• Forumzar.COM Türkçe içerikli genel forum sitesi ve paylaşım platformu olarak eğlenceli ve interaktif bir forum deneyim sunar.

    Foruma üye olmak için BURAYA TIKLAYINIZ

Vahyin Hakikati ve Geliş Şekilleri

AcizkuL

Forum Üyesii
Katılım
23 Eyl 2022
Mesajlar
1,335
Puanları
36
Konum
Adıyaman
Cinsiyet
Erkek
Vahyin Hakikati ve Geliş Şekilleri

Peygamberimize vahiy nasıl geliyordu?

Değerli kardeşimiz,

Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in Allah Teala ile konuşması ve Allah Teala'dan gelen emirler vahiy ile olmuştur. Vahiy de Arapça olarak Peygamberimize (s.a.s) gelmekteydi. Vahyin gelişi değişik şekillerde olmuştur.

Vahyin Geliş Şekilleri

Vahyin geliş şekilleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de açık bilgiler yoktur. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili bilgileri Muhammed (s.a.s)'in hadislerinden ve sahabelerin şehadetlerinden öğreniyoruz. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili şöyle bir sıralama yapılabilir:

1. Vahyin ilk şekli Rasûlûllah (s.a.s)'in uykuda iken gördüğü sadık rüyalardır. Bu rüyalarda "sadık rüya" (Rüya-yı Sadıka)* adı da verilmektedir. Peygamber (s.a.s)'in gördüğü bu rüyalar daha sonraları kendisine zahir olurdu. Hz. Aişe, "Peygamber, hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi apaçık zuhur etmesin." (Buhari, Bedü'l-Vahy, 1; Müslim, İman 252) diyerek bu rüyalara ışık tutmaktadır.

2. Rasûlüllah (s.a.s)'in uyanık halde iken vahiy meleğinin onun gönlüne vahyi ilka etmesidir. Vahyin bu şekli şu hadis-i şerifte bildirilmektedir:

"Ruhu'l-Kudüs kalbime, 'Hiç bir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir.' diye üfledi. O halde Allah'tan korkun ve rızkınızı meşru yoldan arayınız." (Münziri, et-Tergib ve't-terhib, 4/12)

Ruhu'l-Kudüs, Cebrail'dir. Cebrail(as)'in göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de, meleğin görünmeden vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.

3. Cebrail (as), bir delikanlı veya bir insan şekline bürünerek Peygamber (s.a.s)'e vahiy getirmiştir. Cebrail'in bu yolla ashabtan Dıhıye'nin suretine bürünerek vahiy getirdiğini bir çok sahabî nakletmektedir. Vahyin en kolay ve en meşakkatsiz şekli budur. (Neseî, İman, 6)

4. Meleğin görünmeden Peygamber (s.a.s)'e vahiy getirmesidir. Peygamberimiz çan sesine benzeyen bir ses duyardı. Vahyin en ağır şekli budur. Vahyin bu şekli tehdit ve vaad ihtiva eden âyetlere özgüdür. Bu şekildeki vahyi Rasûlüllah (s.a.s) şöyle anlatıyor:

"Bazan çıngırak sesine benzeyen bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır." (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1/2; Müslim, Fedâil, 87)

Böyle bir vahyin geliş anında Peygamber (s.a.s) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s)'in âyetleri zabtetmekte zorluk çektiği, dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah, Peygamberine

"Vahyi çabucak alması için dilini kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy." (Kıyame, 76/16-18)

uyarısında bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlüllah (s.a.s) Cebrail (as)'i dinler, onun gidişinden sonra onun gibi okurdu.

5. Meleğin asli sûretinde görünerek Allah'ın emrini Peygamber (s.a.s)'e getirmesi ve okumasıdır. (Buhari, Kitabu't-Tefsir, 53; Müslim, İman, 280-287)

Cebrail (as), bu şekliyle iki kez vahiy getirmiştir. Birincisi nübüvvetin başlangıcındâ olmuştur. Peygamber (s.a.s) baygınlık geçirmiştir. İkincisi ise Miraç olayının gerçekleşmesinde olmuştur. Bu olaya delil olarak,

"Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü'l-Münteha'nın yanında gördü." (Necm, 53/12)

âyeti zikredilebilir.

6. Rasûlüllah (s.a.s)'in uyanık halde iken Allah Teâlâ ile konuşmasıdır. Böyle bir konuşmada arada hiç bir vasıta yoktur. Namazın farz oluşu bu yolladır. (bk. Müslim, İman, 279) Vahyin bu yoluyla ilgili olarak aşağıdaki âyeti zikredilebilir:

"Allah Musa ya da hitab ile konuştu." (Nisa, 4/164).

