Melekler Hakkındaki Bilgiler
MELÂİKE
Melâike; Arapça cem' (çoğul) bir kelime olup, melekler demektir. Müfredi (tekili) melektir. Mel’ek, me'lek, kelimesinden çevrilmiştir. Me'lek, elûke masdarından (kökünden) alınmıştır. Elûke, haber vermek demektir. Buna göre melek; haber verici mânâsınadır. Çünkü onlar, Allahü teâlâ ile kulları arasında vâsıtadırlar. Fakat mel'ek çok kullanılan yâni frekansı yüksek bir kelime olduğundan, telâffuzda kolaylık için melek, şeklinde söylenmiştir. Melek kelimesinde kuvvet mânâsı da vardır. Çok kuvvetli olan meleklerin yaptıkları işler, onların bu hâlini göstermektedir. Meselâ Enbiyâ sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Gece gündüz hep Allah'ı tesbîh ederler, usanmazlar" buyurulmaktadır. İşte böyle devamlı olarak Allahü teâlâyı tesbîh etmek, çok kuvvetli olmayı îcâbettirir.
Melekler cisim olup, nûrdan yaratılmışlardır. Nitekim Resûlullah efendimiz; "Melekler nûrdan, cinler dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı" buyurmuşlardır.
Alev, biri zulmânî; ikincisi nûrânî olmak üzere iki kısımdır. Her ikisi de görünmezler. Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdi. Melek ve cinlerde ise, alev şekli değişerek, onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir.
Latîf olan melekler gaz hâlinden de latîfdirler. Bu sebeple en dar yerlere, en küçük deliklere, hattâ insanın içine ve en sert şeylere bile girebilirler. Diri ve akıllı olup, havada uçar, su üzerinde yürürler. Zor işlere güçleri yeter. Gazların sıvı hâlden katı, katı hâlden de sıvı hâle geçip şekil almaları gibi, melekler de çeşitli şekiller alabilirler. Enerji ve kuvvet gibi, maddesiz değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı böyle sanıyordu. Hıristiyanların sandığı gibi, melekler, büyük insanların bedenlerinden ayrılan rûhlar değildir.
Fen ilimleri, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Fen adamları bunlar üzerinde deneyler yaparak, madde ve hâdiseleri anlayıp elde ettikleri netîceyi bildirirler. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. His olunamayan, incelenemiyen, deneyi yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda fen ilimleri nâmına konuşan kimselerin sözü, kıymetsiz ve ehemmiyetsizdir. Bir fen adamı, melek yoktur deyince; meleğin varlığı fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için, meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Çünkü o, bu sözü ile fennin dışına çıkmakda, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını fen göstermektedir demek kadar yersiz ve ilme aykırıdır.
İşte rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi varlıklar, madde ve hâdise sınırları içinde aranmayıp deney ile anlaşılamadığından, fen konusu dışındadır. Böyle varlıkları anlamak; mûcizelerle, üstünlüğü belli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) bildirilmekle ve peygamberlerden (aleyhimüsselâm) işitmekle veya peygamberin yolunda olan âlimlerin nakletmesiyle mümkün olur. Bu bilgilere de ulûm-i nakliyye (naklî ilimler) denir.
Melekler her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplardan evvel bunlara îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur'ân-ı kerîmde de inanılacak şeyler bu sıra ile bildirilmektedir.
Melekler hakkında üç sıfatı bilmek vâcibdir:
1- Var olduklarına inanmaktır. Meleklerin hepsi mü'mindir. Küfür ve şirkten uzaktırlar.
2- Hepsi Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınırlar.
3- Yeme içme gibi insanlara âit özelliklerden uzaktırlar.
Meleklerin varlığına inanmayan îmânsız olur. Cisim olduklarına inanmayan, kâfir olmazsa da bid'at sâhibidir.
Meleklerden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların peygamberlerine (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) haber getirmek vazifesi ile şereflenmişlerdir. En'âm sûresini Cebrâil (aleyhisselâm) ile birlikte yetmişbin melek getirmiştir. Kur'ân-ı kerîmde Hac sûresi 75. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah, meleklerden peygamberler seçer" buyurulmaktadır. Bu melekler, Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (aleyhimüsselâm) ve diğerleridir. Bunlar, Allahü teâlâ ile peygamberler ve diğer insanlar arasında vâsıtadırlar. Cebrâil (aleyhisselâm), Allahü teâlâdan peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek; Azrâil (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emri ile rûhları almak; Mikâil (aleyhisselâm), rızıkları ulaştırmak sûretiyle vâsıta olurlar. Diğerleri de daha başka işlerde vazifelidirler.
