Selahattin Yusuf 1974 yılında Trabzon'da doğdu. 1991 yılında A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdi. SBF'de edebiyat ve felsefe ağırlıklı yayım yapan bir okul dergisi olan Mekteb-i Mülkiye'yi dört yıl boyunca arkadaşlarıyla birlikte çıkardı. İlk şiirleri ve denemeleri bu dergide yayımlandı. Okuldan 1997 yılında mezun olan Selahattin Yusuf, aynı yıl Dergâh Yayınları tarafından haftalık olarak yayımlanmaya başlanan Ülke dergisinde kısa bir süre kültür-sanat kritikleri yazdı. Yeni Şafak gazetesinde 1996'dan itibaren popüler kültür eleştirileri yazdı. Yeni Şafak'tan 2000 yılında ayrıldı ve Milli Gazete'de yazmaya başladı. Ancak Milli Gazete'deki serüveni kısa sürdü. Şu anda yalnızca edebiyatla uğraşıyor ve haftalık Gerçek Hayat dergisinde yazmaya devam ediyor. Yazarın daha önce yayımlanmış Sirenleri Taşa Tutun! (Kırkambar Yayınları 1999) ve Şimdiki Zamanın İzinde (Birey Yayınları 2000) adlı iki kitabı bulunmaktadır. İstanbul'da yaşıyor.
HAKKINDA YAZILANLAR
Selahattin Yusuf'la
'Başka Göklerin Altında'
Gazete yazılarından tanıdığımız Selahattin Yusuf'la, üç yıllık birikimi sonucu ortaya çıkan yeni kitabı "Başka Göklerin Altında" üzerine konuştuk. Yusuf'la, beslendiği kaynaklardan, hikayelerinde neden dipnot kullandığına, Ankara'da hikaye yazmaktan, gelecekle ilgili planlarına kadar geniş bir yelpazede konuşmaya gayret ettik.
KİTABIN KÜNYESİ
Başka Göklerin Altında, Selahattin Yusuf, Şule Yayınları, 2002 İstanbul, 116 s.
SATINALMA BİLGİLERİ
Melih Bayram DEDE
[email protected]
• “Başka Göklerin Altında” bir hikaye kitabı; ancak içinde alışılmış hikaye anlatılarından farklı bir yoğunluk var. Hikaye türüne göre zor okunan, çetrefil bir diliniz var. Bunu, türler arasındaki ilişkiye bakışınızla birlikte ele alabilir miyiz?
Şöyle bir şey var. Bazı arkadaşlardan duyuyorum arada bir. Ben şu türde asla yazmayacağım da mutlaka bu türde yazacağım diyorlar. Böyle kararlar, eğer belli bir tecrübenin sonucunda alınmıyorsa sağlıklı gelmiyor bana. Daha ortaya çıkmadan biçimi belirlenmiş, kadavrası biçilmiş bir duygusal – düşünsel dünya tasavvur edemiyorum. Türle yazar arasında bir “seçme-seçilme” meselesi varsa, yazar türü seçmez; bilâkis tür yazarı seçer, diye düşünmek lazım. Bu, hiç değilse edebiyatın türleri için böyledir. Sizin söylemek istediğiniz öyle şeyler vardır ki, o şeyleri ancak o form içinde ortaya koyabilirsiniz. Eğer o biçimde koymazsanız, boşluk kalır. Tam oturmaz.
Önce türü seçip ondan sonra yazmaya başlarsanız, biçimle muhteva arasındaki hayatî bağ zedelenmiş olacaktır. Samimiyet daha baştan alabora oluyor demektir. Samimiyeti ben işin merkezine yerleştiriyorum. Gerçekten yazmanın kalkış noktası burası olduğu için de sevinelim. Çünkü böylece yazmak bir suçsuzluk isteğine, bir çocukluk lekesizliğinin sürüp giden talebine dönüşmüş olacaktır. Eğer o Fransızlar yazdıkları şeyi tür kaygısının üzerine çıkarmamış olsalardı yazdıklarından yeni bir tür doğabilir miydi? Aloysius Bertrand, Arthur Rimbaud ve İsidore Ducasse (Lautreamont)'dan bahsediyorum. Kendilerini samimiyetle yazmışlar bu adamlar ve yazdıkları sonradan “nesir-şiir” diye anılır olmuş. Sonradan kimse de elini altına sokamamış o metinlerin. Friedrich Nietzsche'nin bir şair mi, yoksa filozof mu olduğu konusunda şu ana kadar bir karara varılamadı. Peki bu onun yazdığı şeylerin kıymetine ne yapabilir? Hiç.