7. Cebrail'in Peygamber (s.a.s)'e uyku halinde iken vahy getirmesidir. Kevser Sûresi'nin bu şekilde nâzil olduğu rivayet edilmiştir.

editör karoglan'dan

8. Harfsiz, Kelimesiz, Ses siz (yani bir frekans ve titreşim halinde olmayan), Yönsüz,.. gelen vahiy türü (kaynak editör karoglan bu hal internettee yok idi ben ekledim bunu)

Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy)

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi âyetler, bir kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm sûresi 4. âyette:

"O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir."

buyurulmuştur. Mıkdam b. Ma'dî-Kerib'in rivâyetine göre Hz. Peygamber (s.a.s) de:

"Bana Kur'ân ve onunla beraber O'nun gibisi verildi. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir..." (el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12; Kurtubî, Tefsîr, 75)

buyurmuştur. Bu âyet ve hadisi delil kabul eden bazı İslâm alimleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisleri hakkında ictihad yapmasının caiz olmadığını ve sünnetin de Allah tarafından inzal olunmuş vahiy gibi düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak mezhepler tarihi incelendiği zaman görülür ki, Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine sorulan sorularâ vahy ile, yoksa kendi re'yi ile ictihâd ederek fetva verirdi. İctihadında hata olursa Allah onun hatasını vahy yoluyla düzeltirdi. Nitekim Bedir savaşında ele geçirilen esirler hakkındaki Peygamber ictihâdı, Enfâl sûresi 67, 70 âyetleri ile tashih edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Peygamber (s.a.s)'in ictihadı hatalı olabilir (bk. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 21). Kudsî hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber (s.a.s)'in söylediği sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.

Kur'ân, hadisi kudsî ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (a.s) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz bulunduğu ilâhî kelamdır.

Vahyin Özellikleri

a) Peygamber (s.a.s)'e uyanıkken Cebrail vasıtasıyla veya uykuda ve diğer vahy yollarıyla inzâl edilmiştir.

b) Lafız ve manaları Allah tarafındandır,

c) Lafzı Arapçadır,

d) Gerek namazda, gerekse namaz dışında okunarak ibadet edilir,

e) Şekil ve manası Allah tarafından konmuştur,

f) Abdestsiz ve guslü gerektiren bir halde bulunan kimsenin Ona dokunması haramdır,

g) Boy abdest alması gereken kimse O'nu okuyamaz,

h) Her harfini (ibadet kasdıyla) okumanın on sevabı vardıra,

ı) Belli kısımlarına âyet ve sûre adı verilir,

j) Mushafta yazılıdır,

k) Fâtiha suresi ile başlayıp, Nâs suresi ile sona ermiştir,

l) Zamanınıza kadar kitap halinde tevatür yoluyla gelmiştir,

m) Nesilden nesile intikalinden, her türlü değiştirilmeden Allah'ın koruması ile korunmuştur,

n) Beşer, bir benzerini meydana getirmede acizdir,

o) Lafzı olmaksızın yalnız manasıyla nakli (rivayeti) caiz değildir.

Kur'ân bu özellikleriyle, vahyi metulvü (okunan vahyi) meydana getirmektedir. Kurbet niyetiyle namaz ve namaz dışında okunmakla ibadet edilir. Diğer vahy mahsulü olan kudsî hadis ve hadislerle namazda okunarak ibadet edilmez. Ancak namaz dışında ilim ve teberrüken okunabilir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; âdeta bizim alemimize kapanıyordu... Bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu.

Buhari ve Müslim Aişe (ra)'den rivayet ederler. O demiştir ki:

"Haris bin Hişâm Peygamber Efendimiz'e: 'Sana vahiy nasıl geliyor?' diye sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki: 'Bâzen çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum... Bâzen da melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben de onun söylediğini aynen bellemiş olurum.'" (Buhârî, Bedü'l-vahy, 1; Müslim, Fedail, 86-87)

Aişe (ra) validemiz, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece naklettikten sonra demiştir ki:

"Ben, gerçekten Peygamberimize soğuğu şiddetli bir günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman şakakları şapır şapır terliyordu..." (bk. Tirmizî, Menâkıb, 15)

Müslim'in Ubâde bin Sâmit'ten nakli de şöyledir:

"Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi, hattâ mübarek yüzünün rengi iyice solardı." (Müslim, Fedail, 88)

Yine Aişe (ra) validemizin bir rivayetinde de: "Peygamberimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi." denilmiştir. Nitekim âyet-i celîlede: "Ey Muhammed, doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız." buyurulmuştur.

Yine Zeyd bin Sabit şöyle demiştir:

"Ben, Resûlüllah Efendimiz'in huzurunda vahiy yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı şiddetli bir sarsıntı kaplar ve şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra vahiy kesilir, Resûlüllah da açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım. Nazil olan ilâhi vahiy benim üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki, nazil olan Kur'ân âyetleri sebebiyle ben ayağımın kırıldığını ve bir daha yürüyemeyecek hâle geldiğini sanırdım..." (Buhârî, Tefsir, 91, Cîhad, 31; Müslim, İmare, 141-142; Ebu Davud, Cihad, 19; Tirmizî, Tefsir 5; Neseî, Cihad, 4)

Ahmed, Taberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben: Ey Allah'ın Resulü, vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye sordum. Resûlüllah'ın bana cevabı da şöyle oldu:

"Evet, vahiy bana gelir, ben de onu çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle sarsılırım. Sonra sarsıntı geçer ve ben sâbitleşir karar kılarım. (Bana söyleneni de aynen alır zaptederim). Bu şekilde (çıngırak sesi şeklinde) gelen vahiy bana o kadar ağır gelir ki, her defasında ben, 'muhakkak bu sefer canım çıkacak' zannederim!"

Buhari, Müslim ve Ebû Nuaym, Yâlâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle demiştir:

"Peygamber Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine baktım. O'nun şiddetli bir hırıltı çıkardığını, gözlerinin ve şakaklarının iyice kızarmış olduğunu gördüm."

