“Rab” Ne Demektir?
Efâl mertebesi dediğimiz mertebede tasarruf eden, Efâl mertebesini meydana getiren, mutlak varlıktır… Allâh’tır!.. Efâl mertebesini meydana getirmesi ve Efâl mertebesinde mutlak mutasarrıf olması hasebiyle “Rab” ismiyle anılır.
Evet… “RAB”; terbiye edici, mürebbi anlamındadır. Ancak, bir annenin çocuğunu, bir öğreticinin öğrenciyi terbiyesi gibi bir terbiye asla anlaşılmamalıdır; çünkü bu tür anlayış, tam bir bataklığa saplar insanı!.. Bu anlayış, neticede bir sen ve bir de seni terbiye eden, senden ayrı, yukarıda ikinci bir TANRI anlayışına sürükler seni!..
“RAB” kelimesindeki terbiyeyi nasıl anlayacağız öyle ise?..
“RAB”, Rubûbiyet mertebesi sahibi olan anlamındadır. Rubûbiyet ise ilâhî isimler diye bildiğimiz Esmâ ül Hüsnâ’nın hükümlerini aşikâre çıkartma özelliğidir.
Meseleyi bu şekilde anladığımız zaman, görürüz ki, senin Rabbin, varlığında bulunan, varlığını meydana getiren ilâhî isimlerden başka bir şey değildir!.. Ancak bu ilâhî isimler, sende bir terkip hükmüyle ve boyutlarıyla aşikâre çıkar ki; bu çıkış da, senin birimsel mânâdaki varlığının kaynağı ve ta kendisidir.
Evet sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibarıyla, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibarıyla da Allâh’tan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikati tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibarıyla, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve mânâlar şeklinde tanırsın.
İnsanın “Rabbini” bilmesi; “insan” ismiyle kastedilen varlığın, “İlâhî isimlerin bir terkibi” olduğunu bilmesidir!..
Her “insan” ismi altında, mutlak olarak hükmünü yerine getiren Hakk’tır!
Senin Rabbin, sendeki mânâların, Allâh isimlerinin terkibiyet hâlidir!..
Senin Rabbinle, Ahmed’in Rabbi hem ayrıdır, hem aynıdır!.. Terkibiyetleri yönüyle ayrıdır; terkiplerin mahiyeti yönüyle aynıdır!..
Rabbini bilen, isimleri yönüyle, Allâh’ı bilmiş olur. Yani, isimlerin mânâları yönüyle Allâh’ı bilmiş olur!.. Yani İsimler mertebesinde, Allâh’ı bilmiş olur!.. Hâlbuki, “Allâh” ismi, Zât, Sıfat, Esmâ ve Efâl mertebelerinin tümünü içine alan bir isimdir. Oysa burada “Rabbi” bildiğin zaman, Esmâ mertebesi itibarıyla bilmiş oluyorsun! İsimleri bilmek hasebiyle, Allâh’ı bilmiş oluyorsun!
Rabbini bilen, isimleri yönüyle Allâh’ı bilmiş olur.
Her ne kadar isimlerin mânâları, o benliğe, o hüviyete ait ise de; o benliği ve hüviyeti, isimler perdesi arkasından müşahede edebiliyorsun!..
Peki, isimler perdesi arkasından değil de, bizâtihi Sıfat mertebesiyle bilmek nasıl olur?
Terkibiyetin; terkibiyetinden doğan huy ve karakterin, tabiatın; tabiat kaydı altında bulunman söz konusu olduğu sürece, Sıfat mertebesindeki benliğini bilebilirsin fakat bu, bilgiden öteye geçmez!..
İşte bu sebepledir ki, “Rabbini bilen, ALLÂH’ı bilmiş” olmaz!
Rabbini bilmesi, bir kişinin cehennemden kurtulmasına yol açmaz! Rabbini bilmesinin ötesinde; kendi Rabbinin hükmü altından çıkabilmesi zarureti söz konusudur!..
Rabbinin hükmü altından çıkabilmesi de, Rabbini bilmesi, Rabbinin ötesinde Allâh adıyla işaret edileni bilmesi; ve Allâh’ın hükümleri gereğince, Rabbinin kaydından kurtulması gerekir!..
Demek ki “Allâh ahlâkıyla ahlâklanmak”, zâtında ve benliğinde Allâh’tan gayrının var olmadığını müşahede etmekle ve Efâl mertebesinde bütün ilâhî isimlerin dengeli, ölçülü, kontrollü ve bürünme hükmüyle ortaya çıkışını seyretmekle mümkün olur.
Bütün bunlar ancak ve ancak, kendinde vehmettiğin, birimsel, izafî, şartlanmadan doğan “kişisel benlik” duygusunun ortadan kalkmasından sonra oluşan yaşam şekilleridir.
Varlıkta, Allâh’tan gayrının mevcut olmadığına şahit olacaksın… Artık vehmî, şartlanmadan ve beş duyunun aldatmacalarından ileri gelen varlıklar zannı senden kalkacak!..
Bütün varlığın, küll hâlinde, tek bir varlık olduğunu müşahede edeceksin. Hakk’tan söz edildiği zaman, “Hak” isminin mânâsını Zâtında göreceksin, müşahede edeceksin; ondan sonradır ki, bu söylenilenler sende yaşanacak!.. Ondan evvelki biliş, sadece öğreniş, kabulleniş, iman, takliden tasdiktir!.. Yaşama olmaz!..
Birimsel, izafî, şartlanmadan doğan “kişisel benlik” duygusunun ortadan kalkması gerekir.
İşte bunu yaşayabilmek, bunu hissedebilmek, bunu fiiller düzeyinde müşahede edebilmek için, izafî varlığa ait, izafî (göresel) benliğin ortadan kalkması için, buna ait huyların ortadan kalkması lazımdır, zaruridir!
İzafî varlığın “yokluğu” konusundaki şüphe ve endişeler gittikten sonra; şuurunda, izafî varlık hükmünü doğuran huyların, davranışların, şartlanmaların, tabiatların da ortadan kalkması söz konusudur.
Bunlar kalkmadan, TEK’liği yaşayabilmek gene mümkün olmaz. Evvela bunlar kalkacak, sonra gereken isimlerin mânâlarına bürünmüş olarak fiilleri ortaya koyacaksın.
Kaldırmaktan kasıt ne?..
Kaldırılacak, ortadan yok edilecek bir şey, gerçekte yoktur!..
Öyle ise kaldırmaktan murat, sende zuhur eden mânâları dengelemek; ağır basan mânâların kaydından çıkarak, hafif kalan mânâları ağırlaştırmak şeklinde değiştirme, demektir. Böylece eski ağırlıklarla oluşan mânâ ya da fiiller sende ortadan kalkmış ve yerine başka mânâlar ve fiiller gelmiş olur!..
Mesela cimrilik dediğimiz haslet, sendeki bir ismin mânâsının yeterli ağırlıkta zuhur etmemesine bağlı olarak ortaya çıkmış bir haslettir!.. Şayet, bu ismin mânâsı sende ağırlık kazanırsa, cimrilik özelliği sende hükmünü yitirir ve el açıklığı, hatta daha da ileri özellikler ortaya çıkar. Bu da zikir yoluyla beyin programında meydana gelecek değişiklik sonucu ortaya çıkar ancak…
Öyle ise, kendinde mevcut olup, ancak belli programlanma dolayısıyla bir kısmı ortaya çıkabilen, çeşitli mânâların keşfolunması ve dengeli bir biçimde ortaya çıkışı nasıl olacaktır?..
Yani, Allâh’ın ahlâkıyla nasıl ahlâklanacaksın?..
Bütün bunların gerçekleşmesi için iki yol vardır:
a – Dıştan içe gidiş.
b – İçten dışa geliş.
Birinci şıkkın gerçekleşmesi nispeten daha kolaydır. Dıştan içe gidiş dediğimiz şeklin gerçekleşmesi, daha önce o hedefe ulaşmış bir kişiyi bulup; onun, senin tabiatına, huylarına, istek ve arzularına ters düşen emirlerine körü körüne sürekli tâbi olarak; yeni bir şekle, tarza, mânâya geçiş yoluyla mümkün olur!..
Daha sonra da bu mânâları kavramaya çalışırsın!..
Allâh boyası! Allâh boyası ile boyanmış olmaktan güzel ne olabilir! Biz O’na kulluk edenleriz! (2.Bakara: 138 )
İkinci şıkkın, yani içten dışa gelişin gerçekleşmesi ise bir ölçüde daha zordur. Bunun için geniş tefekkür yeteneğine sahip akla ihtiyaç vardır!.. Tâ ki yapılan çalışma ve araştırmalar sonucunda, kendinde mevcut tüm mânâları keşfedebilesin, sonra onlarla boyanabilesin. Böylece Allâh’ın boyasıyla boyanmış olasın!..
Allâh’ın; önce bilinen tüm isimlerinin mânâlarını, sonra da bilinmeyen sayısız isimlerin mânâlarını kendinde keşfedip, kendini tanıyasın. Zira…
Neyi, niye, nasıl, hangi hedefe yönelik olarak yaptığını bilmeden ortaya koyduğun her hareket “tabii”dir. Yani, tabiatının gerektirdiği bir biçimde!.. Tabiatının gereği olarak ortaya koyduğun her hareketin karşıtı hareket de, senin azap duymana yol açan şey olur!.. Zaten cehennem de, senin tabiat, huy, benlik kayıtlarında kalmanın mânâsından başka bir şey değildir, manevî yönü itibarıyla!..
Tabiatlar, huylar, benlik; cehennem ateşi olduğuna göre, karşındakinin huyuna, tabiatına, benliğine uygun olarak yaptığın her hareket ve konuşma, gerçekte, onun cehennem ateşini arttırmaktan, alevlerini körüklemekten başka bir şey sağlamaz!..
Oysa, bu hareket ona, şu tabii yaşantısı gereği, sanki nimetmiş gibi tad vermektedir!..
Diğer taraftan, onu, tabiatının, huyunun, benliğinin zıddına davet ettiğin, hoşlanmadığı hareketleri yaptığın ve bunlara katlanmasına; nihayet bunları hoşgörü ile karşılamasına yol açtığın zaman ise, ona cennete davet elini uzatmış olursun!.. Çünkü, bu davranışları kabulü neticesinde, bir süre sonra ona azap verecek herhangi bir davranış ya da olay kalmaz olur!..
Kişinin üzülmesine, sıkılmasına, azap duymasına, bunalmasına yol açan her şeyin kökeninde kesinlikle mevcut olan şey, ya benliği, ya tabiatı, ya huyları; yani bunlarla kendi hakikatini kayıt altına alması yatmaktadır!.. Bu kayıtları kırabilirse, kendine azap veren tüm nesnelerden de arınmış olacak; Dünya’da yaşarken cehennemden azât edilmişlerden, diye tarif edilenlerden olacaktır!.. Aksi takdirde, Dünya’da yaşadığı sürece de, öldükten sonra da çektiği azaplar çok çok uzun bir süre son bulmayacaktır.
Hakk’ın rahmetinden, Rasûlullâh’ın şefaatinden murat, kişiyi “Rabbinin kulu” olma kayıtlılığından, “Allâh’ın kulu” olma genişliğine geçirmedir. Yani tabiat, huy, benlik gibi terkibiyetinin sonucu oluşan, kabulüne bağlı kişiliğinden bâkî benliğine ulaştırmadır. Bağlarından kurtarıp özgün hakikatini yaşamaya davettir.
Şayet Hak, bir kuluna sonsuz nimetinden içirmeyi murat ederse, onu kendi huylarının, tabiatının, benliğinin esiri olmaktan kurtarıp; yani ölmeden evvel bu saydığımız özelliklerinden, dolayısıyla kişiliğinden öldürüp, aslına ve hakikatine kavuşturur!.. Böylece o kul, Allâh’a vâsıl olur!..
AHMED HULÛSİ