Kitapları ve sahifeleri onlar getirmişlerdir. Emîn oldukları için getirdikleri de doğrudur. Melekler hatâ etmez, unutmaz, hîle yapmaz ve aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüphe ihtimâli yoktur.
Melekler nehyedilen şeylerden sakınırlar. Emredilenleri yerine getirirler. Kur'ân-ı kerîmde Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâ kendilerine ne emretti ise ona isyân etmezler ve emredildikleri şeyi de yaparlar" buyuruldu.
Enbiyâ sûresi 27. âyet-i kerîmesinde ise meâlen; "Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler" buyuruldu. İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Allahü teâlâdan vahiy getirmekte olan Cebrâil'in (aleyhisselâm), bir ara gecikmesinden endişelenen Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ey Cebrâil! Sen bizi şu ziyâretinden daha çok ziyâret etmez misin?" buyurarak, daha çok gelmesini istemişti. Bunun üzerine; "Biz (melekler) Rabbimizin emri olmadıkça inmeyiz, önümüzde ve arkamızdaki (geçmiş ve gelecek bütün şeyler) ve bunların arasındakiler hep O’nundur (Allah'ın emir ve irâdesine tâbidir.) Bununla beraber Rabbin seni unutmuş değildir" meâlindeki Meryem sûresinin 64. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Melekler devamlı Allahü teâlâya ibâdet ederler. Enbiyâ sûresi 19 ve 20. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "O'nun katındakiler (melekler), kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece-gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar" buyurulmaktadır.
Melekler, Allahü teâlâya ibâdetten lezzet alırlar. Allahü teâlâya ibâdeti terketmeyi kendilerinin helâki olarak görürler.
Ka'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh); meleklerin tesbîhlerinin, insanların nefes alıp vermeleri gibi devamlı olduğunu söylemektedir.
Melekler devamlı huzûr hâli üzere bulunup, zikir yaparlar. İnsan olsun melek olsun, mukarrebînden olan Allahü teâlânın seçilmiş kulları da devamlı bu şekilde ibâdet üzeredirler. Karadaki canlıların hava ile, denizdekilerin de su ile teneffüs etmeleri nasıl kesintisiz devam ediyorsa, mukarreblerin bu şekildeki ibâdetleri de öyle devam eder.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Onların Allahü teâlâ katındaki dereceleri yüksektir. Kâfirler ve müşriklerin sandıkları gibi, onlar Allahü teâlânın kızları değildir. Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 26. âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Böyle iken (bâzı kâfirler) dediler ki: "Rahmân, (çok merhametli olan Allah) çocuk edindi. (Melekler, Allahü teâlânın kızlarıdır, dendi.) Allah bundan münezzehtir. Doğrusu onlar (melekler), Allahü teâlânın ikrâm olunmuş kullarıdır."
Kâfirler, melekler için dişi diyorlarsa da onlar, erkek ve dişi değildirler. Bu husûsda Kur'ân-ı kerîmin Zuhruf sûresi 19. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri dişi yaptılar. Yaradılışlarına şâhid mi idiler. Onların (bu yalan) şâhidlikleri yazılacak ve (kıyâmette) mes'ûl olacaklardır."
Melekler evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi olup diridirler ve Allahü teâlânın âzamet ve celâlinin büyüklüğünden korkudadırlar. Nitekim Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesinde; "Hepsi O'nun korkusundan titrerler" buyurulmaktadır.
Melekler günah işlemezler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; "Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?" (Bakara sûresi: 30) gibi meleklerin (zelle) denilen soruları bunların masum, suçsuz olmalarına zarar vermez. Meleklerin bu suâli; Allahü teâlâya îtirâz veya Âdem'i (aleyhisselâm) ve zürriyetini gıybet etmek için değil, yeryüzünde fesat çıkaracak olan insanların yaratılmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerindendir.
Melekler Allahü teâlânın izni ve bildirmesi ile pek çok sırları ve hâlleri bilirler. Allahü teâlâ bildirmese idi onlar, gayb ile alâkalı şeyleri bilemezlerdi. Çünkü Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresi 65. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Resûlüm)! De ki: Göklerde ve yerde olan kimse gaybı bilmez. Ancak Allah bilir."
Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil, Hamele-i Arş, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân, Cehennem meleklerinin büyüğü olan Mâlik, Hafaza melekleri, Münker ve Nekîr gibi, meleklerin havâsları, üstünleri, peygamberlerden başka bütün insanlardan üstündürler. Hattâ Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu; insanların üstünlerinin, meleklerin üstünlerinden daha üstün olduklarını söylemişlerdir. Çünkü insanlar, şeytan ve nefisleri ile savaşıyor, ihtiyaçları olduğu hâlde yükseliyor. Melekler ise zâten yüksek yaratılmışlardır. Melekler, tesbîh, takdis ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsustur. Nisâ sûresi 95. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Mallarını, canlarını fedâ ederek, din düşmanları ile Allah rızâsı için cihâd, muhârebe eden müslümanlar, oturup, kapanıp cihâd edenlerden daha üstündür. Hepsine de Cennet’i, söz veriyorum" buyurulmuştur. Mü'minlerin sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından; meleklerin avâmı insanların avâmından daha üstündür.
