Ne insanın, ne de evrenin “tanrısallığından” asla söz edilemez!
"Herkes elleriyle yaptıklarının getirisini yaşar" hükmü; beynindeki bilgi tabanının an içindeki sentezinin sonucunu yaşar, demektir. Arındır.
Püf Noktası
Püf noktası nedir; ismi “ALLÂH” olanı, “İslâm Din”i tanımlamasıyla anlatılan Evrensel Sistemi ve de “Ben kimim, neyim” sorularının cevaplarını anlamanın?..
Niçin bu konularda sapmalar meydana geliyor?
Niçin bir yerlerde takılıp, konunun tam resmini göremiyoruz?
Püf noktası nedir; ismi “#Allah” olanı, Evrensel Sistemi ve de insanın hakikatini anlamanın?
Niçin #Kuran-ı Kerîm’i hakkıyla değerlendirip, olayı bütün açıklığıyla seyredemiyoruz?
Elbette bunlar düşünebilen beyinlerin sorunu!.. Düşünmeden, yalnızca söylenenleri taklit ederek yaşayanlar için böyle bir sorun yok!
Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiklerinin hakkıyla anlaşılması, Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerin değerlendirilebilmesi için öncelikle şu iki gerçeği çok iyi fark etmek zorundayız:
1. Anlatılan sistemin evrensel boyutu,
2. Anlatılan sistemdeki kişinin yaşam boyutu.
Bu konuları derin düşünme, hissetme ve yaşama uğraşı olan tasavvuf çalışmalarında, iki seyirden söz edilir:
1. Seyri Âfakî (evrensel gerçekleri fark etmek),
2. Seyri Enfüsî (kişisel gerçekleri fark etmek).
Bu iki “seyir”den birincisi; ismi “ALLÂH” olanın, ilminde yarattığı Evrensel Sistem ve Düzen’in tanınması sürecidir; ki buna “seyri âfakî” denir. İkincisi ise; kişinin kendi hakikatini (nefsini) tanıması çalışmalarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyetinde; hem “seyri âfakî”, hem de “seyri enfüsî” yönünden fark edilmesi gerekli gerçekleri açıklar, vurgular!
Şayet kişi, o âyetleri yalnızca bir yönü ile değerlendirirse, konunun diğer yanından mahrum kalarak, o yönde bir düşünsel sapma içine girer!
Neden bu böyle olur?
Çünkü bir yanlış algılama sonucu olarak, Kur’ân, Evrensel Sistem (Sünnetullâh) ve bunu yaratanı açıklayan kitap olmak yerine, “yukarıdaki bir tanrının buyruk kitabı” kabul edilmiştir! Oysa, tüm gelmiş geçmiş hakikat ehli, bunun böyle olmadığını anlatmaya ve yaşatmaya çalışmışlardır.
İsmi “ALLÂH” olanın ne olduğunu “Hz. Muhammed’in Açıkladığı ALLÂH” isimli kitabımızda, bugüne kadar üzerinde durulmadık bir şekilde irdelemeye çalıştık. Eğer o kitabı iyi anlayıp, o açıklamaları iyi değerlendirebildiysek, HOLOGRAFİK EVREN gerçekliğinden yola çıkarak, insanda, ismi “ALLÂH” olanın varlığının ne şekilde açığa çıkmakta olduğunu fark edebiliriz.
Hz. Muhammed Mustafa’nın bahsedip bize fark ettirmeye çalıştığı gerçeklik, tanrı ve tanrılık kavramının olmayışı gerçeği yanı sıra; ismi “ALLÂH” olanın ne olduğudur! Kur’ân-ı Kerîm bunu açıklar ve anlatır! O yüzden biz de, sürekli olarak “ismi ALLÂH” diyerek, yalnızca isminin “ALLÂH” olduğunu; ismin, resminin yapılmaktan kaçınılmasını; bu isimle neye işaret edildiğinin iyi anlaşılması gerektiğini yazıp duruyoruz. Yazdıklarımızı “OKU”makta yetersiz olanların tüm eleştirilerine rağmen!
Evet...
Evren şuurludur; çünkü Allâh Aliym’dir!
Evrenin zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kaîmdir!
Ama evren, tanrı değildir!
İnsanın zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kaîmdir!
Ama insan, #tanrı değildir!
Evren, ismi “ALLÂH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle var olmuştur ve sonsuza dek bu böyledir!
