Şaka Yapmıyor ki... - Makale by Senai Demirci
Zâhir bin Haram adında biri vardı. Çölde yaşardı, şehre nadiren uğrardı. Medine’ye her geldiğinde Peygamberimize çam sakızı çoban armağanı hediyeler getirirdi. Peygamberimiz onu çok sever, “Zahir bizim köylümüz, biz de onun şehirlisiyiz” diyerek latife ederdi. Bir defasında, Zâhir yetiştirdiği mahsulleri getirmiş, Medine pazarında satıyordu. Allah Rasûlü onu görünce, sezdirmeden yanına gidip arkasından tutup kavradı. Zâhir önce “Bırak beni kimsin?” diye bağırdı. Dönüp Peygamberimizi görünce ona sarılıp başını göğsüne yasladı. Peygamberimiz, “Köle satıyorum, yok mu alan?” diye pazara doğru seslendi. Zâhir ufak tefek bir adamdı. “Ey Allah’ın Rasûlü, satmaya kalkarsan elinde kalırım, beni kimse almaz” dedi. Rasûlullah gülümsedi: “Ama sen Allah katında ne kadar değerlisin, biliyor musun?”
Bu olayı “Peygamberimizin yaptığı şakalar” başlığı altında okumuşluğum vardı. Geçenlerde yeniden okuyunca fark ettim ki, Peygamberimiz “Köle satıyorum, yok mu alan?” diye sorarken ciddiydi. “(Belki de hiç olmadığı kadar ciddi idi” demek üzereydim ki, her daim ciddi olduğuna eminim. Onunki güler yüzlü bir ciddiyet ve mütebessim bir derinlik gerek…)
O’nun kendini değersiz sanan Zâhir gibilere Allah katındaki değerini hatırlatma mesaisi çok önceden başlamıştı. “Muhammed-ul Emin” diye bilindiği yıllarda, onu ömrünün en kritik yolculuğuna çıkaran mesele, kendisini sarp yokuşa vurduran dert, Hira’nın yalnızlığına gönderen sebep, o gün pazarda Zâhir’den duyduğu sözü, kırk yıldır herkesin gözlerinde okumuş olmasıydı. “Bizi kimse satın al[maya değer bul]maz!”
Çok değerli bir cevherin, emsalsiz güzellikte bir sanat eserinin, hoyrat gözlerde harcanıp gitmesi, kaba bakışlarda değersizleşmesi, cevherin değerini bilen, güzellikten anlayan bir kalp hiç parçalanmaz mı? İçindeki asil isyanı, soylu öfkeyi bağıra bağıra duyurmak istemez mi? Muhammed-ul Emin’i Hira inzivasına daldıran, belli ki bu isyandı, bu öfkeydi. “Böyle gelmiş ama böyle gidemez!” diyordu kalbi. “İsraf ediyor insan kendini; buna sahibi müsaade etmemeliydi!” diye sitem ediyor olmalıydı gönlü…
Kendi kendisini değersizliğe itmişti insan; bir insan olarak ilk gördüğü acı gerçekti bu. Varlığını anlamsızlığa mahkûm etmişti. Aklının kalbine yüklediği geleceğe dair korkularla yaşamaya razı olmuştu insan; geçmişten kaynaklanan hüzünlere çare aramaktan vazgeçmişti. Kendisini varoluşun üzerine çıkarması için verilen aklını, varlığın altında boğulma sebebi yapmıştı. Varlığının önemsendiğine dair muazzam mührün önceliğini geriye itmiş, biricik görüldüğünün teyidi olan Kâbe’nin hatırını yok saymıştı. Hazreti Âdem’in evladı olduğunu inkâra kalkmıştı. Kâinatın son meyvesi olan sesini ve nefeslerini soğuk taşların yüzünde harcıyordu. Yeryüzü yalnızlığının habercisi olan kederlerini eşyayı çoğaltarak teskin ediyordu. Aziz bir şahit olmaya yazılmışken, sonu gelmez sahiplenme yarışında zilletten zillete düşüyordu. Gurbetten sılaya yönelişin emaresi kalbi çırpınışlarını cansız ve şuursuz putların dizi dibinde uyutuyordu. Göklü Söz’e muhatap olacak kadar seçilmiş görmüyordu kendisini. Âlemler Rabbinin kendisine ‘elçi’ gönderecek kadar önemseyeceğinden ümit kesmişti.