Îbn Sa'd'ın Devs'li Ebû Erva'dan rivayeti de şöyledir:

"Peygamber Efendimiz'e vahiy geldiği zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde idi. Vahyin ağırlığı sebebiyle devesi sağa sola yalpa yapıyor ve ön ayaklarını atamaz hâle geliyordu. Bazen dayanamayıp yere çöktüğü, bazan da ön ayaklarını dikerek ayakta durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de şakakları şapır şapır ter döküyordu."

Yine bu noktaya temas eden Ahmed ve Beyhaki'nin Aişe'den rivayeti şöyledir:

"Resûlullah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi vahyin ağırlığı sebebiyle yere çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi. İsterse soğuk bir günde olsun."

Taberâni'nin Esma binti Amis'ten rivayeti ise şöyledir:

"Resûlullah (s.a.v.)'in üzerine vahiy indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi olurdu."

Ahmed, Taberâni, Beyhaki ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir ki:

"Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi üzerinde bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan sûrenin ağırlığından neredeyse devenin ön ayaklan kırılacak idi."


Vahyin geliş şekilleri nelerdir? Peygamber Efendimiz’e vahiy nasıl geldi? İşte vahyin hakikati ve geliş şekilleri...

Vahiy, süratli işâret, kitâbet, risâlet, ilham ve gizli kelâm gibi çeşitli mânâlara gelir. Allâh Teâlâ’nın istediği şeyleri peygamberlerine, arzu ettiği sûrette bildirmesidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللهُ اِلاَّ وَحْيًا اَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِىَ بِاِذْنِهِ مَا يَشَاءُ اِنَّهُ عَلِىٌّ حَكِيمٌ

“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O, çok yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” (eş-Şûrâ, 51)

Hazret-i Ayşe’nin rivâyet ettiğine göre Resûlullâh’a:

“−Ey Allâh’ın Resûlü! Sana vahiy nasıl geliyor?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

“−O, bâzen çıngırak sesini andıran bir ses gibi gelir ki, vahyin bana en ağır gelen şekli budur. Allâh Teâlâ’nın dediğini kavrayıp ezberlediğimde, melek benden ayrılır. Bâzen de melek bana bir insan sûretinde gelir. Benimle konuşur söylediğini hemen kavrarım.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1/2; Müslim, Fedâil, 87)
VAHYİN ŞEKİLLERİ NELERDİR?

İslâm âlimleri, çeşitli rivâyetlerden hareketle vahyin geliş şekillerini şöyle tespit etmişlerdir:

1- Vahiy, bâzen uykuda görülen ve görüldüğü gibi tahakkuk eden sâdık rüyâlar şeklinde gelirdi.

2- Vahyedilecek kelâm, melek görünmeksizin Hazret-i Peygamberin kalbine ilkâ olunurdu.

3- Vahiy meleği, “Cibrîl Hadîsi”nde[1] olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi.

Abdullâh bin Abbâs’ın (r.a.) anlattığı şu rivâyet de, vahyin bu tarzda vâkî oluş şekline güzel bir misâldir:

“Babam Abbâs’la birlikte Resûlullâh’ın yanında idim. Allâh Resûlü’nün yanında bir adam bulunuyor ve Efendimiz onunla fısıldaşıyordu. Bu sebeple babamla alâkadar olamadı. Yanından çıktığımızda babam:

«−Oğlum! Allâh Resûlü’nün bana iltifat etmediğini gördün değil mi?» dedi. Ben de:

«−Babacığım! Yanında bir adam vardı, onunla konuşuyordu.» dedim.

Bunun üzerine hemen Resûlullâh’ın yanına döndük. Babam:

«−Yâ Resûlallâh! Abdullâh’a şöyle şöyle demiştim, o da Siz’in, yanınızdaki bir adamla fısıldaştığınızı söyledi. Gerçekten de yanınızda bir kimse var mıydı?» dedi. Resûlullâh bana hitâben:

«−Ey Abdullâh! Sen onu gördün mü?» diye sordu. Ben:

«−Evet! Gördüm.» dedim. Resûlullâh Efendimiz:

«−O Cebrâîl idi. Bu sebeple seninle alâkadar olamadım.» buyurdu.” (Ahmed, I, 293-294; Heysemî, IX, 276)

4- Vahiy bâzen de, dehşetli bir çıngırak sesi gibi gelirdi. Vahiy hâli geçince, Peygamber Efendimiz meleğin söylemiş olduğu şeyi iyice öğrenmiş olurdu.

5- Cebrâîl (a.s.) iki defâ vahyi aslî sûretiyle görünerek getirmiştir. Bunlardan birincisi vahyin fetret dönenimi müteâkip Peygamber Efendimiz Hirâ Mağarası’ndan inerken, ikincisi ise Mîraç Gecesi’nde Sidretü’l-Müntehâ’da vâkî olmuştur.

6- Allâh Teâlâ’nın, Mîrâc’da olduğu gibi arada vahiy meleği bulunmaksızın, ilâhî kabul ve ikrâma nâil kılarak Resûlullâh’a doğrudan vahyetmesidir.