Ancak bu söylediklerimin, şu anda zaten fazlasıyla var olan kemiksizliği, ciddiyetsizliği ve sululuğu destekleyen yönde en ufak bir tesiri olacaksa, dilimi eşşek arısı soksun. İnsanlar hemen ve şimdi “yazabileceklerini” düşünüyorlar. Yazıyorlar da. İçlerini döküyorlar maalesef. İşte “süne zararlısı” dediğimiz yazar ve şair tipi böyle vücut buluyor. Gerçek yazının, gerçek edebiyatın üstünü örtüyor bu. Çok önemli ve kilit bir kelime var: “Kolay”. Evet, zamanımızın ifsat edici bir ideolojisidir bu. Kolay para, kolay kadın, kolay yemek, kolay sinema, kolay şiir, kolay hikaye, kolay yazar, kolay şair, kolay ulaşım, kolay ısınma, kolay ilişki, kolay evlilik, kolay geçim, kolay makam, kolay bilgi, kolay spor, kolay dünya. İnsanların vücutlarına kolay spor yaptırabilmeleri için elektrikle çalışan aletler sektörünün kurulduğu bir zamandayız, dikkat!
İnsanlar yirmi yıldır ayak vurup, büyük bir şairimizi-düşünürümüzü anlamadıklarını, bu şairin işi yokuşa sürdüğünü devamlı geveleyip duruyorlar. Düşünün. Onu anlamadıklarını söyleyen gençler, okurlar büyüdüler, “davayı” sattılar, yollarını buldular, göbeklendiler, birer yağ bidonuna döndüler ve hala, evet hala utanmadan “onu anlamıyoruz” diyorlar. Ama bu sefer seslerinin tonu biraz daha gevşek dikkat ederseniz. Biraz daha güvensiz ve suçlu bir tonda söylüyorlar bunu. Yani işin rengi epeyi değişmiş bulunuyor. O zaman kalın kafalarıyla anlamamışlardı ve bu sonra kalın yürekleriyle anlamamaya dönüştü, giderek kalın ahlaksızlıkları ve banka hesapları yüzünden anlamamaya dönüştü. Dikkat edelim. Burada hayatî bir nokta var. Anlamıyorum diyenler, aslında kendilerine itiraf edemeseler bile, anlamak istemiyorum diyorlar. Bu hep böyle olmuştur. Anlamıyorum diyenler, yaşamın ve dünyanın gizemini kafasındaki eciş bücüş ölçülere indirgeyebilmek için dünyayı ve yaşamı çarpıtmaktan çekinmeyen insanlardır. Bencillik, cahillik, ahlaksızlık, görgüsüzlük, peynir kokusu, çorap kokusu, bol ütüsüz pantolonluluk, yüzünü aynada görememezlik..
• Hikayelerinizde, dipnotlar var. Yer yer harflerin boyu birden değişiyor, küçülüyor. Bunun asıl gayesi nedir acaba? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Dipnotu küçük bir anlatım imkânı olarak düşündüm ve uyguladım. Biçimi boyutlandırsın, bu günün gerçekliğine yakın/benzer halde hikayenin izlediği yolu duraksatsın, değiştirsin ve onu çarpıtsın istedim. Biçim olarak ta bu günü eleştirsin istedim yazdıklarım. Özellikle “Başka Göklerin Altında” hikayesinde bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Orada kahramanım hem çocukluğu, hem delikanlılığı, hem ihtiyarlığı ve en sonunda da deliliği tadıyor. Bunları aynı hikayenin içinde görmek istedim. Neden biliyor musunuz? Ben bu saydıklarımın hepsiyim çünkü. Siz de öylesiniz artık. Hepimiz öyleyiz. Zamanımızdaki yaşamı genel olarak böyle çerçevelemek istiyorum.
O kıza aşığızdır. Evlenmek ve yuva kurmak istiyoruz. İşe ihtiyacımız vardır. Sigortalı olsun isteriz, emeklilik var. Şimdiden emekliliği mi düşünüyorsunuz? Dönersiniz o bitimsiz yeşil ülkeye, çocukluğunuza. Yoktur artık. Etrafınıza bakarsınız: Hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey yoktur. Bir zindandasınız ve bulunduğunuz yere ancak bir ip gibi düşebilen ışıktır çocukluk. Ne kadar aydınlatabilir? Onunla yaşarsınız gerçi. Onu hatırlarsınız ve sizi bırakmaz. (Rilke ondan kısacık bir an bile hatırlayabilirsen, artık kimse seni zindana koyamaz, der) İşte bunun sürekli sarhoşluğudur ki; aklınızın eklem yerleri yavaş yavaş gevşemeye başlar. Allah, yükün fazlasını üzerinizden alıyordur yavaş yavaş.