Sonunda, en sonunda, o yürüyüşün zirvesinde, ‘Kadr-i Kıymet Gecesi’nde, insanlığın kadrini bilmenin muhteşem sayhası yankılandı. “İkra…” sesi değdi arzın toprağına. “Oku…” anlamındaki bu emirle, parçaları anlamlı bir bütün haline getirme görevi hatırlatıldı insanlığa. Ki okumak, harf, hece, kelime, cümle gibi parçaları, anlamlı bir ‘kitap’ bütünlüğüne sokma işlemidir.
“Anlam ara…” denirken insanlığa, tam dört katmanda Allah katındaki değeri hatırlatıldı. Peygamberimizin Zâhir’e söylediği mütebessim cümlenin mayası atıldı: “Sen Allah katında ne kadar değerlisin, biliyor musun?”
Birinci mesajı şu İkra’nın: “İçinde bulunduğun varoluş anlamlıdır; şahidi olduğun yer ve gökler sana anlam ifade etmek üzere hazırlandı. Dağ, taş, dere, tepe, gece, gündüz, güneş, yıldız, ova, nehir, ağaç, kuş… Sana hitab eden birer özel mektup olarak konuldu önüne. Her hecesiyle sana özel konuşmakta, her harfiyle seni öncelemekte bu mektup… Sonsuz kâinatın, sınırsız detaylarıyla kendisine hitap edilecek kadar değerlisin sen.”
İkincisi: “Bu anlamlı kâinata anlam vermek ancak senin işindir. Yalnız sen okuyabilirsin bu kitabı. Bu incelikli şaheserden, bu bitimsiz güzellikten, bu sınırsız ikramdan, bu eşsiz ihtişamdan bir sen anlarsın. Senin bakışının terazisi işte bu kadar hassastır. Sarraf diye tayin edildin âleme Değerlendirmelerin işte bu kadar emsalsizdir. Bu muhteşem varoluş kitabını sen okuyasın diye Yazan’ın yanındaki değerini anla!”
Üçüncüsü: “Anlaşılmaya değer olan ile anlamakla görevlendirilenin buluştuğu yerdeyiz şimdi. Seni kâinatın okuyucusu olarak önceleyen Rabbin, Söz’nün de muhatabı seçti. ‘İkra…’ diyerek doğrudan konuşmaya başladı seninle. Gör işte, söz söylemeye değer görüyor seni. Duy artık, dil dökecek kadar önemsiyor seni. Düştüğün dünya kuyusundan çıkman için kalbinin tutunacağı kelimeler indiriyor kalbine. Kur’ân’ın var artık; ‘okumaya değer’ kâinatın kitabının ‘değerli okuyucusu’ olarak sana sunulan ‘okunası’ bir kitabın oldu. Allah’ın katındaki değerini görmüyor musun?”
Dördüncüsü: “İnsan, kâinat ve Kur’ân kitaplarının buluştuğu yerde, dördüncü ‘kitap’la tanıştırıyorum seni. Artık bir ‘Elçi var’ yanında. Senin gibi. Senden. Anla işte; Muhammed Mustafa (sav) gibi muhteşem bir kişiliğin elçi olarak gönderildiği kişisin sen ey insan. O’nunla yoldaşlığa seçildin. O’nunla beraber yürüyeceksin. O’nun yanında yerin. O’nunla beraber anılacak adın. O’na refakat etmekle şereflendirildin.”
Şimdi bir daha duyuyorum Peygamberimizin Zâhir’e söylediğini: “Ama sen Allah katında ne kadar değerlisin, biliyor musun?”
