1800’lü yılların sonlarında, Svante Arrhenius isimli bilim insanının gerçekleştirdiği ilk karbondioksit ölçümlerinin yıllar sonra geliştirilmesi ile insanlık belki de ilk defa, o çok övündükleri icatlarının, makinelerinin ve sanayii devrimlerinin sandıkları kadar işlevsel ve masum olmadıklarını öğrenmiş oldu. O yıllarda çok yavaş bir şekilde başlayan bu farkındalık 1980’lere kadar somut bir adım ile taçlandırılmamıştı ancak kloroflorokarbonlar (CFC) olarak adlandırılan zararlı kimyasalların ozon tabakasını deldiği tespit edilmişti bile. Yıl 1987 olduğunda Montreal Protokolü ile CFC kimyasallarının üretimi ve kullanımı kademeli olarak dünya çapında sınırlandırılmıştı. Sanıyorum ki bu protokol, küresel ısınma ve iklim değişikliği adına atılabilmiş, gerçek anlamda başarılı olmuş ilk ve son uygulama olmuştu. Bu olumlu adımdan sonra ise maalesef ki tutulmamak üzere verilen sözler silsilesi başlamış oldu. Montreal Protokolü’nden tam 10 yıl sonra, 1997 yılında artık dünya sadece ozon tabakasının delinmesi ile değil iklim değişikliği ve küresel ısınma kavramları ile de başa çıkmak için Kyoto Protokolü’nü devreye soktu. Sera gazı emisyonlarının %80,5’inden sorumlu gelişmiş ülkelere büyük sorumluluklar yükleyen bu protokol atmosfere zararlı 6 tür gazın salınımını kısıtlamaya yönelikti. Ancak bu taahhütlerden geri dönen ülkelerin başında ABD geliyordu. Çünkü ABD’nin emisyon değerlerinde %6 azaltım değerini yakalaması için kömür kullanımında %18 ile %77 arasında, petrolde ise %2 ile %13 arasında azaltım sağlaması gerekiyordu. Aynı zamanda bunları yaparken küçümsenmeyecek kadar daha fazla doğal gaz ve yenilebilir enerji kaynakları kullanımı anlamına gelen bu ekstra maliyetler ABD ve benzer diğer ülkeler için dünyanın geleceğinden çok daha mühimdi(!)
Kyoto Protokolü ile şansını deneyen ve verim alamayan dünya sakinleri bu sefer de şansını 2016’da Paris Antlaşması ile denemeye karar verdi. Paris Antlaşması’nda öne çıkan konulardan en önemlisi dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ülkelerinin Dünya’nın ortalama yüzey sıcaklığını en kötü senaryoda 2 derecede sınırlandırmak için verdiği karbon sıfır taahhütleri oldu. Bu ülkelerden Finlandiya 2035, Avusturya ve İzlanda 2040, Almanya ve İsveç 2045, Japonya, ABD, Brezilya, Danimarka, Birleşik Krallık ve Fransa 2050, dünyanın en büyük karbon salıcısı Çin ise 2060 tarihini net sıfır karbona ulaşmak için hedef yıl olarak belirledi.
Ancak net sıfır oldukça iddialı ve ulaşılması zor bir taahhüt. Çevremizdeki birçok insan net sıfır kavramından oldukça uzak. Evet, birçoğumuz artık karbon emisyonu yaratan enerji kaynaklarını biliyoruz(fosil yakıtlar, doğalgaz) peki gerçek anlamda net sıfır karbona nasıl ulaşacağımızı biliyor muyuz? Bunu iyi planladık mı? Öncelikle şunu bilmek gerekiyor, karbondan çıkmak demek elektrikli araçlara geçmek, güneş panelleri ile enerji üretmek demek değildir. Net sıfır kavramı için enerjinin üretiminin ilk yapı taşına kadar inmek gerekir. Yani üretilen elektrik enerjisi ne yollardan geçerek üretilmiş, söz konusu tesis inşa edilirken, işletilirken hangi enerji kaynaklarını kullanmış gibi sorulara cevaplar büyük rol oynar. En basiti, henüz sıfır karbon salınımı gerçekleşecek şekilde beton üretmeyi kimse başaramadı ve bildiğimiz üzere beton, inşa ettiğimiz yapılarımızın vazgeçilmez bir parçası. Daha da açık konuşayım, temiz enerji ürettiğimizi sandığımız hidroelektrik santrallerinde, jeotermal santrallerinde ve hatta güneş panellerinde dahi bu masum görünen ancak bir o kadar büyük karbon ayak izi olan bir maddeden bahsediyoruz. Hatta BBC, çimento ile ilgili bir yazısında çimentodan “Küresel ısınmanın gizli sorumlusu.” olarak söz etmektedir. Ancak biz bu kadar detaylı ve kompleks düşünmeden önce gelin ilk aşamadan, yani elektriğin hangi yollardan üretildiğini düşünerek ilerleyelim. Örnek olarak Türkiye’den gidelim, 2021 yılında elektrik üretimimizin, %30,9'u kömürden, %33,2'si doğal gazdan, %16,7'si hidrolik enerjiden, %9,4’ü rüzgardan, %4,2’si güneşten, %3,2'si jeotermal enerjiden ve %2,4’ü diğer kaynaklardan elde edilmiştir. Yani özetle hala elektrik enerjimizin en büyük ikinci kaynağı dünyanın en “kara” enerji kaynağından geliyor. Ayrıca birçok araştırmaya göre doğalgazdan elektrik üretimi kömüre kıyasla yüzde 50 oranında daha az karbon salınımına sebep olsa da çok masum sayılmaz.