İnsan, ismi “ALLÂH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle var olmuştur ve sonsuza dek bu böyledir!
Evren “Hayy”dır (diridir–canlıdır); çünkü ALLÂH “HAYY”dır!
İnsan “Hayy”dır (diridir–canlıdır); çünkü ALLÂH “HAYY”dır!
Evren şuurludur; çünkü ALLÂH Aliym’dir!
İnsan şuurludur; çünkü ALLÂH Aliym’dir!
İlim sıfatının açığa çıkışı şuur adını alır!
Evren ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vâhidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmâniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemîn” vardır!
İnsan ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vâhidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmâniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemîn” vardır!
İşte bu şekilde evrende açığa çıkan her mertebe, aynıyla ve mikrosu ile insanda da mevcuttur; ki bu yüzden insan, kendini tanıyabildiği ölçüde, evreni tanıyabilir...
Ulûhiyet hakikati, insanın zâtını yaratırken, kendine ayna kılmış; Vâhidiyeti ile onu “Vâhid” yapmış; Rahmâniyeti ile her an ondan yaratışta bulunmuş; Rubûbiyeti ile insanın tüm fiillerinin Hâlık’ı olmuştur!
Evrende vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer!
İnsanda vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer!
Evren vardır, tüm melekler ile!
İnsan vardır, tüm melekler ile!
“Hakikat” sonrasında dördüncü basamakta “Marifetullâh” ihsan edilmiş olanlar; bu mecazların, sistem içinde neye işaret ettiklerini çok iyi “OKUR”lar!.. Bilirler, Arş’tan murat nedir, Kürsî neye işaret eder; melekler sistemin hangi kuvveleridir!
“Her ne ararsan kendinde ara” işareti bu yüzdendir! Kendini tanırsan mikro âlem olarak, evreni de tanırsın makro âlem olarak!
Evrende açığa çıkan her mertebe, aynıyla ve mikrosu ile insanda da mevcuttur.
Ve böylece bilirsin âlemlerin RABB’i kimdir, nedir!
Seyri enfüsî, insanda “nefsini bilme” diye anlatılan olaydır; ki bunu “NEFS NEDİR?” isimli sohbetimizde anlatmıştık.
İşte bu gerçekliği öğrenmeye başlayan seyri enfüsî düşünce yolcuları, bir anlayış durağında, “kendini HAK olarak görmeye” başlar. Bunun ötesinde de “ben Hakk’ım, dilediğimi yaparım her şey bana mubah”noktasına saplanır. Buna “Mülhime nefs bilinci” (hakikatine dair ilham alan bilinç) veya Mülhime Girdabı denir; ki bu konunun detayı “Mülhime Bilinç” sohbetimizde mevcuttur. Bunu aşamayıp, Mutmainne bilince ulaşamazsa, bir süre sonra Emmâre bilinci ağır basarak, Mülhime bilgisi ile de firavunlaşarak, herkesi ve her şeyi yanlış, kendini mükemmel görüp, o hâl üzere bu dünyadan ayrılır!
“Bu yolda nice başlar kesilir; hiç soran olmaz!” ile buradaki kayıplara işaret edilir!
Evet, insan, kendi hakikatini meydana getiren tüm bu gerçeklikler yanı sıra, elleriyle yaptıklarından da sorumludur! Yani, her an, daha önce yaptıklarının sonuçlarını kaçınılmaz bir şekilde yaşamak durumundadır! Vurgulayalım ki, kendinden ne düşünce veya fiil açığa çıkmışsa, onun sonuçlarını da yaşamak mecburiyetindedir!
Bir diğer deyişle, bugününüz, dününüzün sonucudur!
Bu anlattıklarımız eğer anlaşıldı ise şimdi gelelim konunun püf noktasına...
Hz. Ebu Bekir’in en mükemmel şekilde vurguladığı üzere, “ALLÂH’I İDRAK, İDRAK EDİLEMEYECEĞİNİ İDRAKTIR” gerçeğini hiç gözden kaçırmamak kaydıyla, anlamaya çalışalım bu püf noktasını...
Kur’ân-ı Kerîm’de “ALLÂH” ismine bağlı olarak anlatılan olayları, daima, hem evrensel boyut itibarıyla, evrenin özünde, hakikatinde bilinci içinde; hem de insan ismiyle işaret edilenin varlığında ve hakikatinde olarak düşünmek gerekir!