Makale by Senai Demirci
Zâhir bin Haram adında biri vardı. Çölde yaşardı, şehre nadiren uğrardı. Medine’ye her geldiğinde Peygamberimize çam sakızı çoban armağanı hediyeler getirirdi. Peygamberimiz onu çok sever, “Zahir bizim köylümüz, biz de onun şehirlisiyiz” diyerek latife ederdi. Bir defasında, Zâhir yetiştirdiği mahsulleri getirmiş, Medine pazarında satıyordu. Allah Rasûlü onu görünce, sezdirmeden yanına gidip arkasından tutup kavradı. Zâhir önce “Bırak beni kimsin?” diye bağırdı. Dönüp Peygamberimizi görünce ona sarılıp başını göğsüne yasladı. Peygamberimiz, “Köle satıyorum, yok mu alan?” diye pazara doğru seslendi. Zâhir ufak tefek bir adamdı. “Ey Allah’ın Rasûlü, satmaya kalkarsan elinde kalırım, beni kimse almaz” dedi. Rasûlullah gülümsedi: “Ama sen Allah katında ne kadar değerlisin, biliyor musun?”
Bu olayı “Peygamberimizin yaptığı şakalar” başlığı altında okumuşluğum vardı. Geçenlerde yeniden okuyunca fark ettim ki, Peygamberimiz “Köle satıyorum, yok mu alan?” diye sorarken ciddiydi. “(Belki de hiç olmadığı kadar ciddi idi” demek üzereydim ki, her daim ciddi olduğuna eminim. Onunki güler yüzlü bir ciddiyet ve mütebessim bir derinlik gerek…)
O’nun kendini değersiz sanan Zâhir gibilere Allah katındaki değerini hatırlatma mesaisi çok önceden başlamıştı. “Muhammed-ul Emin” diye bilindiği yıllarda, onu ömrünün en kritik yolculuğuna çıkaran mesele, kendisini sarp yokuşa vurduran dert, Hira’nın yalnızlığına gönderen sebep, o gün pazarda Zâhir’den duyduğu sözü, kırk yıldır herkesin gözlerinde okumuş olmasıydı. “Bizi kimse satın al[maya değer bul]maz!”
Çok değerli bir cevherin, emsalsiz güzellikte bir sanat eserinin, hoyrat gözlerde harcanıp gitmesi, kaba bakışlarda değersizleşmesi, cevherin değerini bilen, güzellikten anlayan bir kalp hiç parçalanmaz mı? İçindeki asil isyanı, soylu öfkeyi bağıra bağıra duyurmak istemez mi? Muhammed-ul Emin’i Hira inzivasına daldıran, belli ki bu isyandı, bu öfkeydi. “Böyle gelmiş ama böyle gidemez!” diyordu kalbi. “İsraf ediyor insan kendini; buna sahibi müsaade etmemeliydi!” diye sitem ediyor olmalıydı gönlü…
Kendi kendisini değersizliğe itmişti insan; bir insan olarak ilk gördüğü acı gerçekti bu. Varlığını anlamsızlığa mahkûm etmişti. Aklının kalbine yüklediği geleceğe dair korkularla yaşamaya razı olmuştu insan; geçmişten kaynaklanan hüzünlere çare aramaktan vazgeçmişti. Kendisini varoluşun üzerine çıkarması için verilen aklını, varlığın altında boğulma sebebi yapmıştı. Varlığının önemsendiğine dair muazzam mührün önceliğini geriye itmiş, biricik görüldüğünün teyidi olan Kâbe’nin hatırını yok saymıştı. Hazreti Âdem’in evladı olduğunu inkâra kalkmıştı. Kâinatın son meyvesi olan sesini ve nefeslerini soğuk taşların yüzünde harcıyordu. Yeryüzü yalnızlığının habercisi olan kederlerini eşyayı çoğaltarak teskin ediyordu. Aziz bir şahit olmaya yazılmışken, sonu gelmez sahiplenme yarışında zilletten zillete düşüyordu. Gurbetten sılaya yönelişin emaresi kalbi çırpınışlarını cansız ve şuursuz putların dizi dibinde uyutuyordu. Göklü Söz’e muhatap olacak kadar seçilmiş görmüyordu kendisini. Âlemler Rabbinin kendisine ‘elçi’ gönderecek kadar önemseyeceğinden ümit kesmişti.