İşin gerçeği her zaman olduğu gibi yine rakamlarda gizli, tutulmayacak sözler verilmek üzere toplanan topluluklarda değil. Aksiyon almamız gerekiyor! Birleşmiş Milletler öncülüğünde imzalanan küresel ısınmaya yönelik hükümetler arası ilk çevre sözleşmesi olan COP görüşmeleri 1994 yılından beri her yıl düzenleniyor ve kararlar alınıyor, gelin görün ki 1 sene sonra dönüp baktığımızda hala aynı yerdeyiz. İşte tam bu noktada tarihçi James Howell’ın sözleri aklıma geliyor: “Bir metre iş yapmayı, bir kilometre söz vermeye değişmem…”
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Kyoto Protokolü ile şansını deneyen ve verim alamayan dünya sakinleri bu sefer de şansını 2016’da Paris Antlaşması ile denemeye karar verdi. Paris Antlaşması’nda öne çıkan konulardan en önemlisi dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ülkelerinin Dünya’nın ortalama yüzey sıcaklığını en kötü senaryoda 2 derecede sınırlandırmak için verdiği karbon sıfır taahhütleri oldu. Bu ülkelerden Finlandiya 2035, Avusturya ve İzlanda 2040, Almanya ve İsveç 2045, Japonya, ABD, Brezilya, Danimarka, Birleşik Krallık ve Fransa 2050, dünyanın en büyük karbon salıcısı Çin ise 2060 tarihini net sıfır karbona ulaşmak için hedef yıl olarak belirledi.
Ancak net sıfır oldukça iddialı ve ulaşılması zor bir taahhüt. Çevremizdeki birçok insan net sıfır kavramından oldukça uzak. Evet, birçoğumuz artık karbon emisyonu yaratan enerji kaynaklarını biliyoruz(fosil yakıtlar, doğalgaz) peki gerçek anlamda net sıfır karbona nasıl ulaşacağımızı biliyor muyuz? Bunu iyi planladık mı? Öncelikle şunu bilmek gerekiyor, karbondan çıkmak demek elektrikli araçlara geçmek, güneş panelleri ile enerji üretmek demek değildir. Net sıfır kavramı için enerjinin üretiminin ilk yapı taşına kadar inmek gerekir. Yani üretilen elektrik enerjisi ne yollardan geçerek üretilmiş, söz konusu tesis inşa edilirken, işletilirken hangi enerji kaynaklarını kullanmış gibi sorulara cevaplar büyük rol oynar. En basiti, henüz sıfır karbon salınımı gerçekleşecek şekilde beton üretmeyi kimse başaramadı ve bildiğimiz üzere beton, inşa ettiğimiz yapılarımızın vazgeçilmez bir parçası. Daha da açık konuşayım, temiz enerji ürettiğimizi sandığımız hidroelektrik santrallerinde, jeotermal santrallerinde ve hatta güneş panellerinde dahi bu masum görünen ancak bir o kadar büyük karbon ayak izi olan bir maddeden bahsediyoruz. Hatta BBC, çimento ile ilgili bir yazısında çimentodan “Küresel ısınmanın gizli sorumlusu.” olarak söz etmektedir. Ancak biz bu kadar detaylı ve kompleks düşünmeden önce gelin ilk aşamadan, yani elektriğin hangi yollardan üretildiğini düşünerek ilerleyelim. Örnek olarak Türkiye’den gidelim, 2021 yılında elektrik üretimimizin, %30,9'u kömürden, %33,2'si doğal gazdan, %16,7'si hidrolik enerjiden, %9,4’ü rüzgardan, %4,2’si güneşten, %3,2'si jeotermal enerjiden ve %2,4’ü diğer kaynaklardan elde edilmiştir. Yani özetle hala elektrik enerjimizin en büyük ikinci kaynağı dünyanın en “kara” enerji kaynağından geliyor. Ayrıca birçok araştırmaya göre doğalgazdan elektrik üretimi kömüre kıyasla yüzde 50 oranında daha az karbon salınımına sebep olsa da çok masum sayılmaz.
İşin gerçeği her zaman olduğu gibi yine rakamlarda gizli, tutulmayacak sözler verilmek üzere toplanan topluluklarda değil. Aksiyon almamız gerekiyor! Birleşmiş Milletler öncülüğünde imzalanan küresel ısınmaya yönelik hükümetler arası ilk çevre sözleşmesi olan COP görüşmeleri 1994 yılından beri her yıl düzenleniyor ve kararlar alınıyor, gelin görün ki 1 sene sonra dönüp baktığımızda hala aynı yerdeyiz. İşte tam bu noktada tarihçi James Howell’ın sözleri aklıma geliyor: “Bir metre iş yapmayı, bir kilometre söz vermeye değişmem…”
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.