Küçük harfleri, bilinç kaymalarını kaydetmek için kullandım. Bu yolla, eğer başarabildiysem, konvansiyonel yazı dilini bozabilmenin bir imkânını elde etmiş oldum. Alışılmışı, yerleşmişi, kabuk bağlamış ve sertleşmiş olanı (içi ölmüş olanı) aşmanın bir yolu olarak gördüm bunu. Dili kozmetik düzgünlüğü ve yalınkatlığından kurtarmak istedim. Bilinç kendi yolunda giderken bilinçaltı da kanasın, bilinç derisinin üstüne sızıversin aniden, istedim.
• Sanırım dergilerde öykü yayınlamadınız ve ilk defa bu kitapla birlikte öykülerinizi görüyoruz.
Evet. Doğru. Gerçek Hayat'ta bir hafta “Takip Ediliyorum?”un bir kısmı çıkmıştı, o kadar. Ben hikayelerimi üç yıldan beri saklıyordum, evet. Bilmiyorum. Biraz kıskançlık galiba. Biraz da ayarıma göre bir derginin olmaması, sebep. Öyle sürekli bir münasebet içinde olabileceğim bir ortam yok. Dergi biraz ortam meselesi. Bu yok benim için. Bazen kişisel (kişisel olmayan ne var hayatta?) sebepler öne çıkıyor açıkçası. Lafım ağzımda kalsın daha iyi, diye düşünüyorsunuz.
• “Birikimlerini” çoğu zaman dışarıdan temin eden biri olarak görüyoruz sizi? Yanılıyor muyum? Size tesir eden sanatçıları, ortamları veya sanatları biraz söyler misiniz?
Beni davranış bozukluğuna kadar götüren birkaç sanatçı var. İşte, on beş yılda sekiz-on sanatçı. Yazar, şair, müzisyen, filozof ve sinemacı. Bunlar çok iyi sanatçı değildirler benim için; genellikle sanatın dışında, üstünde değerlendiririm ben onları. (Çok mu parlak konuştum?) Bir müşkülüm var yalnız; yeniden okuma yapamıyorum. Asla başaramıyorum bunu. Yalnızca bir kere başardım. O da aynı kitabı İngilizcesinden okuduğum için. Fakat, söz konusu eserlere, dışarıdan bakarım. Hepsi kafamın içindedir zaten. Episodlar halinde hatırlarım. Birer görüntü olarak hatırlarım. Birer enstantene olarak hatırlarım. Tüylerimi kaldırırlar.
Ara sıra kitaplığımın önüne kadar gider çıkartırım onları aradan ve ellerim. Sayfalarını rast gele karıştırırım. Müzik diline çeviririm içimden onları. Müzik kulağınız yoksa, uyuma müziksel bir mihenkle yaklaşamıyorsanız eğer, sanatınız çok şeyleri kaydedemiyor demektir. Resmin teorisiyle ve tarihiyle ilgiliyim daha çok. Fakat nedendir bilmiyorum, film dışında görsel sanatlara karşı yenemediğim bir mesafe var bende. “Güzel sanat” olmalarından mıdır nedir, bilmiyorum. Hele heykel. Öteden beri bir skandal benim için. Beni ürkütüyor. Giacometti'nin ne kadar olağanüstü bir sanatçı olduğu meselesinden önce bir şey var benim için: Ben ürküyorum ona bakarken. Tabiatımın kabul etmediği bir şey var heykelde. Eski Yunan'da kalın işlerden sayılıyormuş heykel. Heykeltraşlar sanatçı sayılmıyormuş. Loncaları zenaatçı loncasıymış.
Türkiye'deki örneklerine baktığımda ise iyice canım yanıyor. Tamamıyla yutturulmuş bir şeydir bu memlekette heykel. Şapka gibi yani. Hiç bizim değil. Külliyen yalan. Tamamıyla öykünme, ikiyüzlülük, beceriksizlik, utanmazlık, şebeklik. Aynı şekilde tiyatro da öyle. İsim yapmış büyük tiyatrocularımızı görüyoruz. Fareyi gören o kibar garson kedi gibi servis tablasını birden fırlatıp dizi filmlerin içine nasıl da saldırdılar, gördük. Ama bir şey olsaydı bari. Sonuç ortada. Kof bir mübâlâğa, hamasî bir performans, insana hüzün verecek denli beceriksizlik, insanı duymamışlık, anlamamışlık, yalancılık, dolandırıcılık.