Daha önce de işaret ettiğim üzere, gerek “Âyet’el Kürsî”, gerek “Kul Eûzü”ler ve gerekse “HuvAllâhulleziy...” diye başlayan tüm tanımlamalar, hem evren boyutlarıyla aşikâr olanı, hem de insan ismi altında açığa çıkanın, çıkış mertebelerindeki özelliklerini anlatmaktadır. Bu durumda ehli anlar, sığınılan “Rab” nerededir, nedir; sığınılan “Melik” nedir; sığınılası “İlâhin nâs” neresidir!
Bir diğer ifade şekliyle, ALLÂH isimleri; hem evrensel boyutta, hem de insanın varlığındaki Rubûbiyet mertebesinde bulunan özelliklerdir.
İşte bu yüzdendir ki, Kurân’ıanlamak için okumaya başladığımızda, ALLÂH’a ait diye anlatılan tüm özelliklerin hakikatimizi meydana getirdiğini fark etmek, gelecekte karşılaşacağımız sonsuz olayların dahi bu özellikler kapsamında karşımıza çıkacağını bilmek zorundayız!
Özet...
Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için dikkat etmemiz gereken öncelik; O’nun ötedeki bir tanrıdan gelen ferman olmadığını fark etmektir! Bundan sonra yapılacak iş ise, o yüce Kitabın, “ALLÂH” ismiyle, evrenin ve insanın hakikatindeki özelliklerden ve “Sünnetullâh”tan söz ettiğini idrak ederek, olgunluğa giden yolda yürümeye başlamaktır...
Kesinlikle bilinmesi ve göz ardı edilmemesi zorunlu gerçek de şudur ki, ismi “ALLÂH” olan, evren içre evrenleri ve insanı, ilminde kendi isimlerinin işaret ettiği özelliklerle yaratmış olandır!
Ne insanın, ne de evrenin “tanrısallığından” asla söz edilemez!
Zaten bugüne kadar hiçbir şuur sahibi de “ALLÂH” olduğunu iddia etmemiştir!
AHMED HULÛSİ
30 Mayıs 2005
Raleigh – NC, USA
"Herkes elleriyle yaptıklarının getirisini yaşar" hükmü; beynindeki bilgi tabanının an içindeki sentezinin sonucunu yaşar, demektir. Arındır.
Püf Noktası
Püf noktası nedir; ismi “ALLÂH” olanı, “İslâm Din”i tanımlamasıyla anlatılan Evrensel Sistemi ve de “Ben kimim, neyim” sorularının cevaplarını anlamanın?..
Niçin bu konularda sapmalar meydana geliyor?
Niçin bir yerlerde takılıp, konunun tam resmini göremiyoruz?
Püf noktası nedir; ismi “#Allah” olanı, Evrensel Sistemi ve de insanın hakikatini anlamanın?
Niçin #Kuran-ı Kerîm’i hakkıyla değerlendirip, olayı bütün açıklığıyla seyredemiyoruz?
Elbette bunlar düşünebilen beyinlerin sorunu!.. Düşünmeden, yalnızca söylenenleri taklit ederek yaşayanlar için böyle bir sorun yok!
Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiklerinin hakkıyla anlaşılması, Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerin değerlendirilebilmesi için öncelikle şu iki gerçeği çok iyi fark etmek zorundayız:
1. Anlatılan sistemin evrensel boyutu,
2. Anlatılan sistemdeki kişinin yaşam boyutu.
Bu konuları derin düşünme, hissetme ve yaşama uğraşı olan tasavvuf çalışmalarında, iki seyirden söz edilir:
1. Seyri Âfakî (evrensel gerçekleri fark etmek),
2. Seyri Enfüsî (kişisel gerçekleri fark etmek).
Bu iki “seyir”den birincisi; ismi “ALLÂH” olanın, ilminde yarattığı Evrensel Sistem ve Düzen’in tanınması sürecidir; ki buna “seyri âfakî” denir. İkincisi ise; kişinin kendi hakikatini (nefsini) tanıması çalışmalarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyetinde; hem “seyri âfakî”, hem de “seyri enfüsî” yönünden fark edilmesi gerekli gerçekleri açıklar, vurgular!
Şayet kişi, o âyetleri yalnızca bir yönü ile değerlendirirse, konunun diğer yanından mahrum kalarak, o yönde bir düşünsel sapma içine girer!
Neden bu böyle olur?