7- Cebrâîl’in (a.s.) Allâh Resûlü’ne uyku hâlinde iken vahiy getirmesidir. Bâzı müfessirler, Kevser Sûresi’nin bu şekilde nâzil olduğunu ifâde ederler.
VAHYİN NÜZULÜ

Ashâb-ı kirâmdan bâzılarının anlattıklarına göre, vahyin nüzûlü esnâsında Peygamber Efendimiz’e ağır bir sıkıntı hâli ârız olur, yüzü gül gibi pembeleşir, gözlerini kapatır, başını önüne eğerdi. Ashâbı da başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy hâli nihâyete erinceye kadar hiçbiri başlarını kaldırıp Efendimiz’in cemâline bakmaya kâdir olamazlardı.

Bâzen de vahiy geldiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Resûlullâh, o esnâda çabuk çabuk nefes alırdı. En soğuk günlerde bile, alnından inci tâneleri gibi terler dökülürdü.[2]
VAHİY KATİPLERİ

Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’in[3] bildirdiğine göre gelen vahyin ağırlığı, inen ahkâmın ağırlığı ile mütenâsip olurdu. Yâni, inen vahiy ilâhî vaat ve müjde mâhiyetinde ise Cebrâîl (a.s.) beşer sûretinde gelir, bu ise Peygamber Efendimiz’e bir güçlük vermezdi. Fakat vahiy, azâb ile korkutmaya dâir ilâhî îkazları ihtivâ ettiği zaman da, dehşet saçan bir çıngırak sesi gibi gelirdi.

Vahiy, Allâh Resûlü deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, ayakları bükülür ve çökerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz Adbâ isimli devesinin üzerinde bulunduğu sırada Mâide Sûresi’nin üçüncü âyeti nâzil olmaya başlayınca Adbâ’nın ayakları kırılacak gibi olmuş, Allâh Resûlü devenin üzerinden inmişti.[4]

Zeyd bin Sâbit (r.a.) der ki:

“Resûlullâh’ın yanında oturuyordum. Bu esnâda Allâh Resûlü’ne vahiy hâli geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallâhi o anda Resûlullâh’ın dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” (Ahmed, V, 190-191)
MÜŞRİKLERİN İTHAMLARI

Kur’ân-ı Hakîm’in ilâhî bir kitap olduğunu inkâr eden müsteşrikler, vahyin Resûlullâh’ın tefekkür ve mükâşefesi netîcesinde kalbine doğan ilhamlar olduğu şeklinde birtakım bâtıl iddiâlarda bulunmuşlardır. Şüphesiz ki onların ileri sürdükleri bu iddiâlar; kalplerindeki gaflet, idrâklerindeki zâfiyet ve husûmetlerindeki şiddetten başka bir şeyle îzâh edilemez.

Resûlullâh’ın, ilk vahiy geldiği esnâda meleği görünce korkması, vahyin, müsteşriklerin iddiâ ettiği gibi halüsinasyona[5] hamledilecek dâhilî ve şahsî bir mesele olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Zîrâ Hazret-i Peygamber’in vahyi alması, derûnuyla ve nefsiyle alâkalı olmayan hâricî bir hakîkati telâkkî etmesidir. Cebrâîl’in (r.a.) Allâh Resûlü’nü üç defâ sıkması, her defâsında “oku” diyerek bırakması, vahyin iç âleminden değil, hâriçten, yâni Allâh Teâlâ’dan geldiğini te’yîd ve te’kîd etmektedir.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN DERİN TEFEKKÜRÜ

Vahyin bir müddet kesintiye uğraması da, onun, Peygamber Efendimiz’in derin tefekkürü netîcesinde rûhunda meydana gelen dahilî bir hâdise olduğu şeklindeki iddiâları en kat’î bir sûrette reddetmektedir. Çünkü vahyin kesilmesi ve Peygamber Efendimiz’in uzun müddet vahyin tekrar gelmesini iştiyakla beklemesi de göstermektedir ki, vahiy; Resûlullâh Efendimiz’in irâdesi dışında meydana gelen hâricî bir hâdisedir.

Bununla birlikte Efendimiz ilk başta kendisine vahiy geleceğini bilmiyordu. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

وَمَا كُنْتَ تَرْجُوا اَنْ يُلْقَى اِلَيْكَ الْكِتَابُ اِلاَّ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ ظَهِيرًا لِلْكَافِرِينَ

“Sen, bu Kitâb’ın Sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak gelmiş)’tir. O hâlde sakın kâfirlere yardımcı olma!” (el-Kasas, 86)

Âyet-i kerîmelerle hadîs-i şerîfler arasındaki bâriz üslûp farkı da, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiy mahsûlü olduğunun en kat’î delillerindendir.
İFK HADİSESİ

Bâzen öyle hâdiseler oluyordu ki, Hazret-i Peygamber, o anda cevap vermek mecbûriyetinde olmasına rağmen, vahyin gelişi te’hîr ediliyordu. Meselâ “İfk Hâdisesi” ve Yahûdîlerin sormuş olduğu bâzı suâllerde olduğu gibi. Hazret-i Peygamber, bu tür soruların cevâbını ancak kendisine vahiyle bildirildiğinde verebiliyordu. Eğer iddiâ edildiği şekilde, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in tefekkür ve mükâşefesinin mahsûlü olsaydı, böyle bir sıkıntıya düşmeksizin bu sorulara hemen cevap vermesi îcâb ederdi.