• Peki ilerisi için neler planlıyorsunuz. Sizden neler bekleyebiliriz?
“Başka Göklerin Altında”daki hikayeler yaklaşık bir yıl önce bitmişti. O zamanlardan beri şiir çalışıyorum. 1991'den beri üzerinde durduğum bir şey şiir. Ancak verimli bir ilişki kuramadım bir türlü onunla. Kötü şiirler yazmak istemediğim için inat etmedim. Bir anneysem eğer, ileride görmek istemeyeceğim çocuklarım olmasın istedim. Uzatmadım fazla. Ama şimdi, bir yıldan beri onunla gerçekten buluştuğumu, onun bana kendini artık açtığını hissediyorum ve çalışıyorum. Onun benim için kaçınılmaz (hatta acil) bir ifade biçimi olduğunu hissediyorum. Bundan başka, hikaye değil belki ama roman da yazmak istiyorum. Ancak romanın karşılayabileceği bir dünya da uyanıyor bende. Ancak, ona söyleteceğim şeylerin daha da gelişmesini ve acilleşmesini bekliyorum. Belki de tamamen yanılıyorum. Nasip. Göreceğiz.
• Ankara için pek de iyi şeyler söylenmez. Bu şehirde aşık olmak, şair olmak zordur ya da imkânsızdır denilir. Ankara'da hikaye yazmak nasıl bir şey?
Ankara'da 1991'den 2001'e kadar kaldım. Üniversite için gelmiştim. Hiç unutmuyorum ilk günü. Körüklü otobüsler ödümü koparmıştı. Büyük binalar ödümü koparmıştı. İnsanlar ödümü koparmıştı. O ak sakallı ateist hocamız ödümü koparmıştı. Su kokuyordu. Ekmek ürkütücü derecede beyazdı. Hava kuru ve tavizsizdi. Yeşillik çok dakik ve disiplinliydi. Bir gün bir arkadaşıma refüjlerin benim güzellik duygumu incittiğini bana şiddeti hissettirdiğini söylediğimde bunu anlamadı ve karşı çıktı. Çünkü o Ankara'da doğup büyümüştü. Benimse çocukluğum, geceleri balta girmemiş ormanlarından vahşi hayvanların çığlıkları, haykırışları duyulan bir yerde geçti. Yağmurlarda insanın hiç ıslanmadığı ormanlarda yitmişliğim var benim. Düşünebiliyor musunuz aslında neyi kaybettiğimi?
Geçen bir yerde Saygıdeğer bir büyüğümüz bir şey söyledi. Karadenizliler için hayat çocukluktan ibarettir, dedi. Çocukluklarını yaşarlar ve oradan ayrılırlar artık. Hayatları, geçim derdi ya da başka sebeplerden dolayı bitmiştir. İnanır mısınız, bir tuhaf oldum. Hem büyük şairin bu empati gücü, bu görme yeteneği beni şaşırttı, hem de içimin derinliklerindeki o gizli tele ilk defa benden başka birisi, yabancı biri dokunmuş oldu. Evet, benim için dünya, Doğu Karadeniz'e dökülen o ırmağı içeriye doğru 20 km. gittikten sonra bambaşka bir şeye dönüşür. Yukarıda etkinin sözünü ettiniz. Ben hep düşündüm. Niçin gotik ortaçağ şatoları, ilk romantizmin tabiat ve yücelik imajları beni bu kadar etkiledi diye. Bunun cevabını çocukluğumda buldum ben. Bunlar benim çocukluğumun mekanlarıydı.
Şair olmaya, aşık olmaya gelince. Bana kalırsa insan bir kaya parçasının üzerinde yaşayıp ölse ve oranın şiirini yazsa da fark etmez. İş duyuştadır. Bir yeri bırakmak ve başka bir yere gitmek önemlidir asıl. Bu insana daha fazla işleyen bir şeydir. Ben doğduğum yeri terk etmemi, ikinci utero sendromu gibi algılarım. Doğmuş olmanın acısını çocukluğumuzdan çıkarken ilk kez tadıyorsak, çocukluğumuzun mekanını terk ederek bunu ikinci kez tadıyoruz. Bu en azından benim için açıklıkla böyle. Orayı bir kere terk ettiğinizde ise, artık her yer hemen hemen aynı.
