Sizin aklınıza da kimi zaman “incir çekirdeğini doldurmayacak sorular!” takılır mı? Bana sık sık oluyor. Örneğin dün evimizin dış duvarının tepesine tırmanan bir salyangoz dikkatimi çekti. Geride “sümüğümsü” izler bırakıyordu.
-Acaba orada ne işi var? Diye sordum kendi kendime… Öyle ya, bahçede onca yeşillik dururken dama tırmanıp ne yapacaktı salyangoz? Egosunu tatmin etme gibi bir kaygısı olabilir miydi bir salyangozun?
Neyse işte, sonra aklıma yıllar önce Türkiye’ye diplomat olarak atanan Amerikalı arkadaşlarımız geldi, karı-koca bir gün Ankara’nın o yıllarda en hoş dinlenme alanlarından biri olan Botanik Parkında yürüyüşe çıkmışlar, yürürken yerlerde, ağaçlarda pek çok salyangoza rastlamışlar, üstelik irilikleriyle iştah kabartan salyangozlarmış bunlar… Gerisini arkadaşımdan dinleyelim mi?
-Ah, o salyangozları görünce ikimizin de ağzı sulandı. Washington’da sıkça gittiğimiz bir lokantada sunulan, bayıla bayıla yediğimiz salyangozları hatırladık. Bir anda aklımıza geldi,-neden bunları toplayıp kendimiz pişirmiyoruz?- dedik. Eve gidip bir kova aldık, geri geldik, bir sürü salyangoz toplayıp döndük. Ben hemen yemek kitaplarını açtım, salyangoz tariflerini gözden geçirmeye başladım. O kadar çeşitli salyangoz tarifi vardı ki, -hangisini seçsek acaba?- diye kararsız kaldım.
-E, sonra?
-Ama bütün tariflerde -önce salyangozları su dolu bir kovanın içine yerleştirip, kovanın kapağını kapatın- yazıyordu. O akşam bir davete katılacağımız için, -ben şimdi salyangozları suya basma işini yapalım, ertesi gün de pişiririz- diye düşündüm, tavsiyeyi harfiyen uyguladım, kovanın kapağını kapattık ve evden çıktık.
-O işlemin amacı neymiş peki?
-Ne olacak canım, salyangozları pişirmeye hazır hale getirmek… Hem, ikide birde sözümü kesme, anlatıyorum işte. Neyse katıldığımız davetten geç saatte döndük, mutfağa filan girmedik, direkt odamıza geçip yattık, uyuduk… Ertesi sabah kalkıp mutfağa geçtim ve ne görsem beğenirsin?
-Bilmem? Sen anlat, -soru sorma- dedin ya…
-Mutfağa girince tam bir şok yaşadım. Mutfağımızın kar beyazı dolapları, duvarları, hatta tavanı gümüşi renkte bir fırçayla sanki baştan aşağı çizilmişti, çizgiler pırıl pırıl parlıyordu… Meğer bizim salyangozlar su dolu kovanın kapağını kolayca devirip kovadan dışarı çıkmışlar, heryerde gezinerek o gümüş rengi izleri bırakmışlar… Elimizde süpürgeler, fırçalar, saatlerce uğraşıp salyangozların izlerini silmeye çalıştık, bu arada salyangozların hepsini bir torbaya doldurduk, yemek filan yapmaktan vazgeçip torbayı Botanik Parkına götürüp boşalttık. Yani salyangoz hayalimiz suya düştü, zaten midemiz alt üst olmuştu, hatta eşim kusmuştu… Bir daha mı? Salyangozu değil yemek, görmek bile istemedik.
-Ya sen şimdi bu hikayeyi niye anlattın? Diye soruyorsanız…
Bugünlerde benim midem de alt üst durumda, yaşananların hangi birini paylaşayım sizinle? Aslında paylaşmama gerek var mı? Olaylar hepimizin gözünün önünde cereyan ediyor ve -bu kadar hata üst üste yapılıyorsa bu artık hata olmaktan çıkar, kasta girer” dedirtmiyor mu?
Ne yazık ki, bizlere de heryere o “sümüksü izleri bırakanlar”ı izlemek kalıyor…
-Ne yapalım yani, eğer topluma önderlik edecek sivil toplum örgütleri, sendikalar, akademik çevreler, siyasi partiler sessiz kalıyorsa bizler ne ne yapalım? Sokağa mı dökülelim?
Diyorsunuz değil mi?
Zaten geçen zamanda çok şey kaybettik… Gerçi zararın neresinden dönsek kardır ama o kadar geç kaldık ki…
Peki, merak etmiyor musunuz, -salyangoz tarifinde yapılan hata neydi- diye?
-Amaan ne diye merak edelim, sen şimdi Hasbi Ağa (*) gibi salyangoz satma işine mi soyunuyorsun? Unutma burası müslüman mahallesi…
-Yok canım, benim salyangoz işiyle ilgim yok. Beni Hasbi Menteşeoğlu ile karıştırma… Sadece belki merak etmişsinizdir diye, tarifte yapılan hatayı söyleyecektim. Hani salyangozları kovada suya basmış ya bizim arkadaşlar… Kovanın kapağını kapatmışlar ama kapağın üstüne ağır bir taş koymayı unutmuşlar, eğer öyle yapmış olsalar, duvarlara tırmanan salyangozların önlenemeyen yükselişini ve geride bıraktıkları sümükleri temizlemek zorunda kalmayacaklardı…
-Acaba orada ne işi var? Diye sordum kendi kendime… Öyle ya, bahçede onca yeşillik dururken dama tırmanıp ne yapacaktı salyangoz? Egosunu tatmin etme gibi bir kaygısı olabilir miydi bir salyangozun?