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve Hamele-i Arş'dan başka bütün melekler de yok olacakdır. Bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır. İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.
Meleklerden bâzısının iki, bâzısının dört veya daha çok kanadı vardır. Her hayvanın kanadı ve tayyârelerin kanadları kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi cinslerindendir. İnsan görmediği, bilmediği şeyin tadını işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp, aldanır. Meleklerin kanadları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve bâzı mecmua ve filimlerde melek diye görülen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, onlara aldanmamalıdır. Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Nitekim Müddessir sûresi 31. âyet-i kerîmesinde; "Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" buyrulmaktadır.
Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Bâzıları başka meleklerin âmiridir. Bâzıları insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna (ilham) denir. Bâzılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur.
İmâm Fahreddîn Râzî (rahmetullahi aleyh) meleklerin sayıları ile ilgili olarak şöyle bildirdi: İnsanoğlu, cin tâifesinin onda biri kadardır. Bu ikisi karadaki canlıların onda biri kadardır. Bunların hepsi denizlerde yaşayan hayvanların onda biri, bunların hepsi dünyâ göğündeki meleklerin onda biri, bunlar da ikinci kat gökteki meleklerin onda biridir. Yedinci kat göğe kadar bir öncekiler, bir sonrakilerin onda biridir. Bütün bunların hepsi, arşın bir perdesinde olan meleklerin onda biridir. Arş-ı âzamın yüzbin perdesi vardır. Bir perde; bütün göklerden yerden, içindekilerden ve arasındakilerden çok daha büyüktür. Bu perdelerin her yerinde kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda olan ve çok güzel sesle Allahü teâlâyı tesbîh ve takdis eden melekler vardır. Bunların hepsi, arş-ı âzam ve etrâfına kıyasla denizde bir damla su kadar kalır. Sonra Levh-i mahfûza müvekkel olan melekler vardır. Bunların büyüğü İsrâfil aleyhisselâmdır. O, Levh-i mahfûzu görür. Diğer meleklere, Allahü teâlânın izni ile emr ve nehy eder. İsrâfil aleyhisselâm bu kadar büyüklüğü ile Allahü teâlânın korkusundan serçe kuşu gibi titrer.
Ka’b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh) bildirir: Yeryüzünde iğne ucu kadar yer boş değildir. Her yere müvekkel bir melek vardır. İbn-i Münzir'in bildirdiği hadîs-i şerîfde şöyle bildirildi: "Beyt-ül-ma'mûrda her gün yetmişbin melek namaz kılar. Bir daha namaz kılmak sırası ona gelmez. Meleklerin büyüklerinden olan kerûbiyyûn melekleri; gece ve gündüz tesbîh ederler, hiç usanmaz ve yorulmazlar" Sahîh haberlerde geldi ki: "Sidre-tül müntehâda o kadar melek vardır ki, adedini ancak Allahü teâlâ bilir. Cebrâil aleyhisselâmın makâmı Sidre-tül müntehâdadır."
Meleklerin sayıları çok olmakla beraber, umûmî olarak yer gök ve hamele-i arş şeklinde üç sınıfa münhasırdırlar. Bunlardan başka insanın yemesini, gıda almasını te'min edenlerin yanında; hidâyet ve irşâd ile vazifeli melekler de vardır. Vücûdun, hattâ bitkilerin her parçasının gıdasını te'min için, en az yedi melek vazifelidir. Bu sayı daha da fazla olabilir.