Kızılderililer'in, rezervasyonlarda niçin kısa sürede alkolik olup çıktıklarını merak etmiştim. Sadece onların dirençlerini kırmak isteyen gaddar beyazların özendirmeleri yüzünden mi? Hayır. O dağları terk ettikleri için. Doğdukları için. Geçen Avustralya'dan gelmiş birisiyle konuşuyordum. Aborijinleri sorunca söyledi. Hiç şaşırmadım. Çünkü bekliyordum o cevabı. “Hepsi de alkolik.”
22 Mart 2002
HAKKINDA YAZILANLAR
Selahattin Yusuf'la
'Başka Göklerin Altında'
Gazete yazılarından tanıdığımız Selahattin Yusuf'la, üç yıllık birikimi sonucu ortaya çıkan yeni kitabı "Başka Göklerin Altında" üzerine konuştuk. Yusuf'la, beslendiği kaynaklardan, hikayelerinde neden dipnot kullandığına, Ankara'da hikaye yazmaktan, gelecekle ilgili planlarına kadar geniş bir yelpazede konuşmaya gayret ettik.
KİTABIN KÜNYESİ
Başka Göklerin Altında, Selahattin Yusuf, Şule Yayınları, 2002 İstanbul, 116 s.
SATINALMA BİLGİLERİ
Melih Bayram DEDE
[email protected]
• “Başka Göklerin Altında” bir hikaye kitabı; ancak içinde alışılmış hikaye anlatılarından farklı bir yoğunluk var. Hikaye türüne göre zor okunan, çetrefil bir diliniz var. Bunu, türler arasındaki ilişkiye bakışınızla birlikte ele alabilir miyiz?
Şöyle bir şey var. Bazı arkadaşlardan duyuyorum arada bir. Ben şu türde asla yazmayacağım da mutlaka bu türde yazacağım diyorlar. Böyle kararlar, eğer belli bir tecrübenin sonucunda alınmıyorsa sağlıklı gelmiyor bana. Daha ortaya çıkmadan biçimi belirlenmiş, kadavrası biçilmiş bir duygusal – düşünsel dünya tasavvur edemiyorum. Türle yazar arasında bir “seçme-seçilme” meselesi varsa, yazar türü seçmez; bilâkis tür yazarı seçer, diye düşünmek lazım. Bu, hiç değilse edebiyatın türleri için böyledir. Sizin söylemek istediğiniz öyle şeyler vardır ki, o şeyleri ancak o form içinde ortaya koyabilirsiniz. Eğer o biçimde koymazsanız, boşluk kalır. Tam oturmaz.
Önce türü seçip ondan sonra yazmaya başlarsanız, biçimle muhteva arasındaki hayatî bağ zedelenmiş olacaktır. Samimiyet daha baştan alabora oluyor demektir. Samimiyeti ben işin merkezine yerleştiriyorum. Gerçekten yazmanın kalkış noktası burası olduğu için de sevinelim. Çünkü böylece yazmak bir suçsuzluk isteğine, bir çocukluk lekesizliğinin sürüp giden talebine dönüşmüş olacaktır. Eğer o Fransızlar yazdıkları şeyi tür kaygısının üzerine çıkarmamış olsalardı yazdıklarından yeni bir tür doğabilir miydi? Aloysius Bertrand, Arthur Rimbaud ve İsidore Ducasse (Lautreamont)'dan bahsediyorum. Kendilerini samimiyetle yazmışlar bu adamlar ve yazdıkları sonradan “nesir-şiir” diye anılır olmuş. Sonradan kimse de elini altına sokamamış o metinlerin. Friedrich Nietzsche'nin bir şair mi, yoksa filozof mu olduğu konusunda şu ana kadar bir karara varılamadı. Peki bu onun yazdığı şeylerin kıymetine ne yapabilir? Hiç.