Çünkü bir yanlış algılama sonucu olarak, Kur’ân, Evrensel Sistem (Sünnetullâh) ve bunu yaratanı açıklayan kitap olmak yerine, “yukarıdaki bir tanrının buyruk kitabı” kabul edilmiştir! Oysa, tüm gelmiş geçmiş hakikat ehli, bunun böyle olmadığını anlatmaya ve yaşatmaya çalışmışlardır.
İsmi “ALLÂH” olanın ne olduğunu “Hz. Muhammed’in Açıkladığı ALLÂH” isimli kitabımızda, bugüne kadar üzerinde durulmadık bir şekilde irdelemeye çalıştık. Eğer o kitabı iyi anlayıp, o açıklamaları iyi değerlendirebildiysek, HOLOGRAFİK EVREN gerçekliğinden yola çıkarak, insanda, ismi “ALLÂH” olanın varlığının ne şekilde açığa çıkmakta olduğunu fark edebiliriz.
Hz. Muhammed Mustafa’nın bahsedip bize fark ettirmeye çalıştığı gerçeklik, tanrı ve tanrılık kavramının olmayışı gerçeği yanı sıra; ismi “ALLÂH” olanın ne olduğudur! Kur’ân-ı Kerîm bunu açıklar ve anlatır! O yüzden biz de, sürekli olarak “ismi ALLÂH” diyerek, yalnızca isminin “ALLÂH” olduğunu; ismin, resminin yapılmaktan kaçınılmasını; bu isimle neye işaret edildiğinin iyi anlaşılması gerektiğini yazıp duruyoruz. Yazdıklarımızı “OKU”makta yetersiz olanların tüm eleştirilerine rağmen!
Evet...
Evren şuurludur; çünkü Allâh Aliym’dir!
Evrenin zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kaîmdir!
Ama evren, tanrı değildir!
İnsanın zâtı, Kayyum olanın Zâtı ile kaîmdir!
Ama insan, #tanrı değildir!
Evren, ismi “ALLÂH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle var olmuştur ve sonsuza dek bu böyledir!
İnsan, ismi “ALLÂH” olanın, bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarının özellikleriyle var olmuştur ve sonsuza dek bu böyledir!
Evren “Hayy”dır (diridir–canlıdır); çünkü ALLÂH “HAYY”dır!
İnsan “Hayy”dır (diridir–canlıdır); çünkü ALLÂH “HAYY”dır!
Evren şuurludur; çünkü ALLÂH Aliym’dir!
İnsan şuurludur; çünkü ALLÂH Aliym’dir!
İlim sıfatının açığa çıkışı şuur adını alır!
Evren ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vâhidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmâniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemîn” vardır!
İnsan ismi ve resmi ardında, “Ulûhiyet”inin gereği olarak “Vâhidiyeti” ile aşikâr olup, “Rahmâniyeti” ile her an yeni bir yaratışını ve oluşumu sürdüren, dilediğini var kılan “Rabb-ül âlemîn” vardır!
İşte bu şekilde evrende açığa çıkan her mertebe, aynıyla ve mikrosu ile insanda da mevcuttur; ki bu yüzden insan, kendini tanıyabildiği ölçüde, evreni tanıyabilir...
Ulûhiyet hakikati, insanın zâtını yaratırken, kendine ayna kılmış; Vâhidiyeti ile onu “Vâhid” yapmış; Rahmâniyeti ile her an ondan yaratışta bulunmuş; Rubûbiyeti ile insanın tüm fiillerinin Hâlık’ı olmuştur!
Evrende vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer!
İnsanda vardır, “Arş”, “Kürsî”, yedi kat semâ ve yedi kat yer!
Evren vardır, tüm melekler ile!
İnsan vardır, tüm melekler ile!
“Hakikat” sonrasında dördüncü basamakta “Marifetullâh” ihsan edilmiş olanlar; bu mecazların, sistem içinde neye işaret ettiklerini çok iyi “OKUR”lar!.. Bilirler, Arş’tan murat nedir, Kürsî neye işaret eder; melekler sistemin hangi kuvveleridir!
“Her ne ararsan kendinde ara” işareti bu yüzdendir! Kendini tanırsan mikro âlem olarak, evreni de tanırsın makro âlem olarak!
Evrende açığa çıkan her mertebe, aynıyla ve mikrosu ile insanda da mevcuttur.
Ve böylece bilirsin âlemlerin RABB’i kimdir, nedir!