Üstelik bâzen vahiy, Allâh Resûlü’nün görüşünün hatâlı olduğunu bildiriyor, bâzen de O’nun meyletmediği bir şeyi emrediyordu. Hattâ emr-i ilâhîyi tebliğ husûsunda bir miktar oyalanacak olsa, şiddetli bir itâb-ı ilâhîye mâruz kalıyordu. Bütün bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in tefekkür ve mükâşefesinin mahsûlü olduğu iddiâlarının mantıksızlığını bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır.
ABESE SURESİ NEDEN NAZİL OLDU?

Nitekim bir gün Peygamber Efendimiz, Kureyş’in bâzı ileri gelenlerine İslâm’ı anlatmaktaydı. O sırada, yanına daha önceleri Müslüman olmuş bulunan âmâ sahâbî Abdullâh bin Ümm-i Mektûm (r.a.) geldi. Resûlullâh Efendimiz’e, Allâh’ın kendisine bildirdiği hakîkatlerden bâzı şeyler öğrenmek istediğini söyledi. Fakat görüşmekte olduğu Kureyş ileri gelenlerini iknâ ile meşgul bulunan Allâh Resûlü, onunla ilgilenemedi ve İbn-i Ümm-i Mektûm’un, talebini ısrarla tekrar etmesi sebebiyle de yüzünü biraz ekşitti. Bunun üzerine şu itâb-ı ilâhîye mâruz kaldı:

اَمَّا مَنِ اسْتَغْنَى فَاَنْتَ لَهُ تَصَدَّى وَمَا عَلَيْكَ اَلاَّ يَزَّكَّى وَاَمَّا مَنْ جَاءَ كَ يَسْعَى وَهُوَ يَخْشَى فَاَنْتَ عَنْهُ تَلَهَّى كَلاَّ اِنَّهَا تَذْكِرَةٌ فَمَنْ شَاءَ ذَكَرَهُ

“Kendisini (Sana) muhtaç görmeyene gelince, Sen ona yöneliyorsun. Oysa ki onun temizlenip arınmasından Sen mes’ûl değilsin. Fakat koşarak ve (Allâh’tan) korkarak Sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır (olmaz öyle şey); bu Kur’ân bir öğüttür, dileyen düşünüp öğüt alır.” (Abese, 5-12)

Bu âyetin nüzûlünden sonra Allâh Resûlü İbn-i Ümmi Mektûm’a pek çok iltifat ve ikramlarda bulunmuştur. Ayrıca kendisine rastladığı zaman da:

“Merhabâ ey, kendisi hakkında Rabbimin beni itâb ettiği (azarladığı) kimse!” buyurmuştur. (Vâhidî, s. 471)

Hazret-i Peygamber’e ilâhî emirler bâzen mücmel[6] olarak gelirdi. Allâh Teâlâ tarafından açıklanmadığı sürece Resûlullâh Efendimiz mücmel mevzûlarda kendiliğinden bir îzahta bulunamazdı. Buna misâl olarak şu âyet-i kerîmeleri zikredebiliriz:

ِللهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ وَاِنْ تُبْدُوا مَا فِى اَنْفُسِكُمْ اَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهُ

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allâh’ındır; içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allâh, sizi onunla hesâba çeker...” (el-Bakara, 284)

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, gayr-i irâdî olarak kalplerinden geçenlerden de mes’ûl tutulacağını zanneden ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Resûlallâh! Bu âyete nasıl dayanacağız?” dediler. Hazret-i Peygamber cevâben:

“–Ne o! Yoksa ehl-i kitâb (Yahûdîler ve Hıristiyanlar) gibi; «İşittik ama isyân ettik!» mi demek istiyorsunuz? Siz; «İşittik ve itâat ettik. Ey Rabbimiz! Bizleri bağışlamanı isteriz, dönüş Sanadır!» demelisiniz!” buyurdular. (Müslim, Îman, 200; Ahmed, I, 233; Vâhidî, s. 97)

Allâh Resûlü, âyetin mânâsı mücmel olduğu için, acz içinde kalarak mevzûya bir açıklık getiremediler. Sahâbeden, Allâh’a teslîm olup tevekkül etmelerini talep buyurdular. Bir müddet sonra aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil olarak, kapalı olan mânâ şöylece îzâha kavuştu:

لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا اَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“Allâh, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Siz şöyle duâ ediniz:) Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi muâhaze etme (mes’ûl tutma)! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyler yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle! Mevlâmız Sen’sin. Kafirlere karşı da bize yardım eyle!” (el-Bakara, 286)

Ashâb-ı kirâm, bu âyet-i kerîme sâyesinde, kalbe ârız olan havâtır husûsunda “güçleri yettiği nisbette” mes’ûl olacaklarını anladılar.
KUR’AN İLAHİ BİR KİTAPTIR

Peygamber Efendimiz’in, âyet mücmel iken açıklayıcı bir nass gelinceye kadar hiçbir îzahta bulunmaması, bir nübüvvet hakîkati olup, Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî kaynaklı oluşunun îtirâz edilemez bir diğer delîlidir. Aksi takdirde ya böyle bir bilgi verilmez veya verilen bilgiye indî bir açıklama getirilebilirdi. Böyle bir hâlin vukûa gelmemesi, Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzının ayrı bir göstergesidir.
İLAHİ VAHİY MAHSULÜ

Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği gaybî haberler de onun ilâhî vahiy mahsûlü olduğunun apaçık bir delîlidir.