Şöyle ki: Alınan gıda, bâzı değişikliklere uğradıktan sonra, kana karışır. Daha sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olunca, gıda alma işi tamamlanmıştır. Kandaki besinler, et ve kemik, gücü, kuvveti, bilgi ve ihtiyârı (isteği) olmayan cisimlerdir. Bizzat kendi kendilerine hareket edemez, kendiliklerinden değişikliğe uğrayamazlar. Meselâ buğday da böyledir. Kendi kendine un, hamur ve ekmek olamaz. Kan ile hücreye taşınan besinler de kendi kendine et, kemik, sinir ve damar olmaz. Bunları yapacak bir san'atkâr lâzımdır. Allahü teâlâ zâhirî ve bâtınî nîmetler ihsân etmiştir. Zâhirdeki san'atkârlar belde halkı olduğu gibi, bâtındaki san'atkârlar da meleklerdir. İşte gıdayı kandan süzmek; etin ve kemiğin civarına çekmek (hücrenin içine almak); orada tutmak, nihâyet gıdayı et, damar ve kemik hâline getirmek işlerinde ayrı ayrı melekler vazifelendirilir. İhtiyaçtan fazla olan gıdayı da başka bir melek atar. Yeni meydana gelen eti, eski ete, yeni kemiği eski kemiğe, yeni damarı eski damara bağlamak için de ayrı bir melek lâzımdır. Meydana gelen yeni kan, kemik ve damarın, eskilere ne kadar ilâve edileceğini tâyin edecek yedinci bir melek daha lâzımdır. Meselâ, bu ilâveler, yuvarlak olan uzvun yuvarlaklığını, enli olanın, enliliğini, içi boş olanın, bu hâlini bozmayacak kadardır. Her birine lâzım olduğu kadar ilâve yapılır. Alınan gıda, lüzumundan fazla mikdarda, çocuğun burnunda toplanmış olsa, çocuğun burnu büyür, şekli bozulur ve içi boş olma husûsiyetini kaybederdi. Bu sebeple, alınan gıdanın, göz kapaklarına, onların inceliğine, göze, onun parlaklığına, dizlere, kalınlığına, kemiklere, sertliğine münâsip bir şekilde dağıtım yapılır. Aksi hâlde âzâların biri küçük, diğeri büyük kalırdı.
İşte taksim ve tevzîdeki bu ayarlamayı yapmak, meleklere havâle edilmiştir. Yoksa kandaki besinlerin kendi kendine bu hâllere girdiğini sanmak cehâlettir.
Bütün bu işleri yapanlar, yer melekleridir. İnsan uykuda istirâhatini yaparken, işi ile meşgûl olurken, bütün bunlardan habersiz melekler bu gıdayı bâtında (içinde) işe yarar hâle getirmektedirler. Bu mikdarda melek, normal âzâlar içindir. Göz ve kalb gibi hassas yerlerde bu işler için yüzden fazla melek vazifelidir.
Yer melekleri gök meleklerinden yardım alırlar. Bu yardım alma işi muayyen bir tertip üzeredir. Bunun hakîkatını ancak Allahü teâlâ bilir. Aynı şekilde, gök melekleri de Hamele-i Arş'dan yardım alırlar.
Yer ve göklere, bitki ve hayvanlara, hattâ her yağmur damlası ve bir taraftan diğer tarafa giden her bulut için vazifeli melekler vardır.
Meleklerin büyükleri:
Cebrâil (aleyhisselâm): Dört büyük melekden birisi ve meleklerin en üstünüdür. Cibrîl, Rûh-ul-emin ve Nâmûs-u ekber de denir. Cebrâil, lügatte; Allahü teâlânın kulu demektir.
Vazifesi ve husûsiyetleri:
1- Peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmektir.
2- Allahü teâlâ onu Kur'ân-ı kerîmde diğer meleklerden önce zikretmiştir. Bakara sûresi 98. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil'e, Mikâil'e düşman olursa, muhakkak Allah da kâfirlerin düşmanıdır" buyrulmaktadır. Ayet-i kerîmede Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâil'den (aleyhisselâm) önce zikredilmiştir. Çünkü Cebrâil (aleyhisselâm) peygamberlere vahy getirmek şerefine nâil olmasının yanında ilim sâhibidir. Mikâil (aleyhisselâm) ise, rızıkları ayarlamakla vazifelidir. Manevî bir gıda olan ilim, cisim ve beden için olan gıdadan üstün ve şereflidir. Bu sebeple Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâîl'den (aleyhisselâm) üstündür.
3- Allahü teâlâ onun için Rûh'ul kuds diye buyurmuştur. Nitekim Mâide sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hani, ben seni Rûh'ul kuds (Cebrâil) ile te'yid etmiştim" buyurulmaktadır.
4- Allahü teâlâ onu kendisinden sonra zikretmiştir. Tahrîm sûresi 4. âyet-i kerîmesinde; "Muhakkak ki Allah, Cebrâil ve sâlih mü'minler O'nun (Resûlullah'ın) yardımcısıdır" buyurulmaktadır.
5- Yine Cebrâil aleyhisselâm Tekvîr sûresinde altı vasfı ile medholunmuştur: "Muhakkak o Kur'ân, pek şerefli bir resûlün (Cebrâil'in) getirdiği kelâmdır. (O çetin) bir kuvvet sâhibidir. Arşın sâhibi olan Allah katında pek şereflidir. Orada kendisine itâat olunandır, emîndir."