Neyse işte, sonra aklıma yıllar önce Türkiye’ye diplomat olarak atanan Amerikalı arkadaşlarımız geldi, karı-koca bir gün Ankara’nın o yıllarda en hoş dinlenme alanlarından biri olan Botanik Parkında yürüyüşe çıkmışlar, yürürken yerlerde, ağaçlarda pek çok salyangoza rastlamışlar, üstelik irilikleriyle iştah kabartan salyangozlarmış bunlar… Gerisini arkadaşımdan dinleyelim mi?
-Ah, o salyangozları görünce ikimizin de ağzı sulandı. Washington’da sıkça gittiğimiz bir lokantada sunulan, bayıla bayıla yediğimiz salyangozları hatırladık. Bir anda aklımıza geldi,-neden bunları toplayıp kendimiz pişirmiyoruz?- dedik. Eve gidip bir kova aldık, geri geldik, bir sürü salyangoz toplayıp döndük. Ben hemen yemek kitaplarını açtım, salyangoz tariflerini gözden geçirmeye başladım. O kadar çeşitli salyangoz tarifi vardı ki, -hangisini seçsek acaba?- diye kararsız kaldım.
-E, sonra?
-Ama bütün tariflerde -önce salyangozları su dolu bir kovanın içine yerleştirip, kovanın kapağını kapatın- yazıyordu. O akşam bir davete katılacağımız için, -ben şimdi salyangozları suya basma işini yapalım, ertesi gün de pişiririz- diye düşündüm, tavsiyeyi harfiyen uyguladım, kovanın kapağını kapattık ve evden çıktık.
-O işlemin amacı neymiş peki?
-Ne olacak canım, salyangozları pişirmeye hazır hale getirmek… Hem, ikide birde sözümü kesme, anlatıyorum işte. Neyse katıldığımız davetten geç saatte döndük, mutfağa filan girmedik, direkt odamıza geçip yattık, uyuduk… Ertesi sabah kalkıp mutfağa geçtim ve ne görsem beğenirsin?
-Bilmem? Sen anlat, -soru sorma- dedin ya…
-Mutfağa girince tam bir şok yaşadım. Mutfağımızın kar beyazı dolapları, duvarları, hatta tavanı gümüşi renkte bir fırçayla sanki baştan aşağı çizilmişti, çizgiler pırıl pırıl parlıyordu… Meğer bizim salyangozlar su dolu kovanın kapağını kolayca devirip kovadan dışarı çıkmışlar, heryerde gezinerek o gümüş rengi izleri bırakmışlar… Elimizde süpürgeler, fırçalar, saatlerce uğraşıp salyangozların izlerini silmeye çalıştık, bu arada salyangozların hepsini bir torbaya doldurduk, yemek filan yapmaktan vazgeçip torbayı Botanik Parkına götürüp boşalttık. Yani salyangoz hayalimiz suya düştü, zaten midemiz alt üst olmuştu, hatta eşim kusmuştu… Bir daha mı? Salyangozu değil yemek, görmek bile istemedik.
-Ya sen şimdi bu hikayeyi niye anlattın? Diye soruyorsanız…
Bugünlerde benim midem de alt üst durumda, yaşananların hangi birini paylaşayım sizinle? Aslında paylaşmama gerek var mı? Olaylar hepimizin gözünün önünde cereyan ediyor ve -bu kadar hata üst üste yapılıyorsa bu artık hata olmaktan çıkar, kasta girer” dedirtmiyor mu?
Ne yazık ki, bizlere de heryere o “sümüksü izleri bırakanlar”ı izlemek kalıyor…
-Ne yapalım yani, eğer topluma önderlik edecek sivil toplum örgütleri, sendikalar, akademik çevreler, siyasi partiler sessiz kalıyorsa bizler ne ne yapalım? Sokağa mı dökülelim?
Diyorsunuz değil mi?
Zaten geçen zamanda çok şey kaybettik… Gerçi zararın neresinden dönsek kardır ama o kadar geç kaldık ki…
Peki, merak etmiyor musunuz, -salyangoz tarifinde yapılan hata neydi- diye?
-Amaan ne diye merak edelim, sen şimdi Hasbi Ağa (*) gibi salyangoz satma işine mi soyunuyorsun? Unutma burası müslüman mahallesi…
-Yok canım, benim salyangoz işiyle ilgim yok. Beni Hasbi Menteşeoğlu ile karıştırma… Sadece belki merak etmişsinizdir diye, tarifte yapılan hatayı söyleyecektim. Hani salyangozları kovada suya basmış ya bizim arkadaşlar… Kovanın kapağını kapatmışlar ama kapağın üstüne ağır bir taş koymayı unutmuşlar, eğer öyle yapmış olsalar, duvarlara tırmanan salyangozların önlenemeyen yükselişini ve geride bıraktıkları sümükleri temizlemek zorunda kalmayacaklardı…
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.