Kur’ân-ı Kerîm, mâzîye âit ihtivâ ettiği bilgileri de gerçeğe uygun bir şekilde anlatır. Bu bilgiler husûsunda mîlâdî yedinci asrın Mekke’sinde ilim nâmına bir müessese veya umûmî kültüre sâhip bir tek insan yoktu. Bütün târihî bilgiler, tüccarların tezatlarla dolu birer efsâne hâlinde getirdiği birkaç mahallî Pers hikâyesinden öteye geçmiyordu. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan mâzîye âit bilgiler, büyük bir tenâsüp ve bütünlük arz etmekte olup, hiçbir insanın, aklı ve keskin firâseti ile ortaya koyabileceği türden bilgiler değildir.

O hâlde akıllı bir insan düşünmelidir: Câhil bir toplum içinden çıkan ümmî bir insan, ilâhî bir menşe’den telâkkî etmedikçe, Kur’ân’ın eşsiz mânâlarına kaynaklık edebilir mi? Tabiî ki aslâ!..

Bu da göstermektedir ki, Resûlullâh’ın bildirdiği bütün haberler, Allâh katından vahyedilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm, istikbâle âit gaybî haberler de bildirmiş, bunlar da zamânı geldikçe Kur’ân’ın bildirdiği şekilde vukû bulmuş ve bulmaya devâm etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önde gitmekte, ilim ve fen ise onun arkasından gelmektedir.
FİRAVUN KISSASI

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen şu hâdise, bunun misâllerinden yalnızca biridir:

Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbûr kalarak îman halkasına tutunmak isteyen Firavun’a Allâh Teâlâ:

اَلْئَنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنْتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel (ömrün boyunca) isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun! (Yâni bir belâ gelince uslanmış, sâlim kalınca da tekrar eski isyânına devâm etmiştin! Şimdi de böyle yapacağın için artık senin îmâna yönelişin geçersizdir!)” (Yûnus, 91) buyurarak yeis hâlindeki îmânını kabûl etmemiş ve şöyle devâm etmiştir:

فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ اَيَةً وَاِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ عَنْ اَيَاتِنَا لَغَافِلُونَ

“(Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla berâber) insanlardan birçoğu bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 92)

Zemahşerî, bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr eder:

“Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir hâlde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak koruyacağız.” (Zemahşerî, III, 24)
FİRAVUNUN CESEDİ

Son senelerde yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi, sâhilde secdeye kapanmış bir vaziyette bulunmuştur. Bu, onun ölümden önceki son ânıdır. Son dakîkada karşılaştığı dehşet sahnelerinin tesiriyle îmân etmek istemiş, ancak yeis hâlinde olduğu için onun îmânı kabûl edilmemiştir. İşte o vaziyette, takrîben üç bin yıldır cesedi çürümeden kalmış ve âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi insanlığa bir ibret manzarası sergilemek üzere bugün ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şu an bu cesed, British Museum’da teşhîr edilmektedir. Bu hakîkat, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği, kıyâmete kadar devâm edecek mûcizelerden sâdece biridir.

Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in esas gâyesi tevhîdi teblîğ edip insanları hidâyete çağırmak olduğundan, bu tür mûcizevî hakîkatler, yâni ilmî, fennî ve târihî gerçekler onda tâlî bir meseledir. Unutmamak lâzımdır ki:

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

“Yaş, kuru ne varsa hepsi mübîn (yâni hakkı bâtıldan ayırt etmek için gönderilmiş bulunan apaçık) bir kitapta mevcuttur.” (el-En’âm, 59) ilâhî beyânı mûcibince her türlü hakîkat onda meknuzdur. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm, kâinattaki bütün hakîkatlerin kâmil bir manzûmesidir ve bütün gerçekler onda birer nüve hâlinde mevcuttur. Kur’ân’ın îcâzı gereği olan bu durum, hâdiselerin gelişmesi ve beşerî ilimlerdeki terakkî nisbetinde daha iyi aydınlanıp anlaşılabilir.

Şâyet kâinatta âdetullâh îcâbı meknûz olan bu tür bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de icmâlî olarak değil de sarâhat cihetiyle mevcut olsaydı, Kur’ân, kütüphaneler dolduracak bir hacme ulaşırdı. Ayrıca insanlık, kendi zamânında henüz keşfedilip ispatlanamayan bilgileri kabûle müsâit olmadığından Kur’ân’a îman kıyâmete kadar devâm etmezdi. Meselâ bir tek misâl vermek gerekirse, televizyona âit gerçek, bugün bildiğimiz şekilde o zamanlar ifâde edilmiş olsaydı, televizyon fiilen keşfedilip sâbit olmadıkça insanların buna aklı yatmaz ve bu yüzden de Kur’ân’ı reddederlerdi. Bütün hakîkatleri kendisinde cemetmiş olan Kur’ân’ın bunların büyük bir kısmını mücmel ifâdelerle beyân etmesinin hikmeti budur.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, ele aldığı bütün mevzûları tevhîd gâyesine mebnî olarak takdîm eder. Fennî hakîkatlere temâsı da bu cümledendir. Bu keyfiyet, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devâm edecek ayrı bir îcâzı olup, onun ihtişâmını her an ve her keşifle bir kere daha ispat etmektedir.[7]
“SARA HASTASI” İFTİRASI

Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hazret-i Peygamber’in şânının yüceliğini hazmedemeyen birtakım müsteşrikler, Peygamber Efendimiz’in vahiy esnâsında geçirdiği hâllerin “sara nöbeti” olduğunu iddiâ etmek gibi akıl ve mantıkla îzâh edilemez bir iddiâya yeltenmişlerdir.[8] Bu asılsız iddiâya kısaca şöyle cevap verilebilir:

-Sara hastası, geçirdiği nöbetten sonra büyük bir bitkinlik ve ağrı hissederek, son derece acı ve ıztırap içinde kıvranır, hâlet-i rûhiyesi alt-üst olur. Hâlbuki Resûlullâh Efendimiz, bahsedilen sıkıntıları yaşamadığı gibi iki vahiy arasındaki devreyi âdeta bir fetret kabûl ederek vahyin gelmesini iştiyakla bekler, onun gelişi ile târifi imkânsız bir sürûra gark olurdu.