Cebrâil'in (aleyhisselâm) resûl olması, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmesinden dolayıdır. Allahü teâlânın nezdinde şerefli ve îtibârlı olması, onu kendisi ile, kullarının en üstünleri olan peygamberleri arasında vâsıta yapması sebebiyledir. Allahü teâlâ katında derecesinin yüksek olması, Kur’ân-ı kerîmde onu kendisinden sonra zikrettiği içindir. Meleklerin reisi olup kendisine itâat edilmesi, onların, ona itâat etmeleri sebebiyledir. Emîn olmasına gelince; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlullah efendimize meâlen; "Onu senin kalbine Rûh-ul-emin indirdi" Şuarâ sûresi: 193) buyurmuştur.
Cebrâil (aleyhisselâm) muhtelif şekillere girebilmektedir. Nitekim Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik şekillerde görünmüştür. Ekseriyetle Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) sûretinde gelirdi. Dıhye-i Kelbî, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Bir kavmin reisi olup ticâretle uğraşırdı. Îmân etmeden önce de Resûlullah'ı sever, uzaktan geldikçe hediye getirirdi. Cebrâil (aleyhisselâm) îmân edeceğini Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermişti.
Cebrâil (aleyhisselâm), çok defâ Resûlullah'ın huzûruna onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Ümeyye'den üç kişiyi üç kimseye benzetti ve şöyle buyurdu; "Dıhye-i Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ûd Sekafî, Îsâ'ya; Abdül-üzzâ ise, Deccâl'e benzer."
Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) Medîne-i münevverede dahî sokakta dolaşırken, Resûlullah'ın emri ile yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayıramazdı.
Cebrâil aleyhisselâm, her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi Levh-i mahfûz'daki sırasına göre okur. Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamâmını okudular.
Yine bir gün Cebrâil (aleyhisselâm), müslümanlara İslâmiyeti öğretmek için gelmişti. Bunu Ömer (radıyallahü anh), şöyle anlatır: "Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat; öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. O vakit ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yâni görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda oturdu. Dizlerini mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah'a sorarak; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İslâm'ın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmektir. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demektir.) (İslâm'ın ikinci şartı) vakit gelince, namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir. (Dördüncüsü) Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır. (Beşincisi) gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir."
O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaşdık. Çünkü hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyordu. Bu zât yine sorarak; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu, hakîkatini ve mâhiyetini de bana bildir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır." (îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına inanmaktır.(Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) âhıret gününe inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır."
Mikâil (aleyhisselâm): Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk (iktisadî nizâm) yapmak, (ferahlık ve huzûr getirmek) ve her maddeyi hareket ettirmek bunun vazifesidir. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu süre içinde Mikâil aleyhisselâm gelip, kendisine bâzı şeyler öğretti.
İsrâfil (aleyhisselâm): Sûra üfüren melektir. İki defâ sûra üfürür. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecek; ikincisinde ise hepsi yeniden dirilecektir. Zümer sûresi 68. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruldu: "Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyet tâbi olur. Bu emr ile kalkıp, hazır olurlar."
Yâsîn sûresi 48'den 53'e kadar olan âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurulur: "(Yine Mekke kâfirleri şöyle) diyorlar; "Bu kıyâmetin vâdi ne zaman? Eğer doğru söyleyiciler iseniz?"
"Onların beklediği sâdece sayhadır. (Sûra ilk üfürülüştür.) Onlar birbirleri ile çekişip, dururlarken kendilerini yakalayıverir."
"O zaman bir vasiyet (söz) bile yapamazlar, âilelerine de (çarşı ve sokaklardan) dönemezler."
"(Bir de 40 yıl sonra ikinci defâ) sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki, onlar, kabirlerden kalkıp Rablerine doğru koşuyorlar!"
"(Kâfirler); "Vah başımıza gelenlere!... Kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden? İşte bu (kıyâmet), Rahmânın vâd buyurduğu şey. Gönderilen peygamberler meğer doğru söylemiş" derler."
"(Bu son nefhâ), ancak bir tek sayhadan ibârettir. Onunla mahlûkâtın hepsi toplanıp, (hesap için) huzûrumuza gelirler."
"Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulüm edilmez. Sâdece (hayırdan ve şerden) yaptıklarınızın cezâsını çekeceksiniz."
Hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "İsrâfil aleyhisselâm, sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp, Allahü teâlâdan izin bekler, durur. Ben nasıl rahat olurum?" buyurdu.
Bu haber, Eshâb-ı kirâma çok tesir etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara; "Hasbünallahü ve nîmel-vekîl" (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) deyiniz" buyurdu.