Ancak bu söylediklerimin, şu anda zaten fazlasıyla var olan kemiksizliği, ciddiyetsizliği ve sululuğu destekleyen yönde en ufak bir tesiri olacaksa, dilimi eşşek arısı soksun. İnsanlar hemen ve şimdi “yazabileceklerini” düşünüyorlar. Yazıyorlar da. İçlerini döküyorlar maalesef. İşte “süne zararlısı” dediğimiz yazar ve şair tipi böyle vücut buluyor. Gerçek yazının, gerçek edebiyatın üstünü örtüyor bu. Çok önemli ve kilit bir kelime var: “Kolay”. Evet, zamanımızın ifsat edici bir ideolojisidir bu. Kolay para, kolay kadın, kolay yemek, kolay sinema, kolay şiir, kolay hikaye, kolay yazar, kolay şair, kolay ulaşım, kolay ısınma, kolay ilişki, kolay evlilik, kolay geçim, kolay makam, kolay bilgi, kolay spor, kolay dünya. İnsanların vücutlarına kolay spor yaptırabilmeleri için elektrikle çalışan aletler sektörünün kurulduğu bir zamandayız, dikkat!
İnsanlar yirmi yıldır ayak vurup, büyük bir şairimizi-düşünürümüzü anlamadıklarını, bu şairin işi yokuşa sürdüğünü devamlı geveleyip duruyorlar. Düşünün. Onu anlamadıklarını söyleyen gençler, okurlar büyüdüler, “davayı” sattılar, yollarını buldular, göbeklendiler, birer yağ bidonuna döndüler ve hala, evet hala utanmadan “onu anlamıyoruz” diyorlar. Ama bu sefer seslerinin tonu biraz daha gevşek dikkat ederseniz. Biraz daha güvensiz ve suçlu bir tonda söylüyorlar bunu. Yani işin rengi epeyi değişmiş bulunuyor. O zaman kalın kafalarıyla anlamamışlardı ve bu sonra kalın yürekleriyle anlamamaya dönüştü, giderek kalın ahlaksızlıkları ve banka hesapları yüzünden anlamamaya dönüştü. Dikkat edelim. Burada hayatî bir nokta var. Anlamıyorum diyenler, aslında kendilerine itiraf edemeseler bile, anlamak istemiyorum diyorlar. Bu hep böyle olmuştur. Anlamıyorum diyenler, yaşamın ve dünyanın gizemini kafasındaki eciş bücüş ölçülere indirgeyebilmek için dünyayı ve yaşamı çarpıtmaktan çekinmeyen insanlardır. Bencillik, cahillik, ahlaksızlık, görgüsüzlük, peynir kokusu, çorap kokusu, bol ütüsüz pantolonluluk, yüzünü aynada görememezlik..
• Hikayelerinizde, dipnotlar var. Yer yer harflerin boyu birden değişiyor, küçülüyor. Bunun asıl gayesi nedir acaba? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Dipnotu küçük bir anlatım imkânı olarak düşündüm ve uyguladım. Biçimi boyutlandırsın, bu günün gerçekliğine yakın/benzer halde hikayenin izlediği yolu duraksatsın, değiştirsin ve onu çarpıtsın istedim. Biçim olarak ta bu günü eleştirsin istedim yazdıklarım. Özellikle “Başka Göklerin Altında” hikayesinde bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Orada kahramanım hem çocukluğu, hem delikanlılığı, hem ihtiyarlığı ve en sonunda da deliliği tadıyor. Bunları aynı hikayenin içinde görmek istedim. Neden biliyor musunuz? Ben bu saydıklarımın hepsiyim çünkü. Siz de öylesiniz artık. Hepimiz öyleyiz. Zamanımızdaki yaşamı genel olarak böyle çerçevelemek istiyorum.
O kıza aşığızdır. Evlenmek ve yuva kurmak istiyoruz. İşe ihtiyacımız vardır. Sigortalı olsun isteriz, emeklilik var. Şimdiden emekliliği mi düşünüyorsunuz? Dönersiniz o bitimsiz yeşil ülkeye, çocukluğunuza. Yoktur artık. Etrafınıza bakarsınız: Hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey yoktur. Bir zindandasınız ve bulunduğunuz yere ancak bir ip gibi düşebilen ışıktır çocukluk. Ne kadar aydınlatabilir? Onunla yaşarsınız gerçi. Onu hatırlarsınız ve sizi bırakmaz. (Rilke ondan kısacık bir an bile hatırlayabilirsen, artık kimse seni zindana koyamaz, der) İşte bunun sürekli sarhoşluğudur ki; aklınızın eklem yerleri yavaş yavaş gevşemeye başlar. Allah, yükün fazlasını üzerinizden alıyordur yavaş yavaş.