-Vahiy esnâsında vukû bulan bu hâller, her vahiy gelişinde görülmez, bâzen Hazret-i Peygamber’in normal hâli devâm ederdi.

-Tıbben de mâlum olduğu üzere sara nöbeti geçiren kimse, düşünme ve idrâk melekelerini yitirerek etrâfında olup biteni fark etmediği ve böylece şuuru bütünüyle kapalı olduğu hâlde, Peygamber Efendimiz, aldığı vahiyle beşeriyete hukuk, ahlâk, ibâdet, kıssa, mev’ıza gibi pek çok husûsun en mükemmel numûnelerini ihtivâ eden muhteşem Kur’ân âyetlerini teblîğ etmekteydi.

-Sara hastası şiddetle titrediği hâlde, bu durum vahiy esnâsında görülmemiştir.

-Sara hastası, nöbet esnâsında saçma sapan ve mânâsız sözler sarf eder. Ancak Hazret-i Peygamber’de böyle bir durum hiç müşâhede edilmemiştir. O’nun mübârek ağzından dökülenler, insanlığın işittiği en fasîh, en beliğ ve en mânidar sözlerdir.

Bununla birlikte hiçbir vücûdun, altı bin küsur âyetin nüzûlünü mümkün kılacak kadar uzun bir süre sara kasılmasına dayanamayacağı da, tıbben açıklanmıştır.

Bütün bu kasıtlı iddiâlar, Resûlullâh’ın hakîkatini idrâk edememenin bir netîcesidir ve hiçbir mantıkî tarafı yoktur.

[1] Bir gün Hazret-i Peygamber, mescidde iken Cebrâîl (a.s.) insan sûretinde yanına gelerek, îman, İslâm, ihsân ve kıyâmet alâmetleri hakkında suâller sormuştur. Böylece Ashâb-ı Kirâm’ın dinlerini öğrenmesini istemiştir. İşte bu hâdiseyi anlatan hadîse “Cibrîl Hadîsi” denilmiştir. (Bkz. Buhârî, Îman, 37; Müslim, Îman, 1, 5)

[2] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1/2, Umre 10; Müslim, Fedâil 87, Hudûd 13; Tirmizî, Tefsir 23/3173; Ahmed, V, 327.

[3] Sâbit (r.a.) Resûlullâh’ın vahiy kâtiplerindendir. Efendimiz Medîne’ye hicret ettiğinde Zeyd on bir yaşında bir yetimdi. Çocukken on yedi sûre ezberlemişti. Allâh Resûlü ona Süryânîce’yi ve İbrânîce’yi öğrenmesini emretti. O da kırk güne varmadan iki dili öğrendi ve Hazret-i Peygamber’in Süryânîce ve İbrânîce yazışmalarını tâkib etti. Onun yaptığı en şerefli hizmetlerden biri, iki sahâbî ile birlikte Kur’ân-ı Kerîm’i toplayıp bir araya getirmesidir. Hicretin 45. senesinde Medîne’de vefât etmiştir. Doksan iki hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

[4] Ahmed, II, 176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I, 197; Taberî, Tefsîr, VI, 106.

[5] Halüsinasyon: Fransızca hallucination (kuruntu). Psikolojide: 1. Daha çok şizofreni, paranoya gibi rahatsızlığı olan hastalarda görülen ve hisler uyarılmaksızın ortaya çıkan duygular. 2. Gerçekte olmayan şeyleri varmış gibi zannetme.

[6] Mücmel: Mânâsı özlü ve kapalı olup îzâh edilmedikçe maksadı tam olarak anlaşılamayan ifâdelerdir.

[7] Bu hususla alâkalı misâller için bkz: Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, İstanbul 2001, s. 184-239.

[8] Vahiy vukû bulduğu esnâda Peygamber Efendimiz’in ahvâlinde görünen ve yukarıda tafsîl edilmiş olan değişiklikler sebebiyle bâzı müsteşrikler bunu bir Epilepsi (Sara) nöbeti şeklinde telâkkî etmiş ve bu yolda çeşitli iddiâlarda bulunmuşlardır. Nihâyet bu iddiâlarını Hazret-i Peygamber’in -hâşâ- bir akıl hastası olduğu derecesine vardırmışlardır ki bunu “Fransız Millî Tıp Akademisi”ne tasdîk ettirebilmek için, meselenin orada bir ilmî dâvâ sûretinde ele alınmasını temin etmişlerdir. Burada zamânın en seçkin doktorlarından teşekkül eden bir heyet, 1842 senesinde iddiâları incelemiş ve tıbbî gerçekler çerçevesinde bunun aslâ mümkün olamayacağı yolunda uzun ve gerekçeli bir rapor yayınlamıştır. Hâdisenin tafsilâtını merak edenler, Prof. Dr. Feridun Nâfiz Uzluk tarafından tercüme edilip “Rapor” ismiyle yayınlanan esere bakabilirler. Bu eser, 1996 senesinde Sebil Yayınevi tarafından İstanbul’da basılmıştır.