Azrâil (aleyhisselâm): Büyük meleklerin dördüncüsüdür. İnsanların rûhunu alan budur. Rûhunun alınması yaklaşmış olan bir kimsenin, Sidret-ül-müntehâda, Sidre ağacından adının bulunduğu yaprak, ölüm meleğinin (Azrâil'in) yanına düşer. Azrâil (aleyhisselâm) bundan o kimsenin ecelinin geldiğini, artık dünyâda yiyecek rızkının kalmadığını anlar.
Nitekim hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ölüm meleği arşın altında bulunur. Ölecek olan kimselerin sahifeleri yanına düşer. Bunun üzerine Melek-ül-mevt, eceli gelmiş ve dünyâdaki rızkı bitmiş olan kimseye bakar ve ona ölüm sekerâtını atar. O kimseyi ölümün sıkıntıları ve şiddetli hâlleri kaplar."
Melek-ül-mevt, mü'mine en güzel; kâfire ise en çirkin ve korkunç bir sûrette görünür. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Allahü teâlâ İbrahim'i (aleyhisselâm) kendisine dost edinince, Melek-ül-mevt bunu İbrahim'e (aleyhisselâm) müjdelemek istedi. Allahü teâlâ da ona bunun için izin verdi. Bu izni alan Azrail (aleyhisselâm), müjdeyi İbrahim'e (aleyhisselâm) getirdi. Müjdeyi alan İbrahim (aleyhisselâm); "Elhamdülillah" diyerek Allahü teâlâya hamd etti. Sonra; "Ey Melek-ül-mevt! Kâfirlerin ruhlarını nasıl aldığını bana göster" dedi. O da; "Ey İbrahim! Onu görmeye gücün yetmez, tahammül edemezsin" diye arz etti. İbrahim (aleyhisselâm) yine, görmek istediğini bildirince, Melek-ül-mevt (Azrail) simsiyah bir sûrete büründü. Ağzından Cehennem ateşi fışkırıyordu. Vücudundaki kıllar insan gibi olup, her kılın dibinden ateşler çıkıyordu. İbrahim aleyhisselâm Azrail'i (aleyhisselâm) bu durumda görünce, bayıldı. Bir müddet sonra ayıldığında, Azrail'i (aleyhisselâm) önceki şeklinde görüp; "Ey ölüm meleği! Eğer kâfirlere seni bu hâlde görmekten başka bir belâ ve mûsibet gelmese idi, bu onlara mûsibet olarak yeterdi" buyurdu.
İbrahim (aleyhisselâm) Melek-ül-mevt'e tekrar şöyle dedi: "Ey Melek-ül-mevt! Mü'minlerin ruhlarını hangi surette alıyorsun? Bir de onu görmek isterim." Bunun üzerine Melek-ül-mevt, pek yakışıklı bir genç suretine girdi. Bunu gören İbrahim (aleyhisselâm); "Ey Melek-ül-mevt! Mü'min vefat edeceği zaman seni bu surette görmekten başka sevinçli bir hâl ile karşılaşmasa, seni bu hâlde görmek, ona kâfi gelirdi" buyurdu.
Azrail (aleyhisselâm), İbrahim aleyhisselâmdan ruhunu almak için izin istedikde; "Dost dostun canını alır mı?" dedi. Allahü teâlâ, Azrail (aleyhisselâm) ile haber gönderip; "Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?" buyurunca; "Yâ Râbbî! Ruhumu hemen al!" diye duâ eyledi.
Melekler, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyanın ruhları ve sâlih mü'minlerin rûhları; herkim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, Allahü teâlânın izni ile orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi, Fahr-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi ve Azrail aleyhisselâm, rûh (cân) almak için her anda, her yere gelmesi de böyledir.
Ölü kabre konunca Rûmân adlı bir melek sorular sorup gittikten sonra, korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah olup dişleri ile yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki; insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere bir kimseye vururlarsa maazallah parça parça eder. Rûh bunları görünce hemen kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamanki, hâli gibi olur. Hareket etmeye kadir olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki melek; "Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O'dur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." Buna ancak, ilmi ile amel eden hayırlı âlimler böyle cevap verir.
O zaman bunlar der ki: "Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu." Bundan sonra onun üzerine kabrini kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel haberleri söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyamet kopuncaya kadar, kabrinde neşeli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve ameli az olan, ilimden ve melekût sırlarından haberi olmayan mü'minlerin dereceleri bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmân ismindeki melekden sonra güzel surette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir; "Beni bilmez misin?" der. O da; "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni şu garib olduğum zamanda bana ihsan eyledi" der. O da der ki; "Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzun olma. Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan çekinme der.