Küçük harfleri, bilinç kaymalarını kaydetmek için kullandım. Bu yolla, eğer başarabildiysem, konvansiyonel yazı dilini bozabilmenin bir imkânını elde etmiş oldum. Alışılmışı, yerleşmişi, kabuk bağlamış ve sertleşmiş olanı (içi ölmüş olanı) aşmanın bir yolu olarak gördüm bunu. Dili kozmetik düzgünlüğü ve yalınkatlığından kurtarmak istedim. Bilinç kendi yolunda giderken bilinçaltı da kanasın, bilinç derisinin üstüne sızıversin aniden, istedim.
• Sanırım dergilerde öykü yayınlamadınız ve ilk defa bu kitapla birlikte öykülerinizi görüyoruz.
Evet. Doğru. Gerçek Hayat'ta bir hafta “Takip Ediliyorum?”un bir kısmı çıkmıştı, o kadar. Ben hikayelerimi üç yıldan beri saklıyordum, evet. Bilmiyorum. Biraz kıskançlık galiba. Biraz da ayarıma göre bir derginin olmaması, sebep. Öyle sürekli bir münasebet içinde olabileceğim bir ortam yok. Dergi biraz ortam meselesi. Bu yok benim için. Bazen kişisel (kişisel olmayan ne var hayatta?) sebepler öne çıkıyor açıkçası. Lafım ağzımda kalsın daha iyi, diye düşünüyorsunuz.
• “Birikimlerini” çoğu zaman dışarıdan temin eden biri olarak görüyoruz sizi? Yanılıyor muyum? Size tesir eden sanatçıları, ortamları veya sanatları biraz söyler misiniz?
Beni davranış bozukluğuna kadar götüren birkaç sanatçı var. İşte, on beş yılda sekiz-on sanatçı. Yazar, şair, müzisyen, filozof ve sinemacı. Bunlar çok iyi sanatçı değildirler benim için; genellikle sanatın dışında, üstünde değerlendiririm ben onları. (Çok mu parlak konuştum?) Bir müşkülüm var yalnız; yeniden okuma yapamıyorum. Asla başaramıyorum bunu. Yalnızca bir kere başardım. O da aynı kitabı İngilizcesinden okuduğum için. Fakat, söz konusu eserlere, dışarıdan bakarım. Hepsi kafamın içindedir zaten. Episodlar halinde hatırlarım. Birer görüntü olarak hatırlarım. Birer enstantene olarak hatırlarım. Tüylerimi kaldırırlar.
Ara sıra kitaplığımın önüne kadar gider çıkartırım onları aradan ve ellerim. Sayfalarını rast gele karıştırırım. Müzik diline çeviririm içimden onları. Müzik kulağınız yoksa, uyuma müziksel bir mihenkle yaklaşamıyorsanız eğer, sanatınız çok şeyleri kaydedemiyor demektir. Resmin teorisiyle ve tarihiyle ilgiliyim daha çok. Fakat nedendir bilmiyorum, film dışında görsel sanatlara karşı yenemediğim bir mesafe var bende. “Güzel sanat” olmalarından mıdır nedir, bilmiyorum. Hele heykel. Öteden beri bir skandal benim için. Beni ürkütüyor. Giacometti'nin ne kadar olağanüstü bir sanatçı olduğu meselesinden önce bir şey var benim için: Ben ürküyorum ona bakarken. Tabiatımın kabul etmediği bir şey var heykelde. Eski Yunan'da kalın işlerden sayılıyormuş heykel. Heykeltraşlar sanatçı sayılmıyormuş. Loncaları zenaatçı loncasıymış.
Türkiye'deki örneklerine baktığımda ise iyice canım yanıyor. Tamamıyla yutturulmuş bir şeydir bu memlekette heykel. Şapka gibi yani. Hiç bizim değil. Külliyen yalan. Tamamıyla öykünme, ikiyüzlülük, beceriksizlik, utanmazlık, şebeklik. Aynı şekilde tiyatro da öyle. İsim yapmış büyük tiyatrocularımızı görüyoruz. Fareyi gören o kibar garson kedi gibi servis tablasını birden fırlatıp dizi filmlerin içine nasıl da saldırdılar, gördük. Ama bir şey olsaydı bari. Sonuç ortada. Kof bir mübâlâğa, hamasî bir performans, insana hüzün verecek denli beceriksizlik, insanı duymamışlık, anlamamışlık, yalancılık, dolandırıcılık.
• Peki ilerisi için neler planlıyorsunuz. Sizden neler bekleyebiliriz?