Seyri enfüsî, insanda “nefsini bilme” diye anlatılan olaydır; ki bunu “NEFS NEDİR?” isimli sohbetimizde anlatmıştık.
İşte bu gerçekliği öğrenmeye başlayan seyri enfüsî düşünce yolcuları, bir anlayış durağında, “kendini HAK olarak görmeye” başlar. Bunun ötesinde de “ben Hakk’ım, dilediğimi yaparım her şey bana mubah”noktasına saplanır. Buna “Mülhime nefs bilinci” (hakikatine dair ilham alan bilinç) veya Mülhime Girdabı denir; ki bu konunun detayı “Mülhime Bilinç” sohbetimizde mevcuttur. Bunu aşamayıp, Mutmainne bilince ulaşamazsa, bir süre sonra Emmâre bilinci ağır basarak, Mülhime bilgisi ile de firavunlaşarak, herkesi ve her şeyi yanlış, kendini mükemmel görüp, o hâl üzere bu dünyadan ayrılır!
“Bu yolda nice başlar kesilir; hiç soran olmaz!” ile buradaki kayıplara işaret edilir!
Evet, insan, kendi hakikatini meydana getiren tüm bu gerçeklikler yanı sıra, elleriyle yaptıklarından da sorumludur! Yani, her an, daha önce yaptıklarının sonuçlarını kaçınılmaz bir şekilde yaşamak durumundadır! Vurgulayalım ki, kendinden ne düşünce veya fiil açığa çıkmışsa, onun sonuçlarını da yaşamak mecburiyetindedir!
Bir diğer deyişle, bugününüz, dününüzün sonucudur!
Bu anlattıklarımız eğer anlaşıldı ise şimdi gelelim konunun püf noktasına...
Hz. Ebu Bekir’in en mükemmel şekilde vurguladığı üzere, “ALLÂH’I İDRAK, İDRAK EDİLEMEYECEĞİNİ İDRAKTIR” gerçeğini hiç gözden kaçırmamak kaydıyla, anlamaya çalışalım bu püf noktasını...
Kur’ân-ı Kerîm’de “ALLÂH” ismine bağlı olarak anlatılan olayları, daima, hem evrensel boyut itibarıyla, evrenin özünde, hakikatinde bilinci içinde; hem de insan ismiyle işaret edilenin varlığında ve hakikatinde olarak düşünmek gerekir!
Daha önce de işaret ettiğim üzere, gerek “Âyet’el Kürsî”, gerek “Kul Eûzü”ler ve gerekse “HuvAllâhulleziy...” diye başlayan tüm tanımlamalar, hem evren boyutlarıyla aşikâr olanı, hem de insan ismi altında açığa çıkanın, çıkış mertebelerindeki özelliklerini anlatmaktadır. Bu durumda ehli anlar, sığınılan “Rab” nerededir, nedir; sığınılan “Melik” nedir; sığınılası “İlâhin nâs” neresidir!
Bir diğer ifade şekliyle, ALLÂH isimleri; hem evrensel boyutta, hem de insanın varlığındaki Rubûbiyet mertebesinde bulunan özelliklerdir.
İşte bu yüzdendir ki, Kurân’ıanlamak için okumaya başladığımızda, ALLÂH’a ait diye anlatılan tüm özelliklerin hakikatimizi meydana getirdiğini fark etmek, gelecekte karşılaşacağımız sonsuz olayların dahi bu özellikler kapsamında karşımıza çıkacağını bilmek zorundayız!
Özet...
Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için dikkat etmemiz gereken öncelik; O’nun ötedeki bir tanrıdan gelen ferman olmadığını fark etmektir! Bundan sonra yapılacak iş ise, o yüce Kitabın, “ALLÂH” ismiyle, evrenin ve insanın hakikatindeki özelliklerden ve “Sünnetullâh”tan söz ettiğini idrak ederek, olgunluğa giden yolda yürümeye başlamaktır...
Kesinlikle bilinmesi ve göz ardı edilmemesi zorunlu gerçek de şudur ki, ismi “ALLÂH” olan, evren içre evrenleri ve insanı, ilminde kendi isimlerinin işaret ettiği özelliklerle yaratmış olandır!
Ne insanın, ne de evrenin “tanrısallığından” asla söz edilemez!
Zaten bugüne kadar hiçbir şuur sahibi de “ALLÂH” olduğunu iddia etmemiştir!
AHMED HULÛSİ
30 Mayıs 2005
Raleigh – NC, USA