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; "(Men Rabbüke) Rabbin kimdir?" derler. "Rabbim Allah'dır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, imâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti (dîni) benim milletimdir" der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da doğru söyledin derler. Önceki melekler gibi muâmele ederler. Fakat onun için sol tarafından bir kapı açarlar. Cehennem’in yılan, akreb, zincir, kaynar suyu ve zakkumu velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder. Ona; "Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki yerindir ki, Allahü teâlâ bunu senin Cennet’te olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen saîdsin" derler. Mahşer günü olunca melekler, mahlûkâtı mahşere sevkederler. Kıyâmet günü, herkes kabri üzerine çıkar. Bâzısı çıplak, bâzısı siyah, bâzısı beyaz elbiseli, bâzısı da nûr saçar bir hâlde oturur.
Bu sırada melekler, onları fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. Herbirinin altında kendilerine zulüm edenler bulunarak haşrolunurlar. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü beyaz gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Onlar yeryüzünde bulunanlardan on kat fazladır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.
Sonra üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.
Sonra dördüncü kat melekleri hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden fazladır.
Sonra beşinci kat göklerin melekleri nâzil olup, bir halka şeklinde çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden fazladır.
Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar hepsinin altmış mislinden fazladır.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden fazladır.
Bu zamanda halk birbirine karışık olur. İzdihamın çok olmasından birbirinin ayaklarına basarlar. Herkes günahına göre, tere gark olur. Bâzısı kulaklarına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına, bâzısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere batmışlardır.
Hamele-i Arş:
Arş-ı âzamı taşıyan melekler olup, dört tanedir. Kıyâmette dört büyük melek daha yaratılarak Hamele-i Arş sekiz olacaktır. Allahü teâlânın katında arş-ı âzamı taşıyan melekler, mukarrebîn meleklerin hepsinden muhteremdir. Hamele-i Arş'a Kerûbiyyûn da denir. Devamlı olarak: "Sübhâne zil mülki vel-melekût, Sübhâne zil arşi vel-izzeti vel-azemeti vel heybeti vel-kudreti vel-kibriyâ vel-ceberût, Sübhânel melik-il ma'bûd, Sübhânel melik-il mevcud, Sübhânel melik-il-hayy-illezi lâ yenâmü velâ yemût, Sübbûhün, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbülmelâiketi ver-rûh" tesbîhini söylerler. Allahü teâlâyı devamlı olarak tesbîh eden, arşın etrâfında tavâf için giden ve yolculuklarında günde iki kere Hamele-i Arş'a selâm veren bu meleklere, Melâike-i Sâffûn ve Hâffûn derler. Bunların ötesinde yetmişbin saf melek daha yaratılmıştır. Bunlar devamlı olarak ayakta durup; "Sübhânallahi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" derler. Arş-ı envere yakın olan meleklerin nûrları daha kuvvetli ve parlaktır. Arşdaki meleklerin nûrlarına sidredeki melekler tahammül edemezler. Sidredeki meleklerin nûrlarına da göklerde ve yerde olan melekler dayanamazlar.
Cennet Melekleri
Cennet melekleri Cennet’tedir. Cennet melekleri hakkında Ra'd sûresi 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ki, Rablerinin rızâsını kazanmak için sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli, aşikâr harcarlar. Kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar için âhıret saâdeti vardır. (O saâdet) Adn Cennetleridir. Atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden en sâlih olanlarla beraber o Cennet’e girecekler. Melekler de o her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyecekler: "Sabrettiğiniz için size selâm olsun! ahıret saâdeti ne güzeldir."
Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân’dır. İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Cennet her sene Ramazân ayının gelmesi ile süslenir. Ramazân'ın ilk gecesi olunca arşın altında mesîre adında bir rüzgâr esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinleyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Bu hâlde hûr-i îyn süslenip, Cennet’in yüksek yerinde durup, bizi Allahü teâlâdan isteyecek kimse nerededir, bizi alsın diye seslenirler. Sonra, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân'a, bu gece hangi gecedir? derler. Rıdvân; "Bu gece, Ramazân ayının ilk gecesidir. Muhammed'in ümmetinden oruç tutanlara Cennet kapıları açılır" diye cevap verince, Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Cennet kapılarını aç" buyurur."
Cehennem melekleri:
Bunlara Zebânî denir. Nitekim Alak sûresi 18. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Biz (onu Cehennem’e atsınlar diye) zebânîleri çağıracağız." buyurmaktadır.
Cehennem melekleri Cehennem’de emrolunan vazifeleri yaparlar. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuzdur. Müddessir sûresinin 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Cehennem’in üzerinde ondokuz melek vardır. Biz o ateşin bekçiliğine meleklerden başkasını me'mur etmedik" buyurulmaktadır.