“Başka Göklerin Altında”daki hikayeler yaklaşık bir yıl önce bitmişti. O zamanlardan beri şiir çalışıyorum. 1991'den beri üzerinde durduğum bir şey şiir. Ancak verimli bir ilişki kuramadım bir türlü onunla. Kötü şiirler yazmak istemediğim için inat etmedim. Bir anneysem eğer, ileride görmek istemeyeceğim çocuklarım olmasın istedim. Uzatmadım fazla. Ama şimdi, bir yıldan beri onunla gerçekten buluştuğumu, onun bana kendini artık açtığını hissediyorum ve çalışıyorum. Onun benim için kaçınılmaz (hatta acil) bir ifade biçimi olduğunu hissediyorum. Bundan başka, hikaye değil belki ama roman da yazmak istiyorum. Ancak romanın karşılayabileceği bir dünya da uyanıyor bende. Ancak, ona söyleteceğim şeylerin daha da gelişmesini ve acilleşmesini bekliyorum. Belki de tamamen yanılıyorum. Nasip. Göreceğiz.
• Ankara için pek de iyi şeyler söylenmez. Bu şehirde aşık olmak, şair olmak zordur ya da imkânsızdır denilir. Ankara'da hikaye yazmak nasıl bir şey?
Ankara'da 1991'den 2001'e kadar kaldım. Üniversite için gelmiştim. Hiç unutmuyorum ilk günü. Körüklü otobüsler ödümü koparmıştı. Büyük binalar ödümü koparmıştı. İnsanlar ödümü koparmıştı. O ak sakallı ateist hocamız ödümü koparmıştı. Su kokuyordu. Ekmek ürkütücü derecede beyazdı. Hava kuru ve tavizsizdi. Yeşillik çok dakik ve disiplinliydi. Bir gün bir arkadaşıma refüjlerin benim güzellik duygumu incittiğini bana şiddeti hissettirdiğini söylediğimde bunu anlamadı ve karşı çıktı. Çünkü o Ankara'da doğup büyümüştü. Benimse çocukluğum, geceleri balta girmemiş ormanlarından vahşi hayvanların çığlıkları, haykırışları duyulan bir yerde geçti. Yağmurlarda insanın hiç ıslanmadığı ormanlarda yitmişliğim var benim. Düşünebiliyor musunuz aslında neyi kaybettiğimi?
Geçen bir yerde Saygıdeğer bir büyüğümüz bir şey söyledi. Karadenizliler için hayat çocukluktan ibarettir, dedi. Çocukluklarını yaşarlar ve oradan ayrılırlar artık. Hayatları, geçim derdi ya da başka sebeplerden dolayı bitmiştir. İnanır mısınız, bir tuhaf oldum. Hem büyük şairin bu empati gücü, bu görme yeteneği beni şaşırttı, hem de içimin derinliklerindeki o gizli tele ilk defa benden başka birisi, yabancı biri dokunmuş oldu. Evet, benim için dünya, Doğu Karadeniz'e dökülen o ırmağı içeriye doğru 20 km. gittikten sonra bambaşka bir şeye dönüşür. Yukarıda etkinin sözünü ettiniz. Ben hep düşündüm. Niçin gotik ortaçağ şatoları, ilk romantizmin tabiat ve yücelik imajları beni bu kadar etkiledi diye. Bunun cevabını çocukluğumda buldum ben. Bunlar benim çocukluğumun mekanlarıydı.
Şair olmaya, aşık olmaya gelince. Bana kalırsa insan bir kaya parçasının üzerinde yaşayıp ölse ve oranın şiirini yazsa da fark etmez. İş duyuştadır. Bir yeri bırakmak ve başka bir yere gitmek önemlidir asıl. Bu insana daha fazla işleyen bir şeydir. Ben doğduğum yeri terk etmemi, ikinci utero sendromu gibi algılarım. Doğmuş olmanın acısını çocukluğumuzdan çıkarken ilk kez tadıyorsak, çocukluğumuzun mekanını terk ederek bunu ikinci kez tadıyoruz. Bu en azından benim için açıklıkla böyle. Orayı bir kere terk ettiğinizde ise, artık her yer hemen hemen aynı.
Kızılderililer'in, rezervasyonlarda niçin kısa sürede alkolik olup çıktıklarını merak etmiştim. Sadece onların dirençlerini kırmak isteyen gaddar beyazların özendirmeleri yüzünden mi? Hayır. O dağları terk ettikleri için. Doğdukları için. Geçen Avustralya'dan gelmiş birisiyle konuşuyordum. Aborijinleri sorunca söyledi. Hiç şaşırmadım. Çünkü bekliyordum o cevabı. “Hepsi de alkolik.”
22 Mart 2002