu.
El yordamıyla bir taş arandı. Bulamadı. Korkusu iyice arttı. Yavaşça yastığının altındaki tüfeğe uzandı. Çekti aldı. Silahı yılana doğrulttu. Yılan hızla arkaya dönüp, biraz ilerideki çalıların arasına ağdı, kayboldu.
Derin bir nefes almaya başlamıştı ki, dondu kaldı. Bir anda yirmi-otuz kadar yılan her yandan çıktı ve biraz önceki yılanın ağdığı sık çalılığa doğru sürünmeye başladı. Yılanların çıkardığı ıslık sesleri ve toz bulutuna doğru ateş etti.
Silah sesini duyan oğlu koştu geldi. Komşular da biraz sonra oradaydılar. Sopalarla yılanlara vurmaya başladılar.
Sonra yılanların kaçtığı çalıları ateşe verdiler. Keskin tıslamalar duydular. Bir saat kadar sonra, şimdi sadece dumanı tüten çalılıktan geriye kalanlara baktılar. Yılanların birbirine dolanmış kızıl menevişli kabuklarını gördüler. Terlerini silip, birer sigara yaktıkları anda da Irazca’nın söylediklerini duydular:
“Yılanlar öç alıyor. Yılanlar yılanken sizin gibi alçakların hakaretine dayanamadı da siz insan olduğunuz halde bunca hakarete, bunca zulme, zillete nasıl dayanıyorsunuz be hey Kara Bayram? Sen de şu dünyada insanım diye geziyorsun ama bu mu senin insanlığın serseri Bayram. Yılma Bayram. Ödlek ödlek pısma Bayram”…
Köy edebiyatının temel örneklerinden biri sayılan Yılanların Öcü, 1954 yılında piyasaya çıkmış ve o tarihten sonra da kitabın yazarı Fakir Baykurt’un başına olmadık işler gelmişti. Hakkında “komünizm propagandası yaptığı” iddiasıyla dava açılmış, kitap da “müstehcen, halkı birbirine düşüren ve din düşmanlığı yaptığı” savlarıyla, defalarca yasaklanıp, toplatılmıştı. Yine bu kitap nedeniyle Baykurt asıl mesleği olan öğretmenlikten uzaklaştırılmıştı.
Fakir Baykurt Yılanların Öcü’nde, kendi gerçek yaşamından kesitler de ekleyerek Anadolu’nun ıssız bir köyünde, arazi anlaşmazlığı nedeniyle ortaya çıkan olayları yalın bir dille anlatmıştı.
Karataş köyünde oğlu Kara Bayram, gelini Haçça ve torunları Ahmet ve Şerife ile yaşayan Irazca'nın köy içerisindeki baskılara başkaldırışını anlatmıştı. Irazca ile ailesi, her türlü engele hatta düpedüz dayağa rağmen, haklarını aramaktan vazgeçmemişlerdi.
Yılanların Öcü iki defa da sinemaya uyarlanmıştı. İlki 1962’de Metin Erksan, ikincisi de 1985’te Şerif Gören tarafından yönetilmişti.
Yılanların Öcü’nü şu sıralarda yeniden okurken, aklımdan bunlar geçiyor işte…