Vahyin Geliş Şekilleri

Nasıl olduğunu ve niteliğini ancak, onu yaşayan peygamber bilir, Allah ile peygamberi arasında bir sır olan vahiy olayını, diğer insanların tarife kalkışması, görmeyen kişilerin renklerden bahsetmesine benzer. Ancak mertebeleri, çeşitleri, şekilleri ve vahyin nüzulü esnasında hazır olanların peygamberde müşahede ettikleri psikolojik durumlardan bahsedebilir. Buna göre vahyin Peygamber Efendimize şu şekillerde geldiği anlaşılmaktadır:

1. Vahyin birinci mertebesi, sadık rüyalardır. Hz. Âişe’nin rivayetine göre Peygamberimizin gördüğü rüyalar aynen çıkardı.[1] Uykuda, Peygamberimize rüyâ-yı sâdıka halinde vahyin geleceğini bilen ashâb-ı kiram, O’nu kendisi uyanıncaya kadar uyandırmazlardı.

2. Uyanıkken vazifeli melek olan Cebrâil (a.s.)’ın, görünmeksizin vahyi Peygamberimizin kalbine bırakmasıdır.[2]

3. Vahiy meleğinin bir insan suretinde görünerek vahyetmesidir ki, Resûlullâh da aynen ezberleyerek ashâbına tebliğ ederdi. Cebrâil (a.s.), değişik kişilerin suretlerine girmekle beraber çoğunlukla, ashâbtan Dıhye b. Halifetü’l-Kelbî’nin suretine girerdi.

4. Melek görünmeden, çıngırak sesine benzer bir sesle vahyi getirmesidir. Genellikle tehdit ve korkutma âyetleri bu çeşit vahiyle gelirdi. Vahyin bu şekli en şiddetlisi olup, Resûlullâh bu esnada titrer, heyecanlanır ve terlerdi.[3]

5. Cebrâil (a.s.)’in asıl suret ve hey’etiyle görünüp Cenâb-ı Hakk’ın dilediği şeyleri vahyetmesidir. Bu şekildeki vahiy, iki kere olmuştur. Birincisi, ilk vahiy günlerinde Hira Dağında cereyan etmiş[4]; ikincisi ise, Mi’rac’ta Sidretü’l-Müntehâ’da vukubulmuştur.[5]

6. Melek aracılığı olmaksızın gerçekleşen vahiydir. Bu da, Mi’rac’da meydana gelmiştir. Mi’rac Gecesinde, gök katlarının ötesinde beş vakit namaz bu şekilde vahyolunmuş, Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm’ını vasıtasız işitmekle şereflendirilmiştir. Hitabın bu çeşidinde, görme yoktur.[6]

7. Hz. Peygamber’in, doğrudan Hak Teâlâ ile konuşması tarzında cereyan eden vahiydir. “Rü’yetle beraber hicabsız tekellüm yani Cenâb-ı Hak’la yüzyüze engelsiz konuşma” tarzındaki vahiy, yeryüzünde sadece Peygamber Efendimize Leyle-i Mi’rac’ta ihsan olunmuştur.

8. Cebrâil (a.s.)’ın, Hz. Peygamber’e uyku halinde getirdiği vahiydir. Veya rüyada Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahede ile vahye mazhar olmaktır.[7]



[1] Buhârî, Bedü’l-Vahy, 3; Müslim, İman, 252.

[2] Bk. Şuara, 26/193-195.

[3] Buhârî, Bedü’l-Vahy, 2.

[4] İlk vahiyden önceki gece veya vahyin bir süre kesilmesinden sonra meydana geldiğini söyleyenler de vardır.

[5] Bk. Araştırmamızın “Mi’rac” bahsi.

[6] Bk. Araştırmamızın “Mi’rac” bahsi.

[7] Bk. Sahîh-i Buhârî Tecrîd-i Buhârî Tercemesi, I, 2-7; İbn Sa’d, Tabakât, I, 197 vd.; M. Abdülbâkî, Meâlimü’l-Yakîn, I, 29 vd.; A. Saim Kılavuz, Akaid (Kaynak Kitap), 46-47.


Alıntıdır.
 

Genel Forum Sitesi

Forum Sitesi - Forumzar.COM

Forumzar.COM olarak, Türkçe forum sitesi denildiğinde akla gelen ilk adres olarak, geniş kapsamlı genel forum platformumuzda buluşuyoruz. Türkiye'nin en büyük Türkçe forum siteleri arasında yer almanın gururunu yaşıyoruz. Çeşitli konu başlıklarında aktif bir şekilde paylaşımların yapıldığı, her konuda interaktif ve bilgilendirici tartışmalara katılmak için bizi takip edin! ve bir dakikanızı ayırarak forum sitemize üye olun!

Forum Siteleri

Bilgi paylaştıkça çoğalır sloganı ile ilerleyen forum sitesi platformumuza, siz de üye olarak forum sitemizde açılan konulara katılabilir ve ilgi alanınıza uygun konular açarak siz de paylaşımda bulunabilirsiniz.