Sonunda, en sonunda, o yürüyüşün zirvesinde, ‘Kadr-i Kıymet Gecesi’nde, insanlığın kadrini bilmenin muhteşem sayhası yankılandı. “İkra…” sesi değdi arzın toprağına. “Oku…” anlamındaki bu emirle, parçaları anlamlı bir bütün haline getirme görevi hatırlatıldı insanlığa. Ki okumak, harf, hece, kelime, cümle gibi parçaları, anlamlı bir ‘kitap’ bütünlüğüne sokma işlemidir.
“Anlam ara…” denirken insanlığa, tam dört katmanda Allah katındaki değeri hatırlatıldı. Peygamberimizin Zâhir’e söylediği mütebessim cümlenin mayası atıldı: “Sen Allah katında ne kadar değerlisin, biliyor musun?”
Birinci mesajı şu İkra’nın: “İçinde bulunduğun varoluş anlamlıdır; şahidi olduğun yer ve gökler sana anlam ifade etmek üzere hazırlandı. Dağ, taş, dere, tepe, gece, gündüz, güneş, yıldız, ova, nehir, ağaç, kuş… Sana hitab eden birer özel mektup olarak konuldu önüne. Her hecesiyle sana özel konuşmakta, her harfiyle seni öncelemekte bu mektup… Sonsuz kâinatın, sınırsız detaylarıyla kendisine hitap edilecek kadar değerlisin sen.”
İkincisi: “Bu anlamlı kâinata anlam vermek ancak senin işindir. Yalnız sen okuyabilirsin bu kitabı. Bu incelikli şaheserden, bu bitimsiz güzellikten, bu sınırsız ikramdan, bu eşsiz ihtişamdan bir sen anlarsın. Senin bakışının terazisi işte bu kadar hassastır. Sarraf diye tayin edildin âleme Değerlendirmelerin işte bu kadar emsalsizdir. Bu muhteşem varoluş kitabını sen okuyasın diye Yazan’ın yanındaki değerini anla!”
Üçüncüsü: “Anlaşılmaya değer olan ile anlamakla görevlendirilenin buluştuğu yerdeyiz şimdi. Seni kâinatın okuyucusu olarak önceleyen Rabbin, Söz’nün de muhatabı seçti. ‘İkra…’ diyerek doğrudan konuşmaya başladı seninle. Gör işte, söz söylemeye değer görüyor seni. Duy artık, dil dökecek kadar önemsiyor seni. Düştüğün dünya kuyusundan çıkman için kalbinin tutunacağı kelimeler indiriyor kalbine. Kur’ân’ın var artık; ‘okumaya değer’ kâinatın kitabının ‘değerli okuyucusu’ olarak sana sunulan ‘okunası’ bir kitabın oldu. Allah’ın katındaki değerini görmüyor musun?”
Dördüncüsü: “İnsan, kâinat ve Kur’ân kitaplarının buluştuğu yerde, dördüncü ‘kitap’la tanıştırıyorum seni. Artık bir ‘Elçi var’ yanında. Senin gibi. Senden. Anla işte; Muhammed Mustafa (sav) gibi muhteşem bir kişiliğin elçi olarak gönderildiği kişisin sen ey insan. O’nunla yoldaşlığa seçildin. O’nunla beraber yürüyeceksin. O’nun yanında yerin. O’nunla beraber anılacak adın. O’na refakat etmekle şereflendirildin.”
Şimdi bir daha duyuyorum Peygamberimizin Zâhir’e söylediğini: “Ama sen Allah katında ne kadar değerlisin, biliyor musun?”
Makale by Senai Demirci
Moderatör tarafında düzenlendi: