Olağanlar ve olağandışı olanlar
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
İnsan ruhunun derinliklerinin karmaşık sırrını çözmeye çalışan, korkuların kökenine inmeyi romanlarının baş amacı haline getiren ünlü Rus yazar Dostoyevski der ki, iki tür insan vardır; olağanlar ve olağandışılar. Olağanlar yer içer, neslin devamını sağlarlar, ama asla mutlu olamazlar, çünkü korkaktırlar, korkak oldukları için risk yüklenmezler, risk yüklenmedikleri için acı çekmezler; acı yoksa mutluluk da yok, der ve ekler aynı şekilde risk yoksa başarı da yoktur. O yüzden bu tür insanlar mutlu ve başarılı olmazlar. Bir de olağan dışı insanlar var, diyor usta. Bunlar ise diğerlerinin tersine hem mutlu hem başarılı olurlar, çünkü cesurdurlar, cesur oldukları için risk yüklenirler, risk yüklendikleri için acı çekme potansiyelleri vardır, dolayısıyla mutlu ve başarılı olurlar. Gel gelelim olağan insanlar sadece korkak değil aynı zamanda kıskançtırlar. Ellerinden gelse olağan dışı insanları asarlar sonra da başsız kaldılar diye onların heykellerini dikip yaslarını tutarlar. Uygarlık eğer bu güne bu haliyle gelmişse bu olağan dışı insanların sayesinde olmuştur.
İmamoğlu’nun olağan dışı durumu
İmamoğlu bu metafora göre olağandışı bir kişiliktir. Beylikdüzü gibi bir yerden yükselerek İstanbul gibi bir büyük dev şehri kazandı, hem de bir başbakan ve bir cumhurbaşkanına karşı, hem de iki defa, birincide 14 bin olan farkı, ikincide kararlı ve korkusuz duruşuyla 814 bine çıkartarak başardı. İşte tam bu noktada iktidar İmamoğlu’ndan korkmaya başladı. Bu noktadan itibaren onu saf dışı bırakmanın peşine düştü. Hizmetlerini engelledi, bütçesini kesti, müfettiş üstüne müfettiş gönderdi, suçluları istihdam etmekle itham etti, bunlardan hiçbir şey çıkaramayınca başka yollara saptı.
İç İşleri Bakanı çıkıp “İstanbul Belediye’sinde 650 terörist var” dedi. Peki, varsa gereğini niye yapmıyorsun diye sorulduğunda verecek bir cevap bulamadı. Eğer öyleyse, gereğini yapmayarak suç işlemiyor mu bu iç işleri bakanı. Müfettişler bir şey çıkartamadı, bu da tutmadı, bu kez daha ağır yönelimlere giriştiler ve hukuksuzluktan medet ummaya başladılar, yargıyı kullanarak, eften püften gerekçelerle dava açtılar. Bu dava İmamoğlu’nu sahanın dışına atmak için adım adım örüldü. Çünkü İmamoğlu’ndan kokuyorlar. Onu siyaseten durduramayınca hileye başvurdular.
Erdoğan “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” demişti. İmamoğlu İstanbul’u almıştı ve dolaysıyla Erdoğan İstanbul’u kaybetmiş, Türkiye’yi de kaybetmek üzereydi. İşte bu korkudan dolayı tamamen kendilerine bağlı hale getirdikleri yargıyı devreye soktular.
Bükemediği eli hile ile kopar!
Evet, İmamoğlu siyaseten yenemeyecekleri bir rakip olduğu için bu yola başvurdular. Çünkü İmamoğlu, Yüksek Seçim Kurulu’ndan (YSK) İstanbul seçimlerinin iptal edildiği haberi gelince, o gün (tarihler 6 Mayıs 2019’ü gösterdiğinde) o meydanda kravatını çıkarmış, kollarını sıvamış Beylikdüzü’nde toplanan kalabalığa şöyle seslenmişti, “Yolumuz uzun, heyecanımız yüksek, gençliğimiz var. Biz adalete susamış, demokrasiye inanmış Türkiye gençliğiyiz… Bu ülkede karar vericiler; gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde olabilirler…” diye devam etmişti. İşte korkuları o gün o saat başlamıştı. O gün o sesi hukuksuz bir biçimde kısmaya, bu yürüyüşü durdurmaya çalıştılar.
Bu son hukuksuz hamle ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Çünkü korkuyorlar. Korktukları için korkutmaya çalışıyorlar. Ellerine ne geçtiyse onunla yapıyorlar, ele geçirdikleri devletin, bağımlı hale getirdikleri yargının bütün aygıt ve aparatlarını kullanarak bunu yapmaya çalışıyorlar.
Adaletin gücü mü, gücün adaleti mi?
Eğer bir ülkede adaletin gücü yoksa orada gücün adaleti vardır demektir ve durum buysa gücün adaleti her zaman zalimdir. Hatta daha ileri bir söylemle şu söylenebilir; bir devletten adaleti çıkarın geriye çete kalır. Çünkü devlet zor tekelini açık ve aleni kullanan tek aygıttır. Bunu iki şeye dayanarak yapar. Bunlar halktan aldığı yetki ve hukukun üstünlüğü ilkeleridir. Gücü kullanmanın meşruiyetini siyaset kurumu yoluyla halk iradesine dayandırır. İkinci güvence de gücü eline geçirenin zalimliğini engellemek için hukukun varlığıdır. Levra, hukuk gücü eline geçirenin gücünü de sınırlar ve bunu da halkın iradesi ile seçilmiş temsilcilerin yaptığı yasalar yoluyla yapar. Aksi takdirde gücü eline geçiren bunu keyfi uygulamaya başladığında iş zıvanadan çıkar çeteleşme başlar.
Fakat bir kere birileri kafasına koyduğu hukuksuzluğu yapmaya niyetli ve kararlıysa ne yapacak, hukuk işliyor gibi görünse de onu ortadan kaldıracak. Hukuk kendilerini önlüyorsa, gücü kendi şahsi çıkarları için kullanalar bu kez ya hukuku devreden çıkaracak ya da daha da ileri giderek onu da kendine bağlı hale getirip kişisel
çıkar ve ihtirasları uğruna kullanacaktır. İşte o zaman güç kontrolden çıkar devlet, devlet olmaktan uzaklaşır, büyük bir çeteye dönüşür.
İmamoğlu davasında iki ihtimal öne çıkıyor. Biri (ki yüksek ihtimalli olan budur) iktidarın kendi siyasi çıkarı için hukuku kullandığıdır. Nitekim hâkimin değiştirilmesi, cezanın siyasi yasağı içermesi için 2 yıl 7 ay 15 gün verilmesi bunun açık delilidir. Çünkü bu davada en zorlama biçimiyle verilecek ceza alt sınırdan olurdu ki bu da ya ertelenirdi ya da hükmün geri bırakılması maddesi işletilirdi. Siyasi yasağın bu iki işleme de tabi kılınmaması için bu ceza verildi. Aslında durum buysa ceza verildi demek yanlış olur, doğru olan şey, ceza verdirildi. Çünkü davanın hukuki değil siyasi olduğu ne kadar aşikârsa bu cezanın da siyasi yönlendirmelerle ve amaçlarla verdirildiği de o kadar aşikâr görünüyor. Bu da bize yargının tamamen bağımlı olduğunu gösteriyor.
Hal bu olunca diğer ihtimal olan yargıçların ya bir yerlere sürülmemek korkusundan ya da iktidara yaranmak için böyle bir yola girdikleri ihtimalidir ki bu da en az diğer ihtimal kadar bu da bir fecaattir. İster savcı ve hâkimler yönlendirilmiş olsun, ister kendileri yaranmak için yapmış olsun her ikisi de yargının itibarının zedelenmesinin ötesinde ülkenin ve yargının içine düştüğü durumu ve yargının asla tarafsız ve bağımsız olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla bu sitemin adı jüristokrasiden başka bir şey değildir.
Yargı tarafsız ve bağımsız değil
İmamoğlu, AKP’nin elinden sadece İstanbul seçmenin oyunu almamıştı, şehrin rantını almıştı. Tarikatlara aktarılan paraların musluğunu kesmişti. Bundan daha ağır bir zarar mı olurdu? İmamoğlu belki de Cumhurbaşkanlığı’na yürüyordu. Bundan daha “tehlike” mi olurdu?
Bir ülkede askerlerin militarist yönetimi ne kadar yanlış ve tehlikeliyse, yargıyı bir sopa gibi kullanarak yönetmek, adına jüristokrasi denilen işleyiş de o denli yanlış, sakat ve tehlikelidir. Burada da bu fahiş yanlış yapıldı. Yanlış kime yapılırsa yapılsın yanlıştır. Yanlışın karşısında durmak sadece siyasi değil insani ve ahlaki bir görevdir.
Cumhuriyet dönemi boyunca hiçbir zaman belki yargı tam bağımsız olmadı. Ama hiçbir dönem yargı, bu dönem olduğu kadar bağımlı da olmadı. Bırakın gizliden konuşup talimat vermeyi, açıktan talimatlar veriliyor. İşte en son Ekrem İmamoğlu davası bunun somut kanıtı.
Oysa insanların huzur ve güven içinde yaşaması için yargı oldukça önemli. Çünkü insanlar belirli sınırlar içerisinde bir araya gelerek önce bir devlet oluşturuyorlar. Vatandaşlar olarak ceplerinden vergi ödüyorlar. Sonra bu paralarla hizmet yapılıyor, kamu için çalışan memurların maaşları veriliyor. Bir problem çıkmasın, düzen olsun diye böyle bir sistem var. Ve bu düzeni sağlayacak olan yargıdır. O nedenle bir devletin temel çimentosu hak, hukuk, adalettir. Hukukun üstünlüğüdür. Bunu sağlayacak olan ise tarafsız ve bağımsız yargıdır. Bu gün için böyle bir şeyden söz edilememesi Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük problemdir. Bunun yerine üstünlerin hukuku var ve durum bu noktada feci bir hal almış. Et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa ne yapacaksınız?
İmamoğlu’nu bu yolla küçültemezler
Bazı olaylar, olgular ve insanlar var ki dövdüğünüzde küçülmezler tam tersine büyürler. Çünkü insanlık karanlık bir kış gecesi gibi akarken birileri bir ışık yakmak ister. Ama ışığın düşmanları çoktur. Hafif bir rüzgar küçük bir mumu söndürür ama kuvvetli fırtına ateşi söndürmek yerine onu daha da gürleştirir. İmamoğlu olayı bunun gibidir. Sistem ve onu yönetenler devletin çeşitli aygıtlarını bir sopa gibi kullanarak İmamoğlu’nu sahneye adımını atar atmaz onu dövmeye çalıştılar onu küçültmek, sindirmek ve sahnenin dışına atmak için türlü çabalar sergilediler, fakat bir türlü başaramadılar. Bunu yapınca kendi ayaklarına sıktıklarını vizyonsuzluklarından ötürü görmediler.
İstanbul seçimlerini Haziran 2019’da 14 bin oyla kazandı, onlar YSK’yı devreye sokarak seçimi iptal ettirdiler, fark 814 bini aştı ve İmamoğlu büyük bir zaferle seçimi kazandı. Şimdi de önünü kesmek için haksız yere ve hukuksuz bir biçimde ceza verdiler. Bu kez önümüzde daha büyük bir seçim var bu eylemleri ile bu kez farkı kendi elleriyle bir günde 8 milyona hatta belki 18 milyona çıkardıklarının farkında değiller.
Halkın iradesi sel gibidir
Levra, halkın iradesine saldıranlar hep kaybetmiştir. Halkın iradesi sel gibidir, yönlendirilmiş yasaklarla ve siyasal mühendisliklerle engellenemez. Böyle durumlarda bütün bariyerleri yıkar, önüne çekilen setleri aşar ve daha güçlü akar gider. Onu engellemek mümkün değildir. Zamanın ruhu bu deneyimlerle doludur.
İranlı Fruğ isminde sevdiğim bir şair var; diyor ki, kuş ölür sen uçuşu hatırla. Bu söz bize anın değil hikâyenin ne kadar önemli olduğunu anlatır. İmamoğlu’nun başlamış hikâyesi her geçen gün daha da büyüyor, bu davayla daha da büyüdü, alınan kararla şimdiki zirvesine ulaştı. Artık büyük bir hikâyesi var ve kimse bunun önünde duramaz. Çünkü kimse bu hikâyeyi yok edemediği gibi artık yok da sayamaz ve görmezden gelemez. Bu hikâyenin içinde halk var, halkın gücü var, halkın duygu ve düşünceleri var.
Hikâye yazılmaya devam ediyor
Bu hikâye 14 Aralık günü bambaşka bir boyuta ulaştı. Saat bir civarında mahkeme 16.00 da toplanmak üzere ara verdiğinde İmamoğlu, bir lideri kriz anlarında parlatan muhteşem hamlesini yaptı herkesi saat 16.00 da 16 milyon İstanbullunun iradesinin yansıdığı Saraçhaneye çağırdı. Benim gibi toplantısı olan toplantısını iptal etti, işi olan işini bıraktı, uzakta olan yola düştü ve saat 16.00’yi gösterdiğinde on binler Saraçhane meydanındaydı. Zaman geçti mahkeme kararı geciktikçe kitle soğuğa rağmen azalacağına artmaya başladı.
Halkın iradesi sel gibidir dedim ya, işte o sel şimdi Saraçhaneye akıyordu. Yönlendirilmiş yasaklarla ve siyasal mühendisliklerle engellenemeyeceğini bir kez daha gösterecekti. Böyle durumlarda bütün bariyerleri yıkardı, önüne çekilen setleri aşardı ve daha güçlü akar giderdi, o da aynen öyle yaptı. Zaman ve onun ruhu bunu gerektiriyor ve zamanın ruhu İmamoğlu’nu çağırıyor. Ne İmamoğlu artık bundan kaçabilir, ne de zaman artık onu durdurabilir.
Zalimler ve mazlumalar
Tarihte mazlumlar var bir de onları mağdur edenler var. Haksızlık yapanlar var bir de hakkı yenenler var. Ezenler var ve bir de ezilenler var. Anca tarih bize şunu göstermiştir, zorbalar, devletin gücünü kendi kişisel çıkarları için kullananlar kısa bir süreliğine zafer kazanmış gibi görünseler bile hep mağlup olmuşlardır. Bu gün de iktidar hukuku bir sopa gibi kullanarak kısa süreliğine galipmiş gibi görünse hatı zatında bu kararla acz içinde olduğunu göstermiş, mağlubiyetine giden yolun en önemli taşını döşemiştir. Zaman hala akıyor ve yenilginin dölyatakları büyüyor.
İstanbul artık bambaşka bir güne uyanıyor
İmamoğlu’nun olağan dışı durumu
İmamoğlu bu metafora göre olağandışı bir kişiliktir. Beylikdüzü gibi bir yerden yükselerek İstanbul gibi bir büyük dev şehri kazandı, hem de bir başbakan ve bir cumhurbaşkanına karşı, hem de iki defa, birincide 14 bin olan farkı, ikincide kararlı ve korkusuz duruşuyla 814 bine çıkartarak başardı. İşte tam bu noktada iktidar İmamoğlu’ndan korkmaya başladı. Bu noktadan itibaren onu saf dışı bırakmanın peşine düştü. Hizmetlerini engelledi, bütçesini kesti, müfettiş üstüne müfettiş gönderdi, suçluları istihdam etmekle itham etti, bunlardan hiçbir şey çıkaramayınca başka yollara saptı.
İç İşleri Bakanı çıkıp “İstanbul Belediye’sinde 650 terörist var” dedi. Peki, varsa gereğini niye yapmıyorsun diye sorulduğunda verecek bir cevap bulamadı. Eğer öyleyse, gereğini yapmayarak suç işlemiyor mu bu iç işleri bakanı. Müfettişler bir şey çıkartamadı, bu da tutmadı, bu kez daha ağır yönelimlere giriştiler ve hukuksuzluktan medet ummaya başladılar, yargıyı kullanarak, eften püften gerekçelerle dava açtılar. Bu dava İmamoğlu’nu sahanın dışına atmak için adım adım örüldü. Çünkü İmamoğlu’ndan kokuyorlar. Onu siyaseten durduramayınca hileye başvurdular.
Erdoğan “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” demişti. İmamoğlu İstanbul’u almıştı ve dolaysıyla Erdoğan İstanbul’u kaybetmiş, Türkiye’yi de kaybetmek üzereydi. İşte bu korkudan dolayı tamamen kendilerine bağlı hale getirdikleri yargıyı devreye soktular.
Bükemediği eli hile ile kopar!
Evet, İmamoğlu siyaseten yenemeyecekleri bir rakip olduğu için bu yola başvurdular. Çünkü İmamoğlu, Yüksek Seçim Kurulu’ndan (YSK) İstanbul seçimlerinin iptal edildiği haberi gelince, o gün (tarihler 6 Mayıs 2019’ü gösterdiğinde) o meydanda kravatını çıkarmış, kollarını sıvamış Beylikdüzü’nde toplanan kalabalığa şöyle seslenmişti, “Yolumuz uzun, heyecanımız yüksek, gençliğimiz var. Biz adalete susamış, demokrasiye inanmış Türkiye gençliğiyiz… Bu ülkede karar vericiler; gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde olabilirler…” diye devam etmişti. İşte korkuları o gün o saat başlamıştı. O gün o sesi hukuksuz bir biçimde kısmaya, bu yürüyüşü durdurmaya çalıştılar.
Bu son hukuksuz hamle ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Çünkü korkuyorlar. Korktukları için korkutmaya çalışıyorlar. Ellerine ne geçtiyse onunla yapıyorlar, ele geçirdikleri devletin, bağımlı hale getirdikleri yargının bütün aygıt ve aparatlarını kullanarak bunu yapmaya çalışıyorlar.
Adaletin gücü mü, gücün adaleti mi?
Eğer bir ülkede adaletin gücü yoksa orada gücün adaleti vardır demektir ve durum buysa gücün adaleti her zaman zalimdir. Hatta daha ileri bir söylemle şu söylenebilir; bir devletten adaleti çıkarın geriye çete kalır. Çünkü devlet zor tekelini açık ve aleni kullanan tek aygıttır. Bunu iki şeye dayanarak yapar. Bunlar halktan aldığı yetki ve hukukun üstünlüğü ilkeleridir. Gücü kullanmanın meşruiyetini siyaset kurumu yoluyla halk iradesine dayandırır. İkinci güvence de gücü eline geçirenin zalimliğini engellemek için hukukun varlığıdır. Levra, hukuk gücü eline geçirenin gücünü de sınırlar ve bunu da halkın iradesi ile seçilmiş temsilcilerin yaptığı yasalar yoluyla yapar. Aksi takdirde gücü eline geçiren bunu keyfi uygulamaya başladığında iş zıvanadan çıkar çeteleşme başlar.
Fakat bir kere birileri kafasına koyduğu hukuksuzluğu yapmaya niyetli ve kararlıysa ne yapacak, hukuk işliyor gibi görünse de onu ortadan kaldıracak. Hukuk kendilerini önlüyorsa, gücü kendi şahsi çıkarları için kullanalar bu kez ya hukuku devreden çıkaracak ya da daha da ileri giderek onu da kendine bağlı hale getirip kişisel
çıkar ve ihtirasları uğruna kullanacaktır. İşte o zaman güç kontrolden çıkar devlet, devlet olmaktan uzaklaşır, büyük bir çeteye dönüşür.
İmamoğlu davasında iki ihtimal öne çıkıyor. Biri (ki yüksek ihtimalli olan budur) iktidarın kendi siyasi çıkarı için hukuku kullandığıdır. Nitekim hâkimin değiştirilmesi, cezanın siyasi yasağı içermesi için 2 yıl 7 ay 15 gün verilmesi bunun açık delilidir. Çünkü bu davada en zorlama biçimiyle verilecek ceza alt sınırdan olurdu ki bu da ya ertelenirdi ya da hükmün geri bırakılması maddesi işletilirdi. Siyasi yasağın bu iki işleme de tabi kılınmaması için bu ceza verildi. Aslında durum buysa ceza verildi demek yanlış olur, doğru olan şey, ceza verdirildi. Çünkü davanın hukuki değil siyasi olduğu ne kadar aşikârsa bu cezanın da siyasi yönlendirmelerle ve amaçlarla verdirildiği de o kadar aşikâr görünüyor. Bu da bize yargının tamamen bağımlı olduğunu gösteriyor.
Hal bu olunca diğer ihtimal olan yargıçların ya bir yerlere sürülmemek korkusundan ya da iktidara yaranmak için böyle bir yola girdikleri ihtimalidir ki bu da en az diğer ihtimal kadar bu da bir fecaattir. İster savcı ve hâkimler yönlendirilmiş olsun, ister kendileri yaranmak için yapmış olsun her ikisi de yargının itibarının zedelenmesinin ötesinde ülkenin ve yargının içine düştüğü durumu ve yargının asla tarafsız ve bağımsız olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla bu sitemin adı jüristokrasiden başka bir şey değildir.
Yargı tarafsız ve bağımsız değil
İmamoğlu, AKP’nin elinden sadece İstanbul seçmenin oyunu almamıştı, şehrin rantını almıştı. Tarikatlara aktarılan paraların musluğunu kesmişti. Bundan daha ağır bir zarar mı olurdu? İmamoğlu belki de Cumhurbaşkanlığı’na yürüyordu. Bundan daha “tehlike” mi olurdu?
Bir ülkede askerlerin militarist yönetimi ne kadar yanlış ve tehlikeliyse, yargıyı bir sopa gibi kullanarak yönetmek, adına jüristokrasi denilen işleyiş de o denli yanlış, sakat ve tehlikelidir. Burada da bu fahiş yanlış yapıldı. Yanlış kime yapılırsa yapılsın yanlıştır. Yanlışın karşısında durmak sadece siyasi değil insani ve ahlaki bir görevdir.
Cumhuriyet dönemi boyunca hiçbir zaman belki yargı tam bağımsız olmadı. Ama hiçbir dönem yargı, bu dönem olduğu kadar bağımlı da olmadı. Bırakın gizliden konuşup talimat vermeyi, açıktan talimatlar veriliyor. İşte en son Ekrem İmamoğlu davası bunun somut kanıtı.
Oysa insanların huzur ve güven içinde yaşaması için yargı oldukça önemli. Çünkü insanlar belirli sınırlar içerisinde bir araya gelerek önce bir devlet oluşturuyorlar. Vatandaşlar olarak ceplerinden vergi ödüyorlar. Sonra bu paralarla hizmet yapılıyor, kamu için çalışan memurların maaşları veriliyor. Bir problem çıkmasın, düzen olsun diye böyle bir sistem var. Ve bu düzeni sağlayacak olan yargıdır. O nedenle bir devletin temel çimentosu hak, hukuk, adalettir. Hukukun üstünlüğüdür. Bunu sağlayacak olan ise tarafsız ve bağımsız yargıdır. Bu gün için böyle bir şeyden söz edilememesi Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük problemdir. Bunun yerine üstünlerin hukuku var ve durum bu noktada feci bir hal almış. Et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa ne yapacaksınız?
İmamoğlu’nu bu yolla küçültemezler
Bazı olaylar, olgular ve insanlar var ki dövdüğünüzde küçülmezler tam tersine büyürler. Çünkü insanlık karanlık bir kış gecesi gibi akarken birileri bir ışık yakmak ister. Ama ışığın düşmanları çoktur. Hafif bir rüzgar küçük bir mumu söndürür ama kuvvetli fırtına ateşi söndürmek yerine onu daha da gürleştirir. İmamoğlu olayı bunun gibidir. Sistem ve onu yönetenler devletin çeşitli aygıtlarını bir sopa gibi kullanarak İmamoğlu’nu sahneye adımını atar atmaz onu dövmeye çalıştılar onu küçültmek, sindirmek ve sahnenin dışına atmak için türlü çabalar sergilediler, fakat bir türlü başaramadılar. Bunu yapınca kendi ayaklarına sıktıklarını vizyonsuzluklarından ötürü görmediler.
İstanbul seçimlerini Haziran 2019’da 14 bin oyla kazandı, onlar YSK’yı devreye sokarak seçimi iptal ettirdiler, fark 814 bini aştı ve İmamoğlu büyük bir zaferle seçimi kazandı. Şimdi de önünü kesmek için haksız yere ve hukuksuz bir biçimde ceza verdiler. Bu kez önümüzde daha büyük bir seçim var bu eylemleri ile bu kez farkı kendi elleriyle bir günde 8 milyona hatta belki 18 milyona çıkardıklarının farkında değiller.
Halkın iradesi sel gibidir
Levra, halkın iradesine saldıranlar hep kaybetmiştir. Halkın iradesi sel gibidir, yönlendirilmiş yasaklarla ve siyasal mühendisliklerle engellenemez. Böyle durumlarda bütün bariyerleri yıkar, önüne çekilen setleri aşar ve daha güçlü akar gider. Onu engellemek mümkün değildir. Zamanın ruhu bu deneyimlerle doludur.
İranlı Fruğ isminde sevdiğim bir şair var; diyor ki, kuş ölür sen uçuşu hatırla. Bu söz bize anın değil hikâyenin ne kadar önemli olduğunu anlatır. İmamoğlu’nun başlamış hikâyesi her geçen gün daha da büyüyor, bu davayla daha da büyüdü, alınan kararla şimdiki zirvesine ulaştı. Artık büyük bir hikâyesi var ve kimse bunun önünde duramaz. Çünkü kimse bu hikâyeyi yok edemediği gibi artık yok da sayamaz ve görmezden gelemez. Bu hikâyenin içinde halk var, halkın gücü var, halkın duygu ve düşünceleri var.
Hikâye yazılmaya devam ediyor
Bu hikâye 14 Aralık günü bambaşka bir boyuta ulaştı. Saat bir civarında mahkeme 16.00 da toplanmak üzere ara verdiğinde İmamoğlu, bir lideri kriz anlarında parlatan muhteşem hamlesini yaptı herkesi saat 16.00 da 16 milyon İstanbullunun iradesinin yansıdığı Saraçhaneye çağırdı. Benim gibi toplantısı olan toplantısını iptal etti, işi olan işini bıraktı, uzakta olan yola düştü ve saat 16.00’yi gösterdiğinde on binler Saraçhane meydanındaydı. Zaman geçti mahkeme kararı geciktikçe kitle soğuğa rağmen azalacağına artmaya başladı.
Halkın iradesi sel gibidir dedim ya, işte o sel şimdi Saraçhaneye akıyordu. Yönlendirilmiş yasaklarla ve siyasal mühendisliklerle engellenemeyeceğini bir kez daha gösterecekti. Böyle durumlarda bütün bariyerleri yıkardı, önüne çekilen setleri aşardı ve daha güçlü akar giderdi, o da aynen öyle yaptı. Zaman ve onun ruhu bunu gerektiriyor ve zamanın ruhu İmamoğlu’nu çağırıyor. Ne İmamoğlu artık bundan kaçabilir, ne de zaman artık onu durdurabilir.
Zalimler ve mazlumalar
Tarihte mazlumlar var bir de onları mağdur edenler var. Haksızlık yapanlar var bir de hakkı yenenler var. Ezenler var ve bir de ezilenler var. Anca tarih bize şunu göstermiştir, zorbalar, devletin gücünü kendi kişisel çıkarları için kullananlar kısa bir süreliğine zafer kazanmış gibi görünseler bile hep mağlup olmuşlardır. Bu gün de iktidar hukuku bir sopa gibi kullanarak kısa süreliğine galipmiş gibi görünse hatı zatında bu kararla acz içinde olduğunu göstermiş, mağlubiyetine giden yolun en önemli taşını döşemiştir. Zaman hala akıyor ve yenilginin dölyatakları büyüyor.
İstanbul artık bambaşka bir güne uyanıyor
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.