Cehennem meleklerinin en büyüğünün adı Mâlik'dir. Zuhruf sûresi 74 ile 77. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: "Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı olarak kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun içinde (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir."
"Biz onlara zulüm etmedik, Fakat kendileri zâlim idiler. (Cehennem bekçisi olan Mâlik adındaki meleğe şöyle) çağrışırlar: "Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım)." Mâlik de, "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der."
İnsanların iki omuzunda bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazan Kirâmen kâtibin ismindeki iki melek ile, cinnîlerden koruyan meleklere Hafaza melekleri denir. Bunlar dört tanedir. İkisi gece, ikisi gündüz gelir. Helada iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Heladan çıkınca yazarlar. Melekler, bir şey üzerine, harf ile yazmaz. Bilgileri; aklımızda, zihnimizde topladığımız gibi, bir yere toplarlar. Şimdi, teyp denilen âlette, seslerin banda alınması ve sesli sinema filimlerine alınması gibi, çeşitli yazı şekilleri vardır. Göklerde, bilinmeyen kalemlerle (âletlerle) yazan melekler de vardır. Kâfirlerin yalnız kötülükleri yazılır. Her insana musallat olan cin ve insanı da bunlardan koruyan melekler vardır. Sağ taraftaki melek, sol taraftakinin âmiridir. İyi işleri yazar. Soldaki kötülükleri yazar. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde İnfitâr sûresinin 10, 11 ve 12. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Hâlbuki üzerinizde gözetleyici melekler var. Her ne yaparsanız bilir." buyurulmaktadır.
Vâhidî tefsîrindeki bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmaktadır: "Bir kimse bir hayır amel yapınca sağındaki melek o bir iyi amele karşılık on sevâb yazar. O kimse bir günah işleyip, sol tarafındaki melek yazmak isteyince, sağdaki melek, soldakinin âmiri olduğu için, onu yedi saat bekletir. Eğer o kimse işlediği günah için tevbe ederse, ona günah yazmaz. Tevbe etmezse, bir günah yazar."
Büyük olan ve hürmet mevkîinde bulunan canlı resmi, köpek ve cünüb kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. Hafaza melekleri ise, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılır. İnsanların iki omuzunda Kirâmen kâtibin denilen iki melek bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazar.
Mücâhid'den (radıyallahü anh) şöyle nakledilir: Bu iki melek, herkesin bütün sözlerini ve işlerini, hastalığından inlemesine kadar yazar.
Yine insanlar için vazifeli melekler hakkında, Kâf sûresinin 17 ve 18. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurulur: "İnsanoğlunun biri sağ, diğeri sol tarafında oturan iki kâtip meleğin onların amellerini yazdıklarını hatırla. O, her ne söz ederse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır."
Ra'd sûresi 11. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Allahü teâlânın her insanı önünden ve arkasından ta'kib eden melekleri vardır. Onu Allahü teâlânın emri ile korurlar." Bu âyet-i kerîme, her şahsı ikişer meleğin ta'kib ettiğine, birinin önünde, diğerinin arkasında durduğuna, ikişer meleğin de amellerini yazdığına, birinin sağında, birinin solunda durduğuna delâlet etmektedir.
Bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmaktadır: "İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca birbirine seslenirler. Buraya geliniz. Buraya geliniz, derler. Kanatları ile onları sararlar. O kadar çokturlar ki göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ meleklere sorarak; "Kullarımı nasıl buldunuz?" buyurur. "Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar. Senin büyüklüğünü söylüyorlar ve senin ayıplardan, kusurlardan temiz olduğunu söylüyorlar" derler. "Onlar beni gördüler mi?" buyurur. "Hayır görmediler" derler. "Görselerdi, nasıl olurlardı?" buyurur. "Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbîh ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi" derler. "Onlar benden ne istiyorlar?" buyurur. "Yâ Rabbî! Cennet’ini istiyorlar" derler. "Onlar, Cennet’i gördüler mi?" buyurur. "Görmediler" derler. "Görselerdi nasıl olurlardı?" buyurur. "Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennem’den korkuyorlar, sana sığınıyorlar" derler. "Onlar, Cehennem’i gördüler mi?" buyurur. "Hayır görmediler" derler. "Görselerdi, nasıl olurlardı?" buyurur. "Görselerdi daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı" derler. Allahü teâlâ meleklere; "Şâhid olunuz ki, onların hepsini affeyledim" buyurur. "Yâ Rabbî! O zikredenlerin yanında, filan kimse zikretmek için gelmemişti. Dünyâ menfeati için gelmişti" derler. "Onlar benim misâfirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler" buyurur."
Meleklerin diğer bir nev'i de, insanların kalbine iyi şeyleri ilham ederler. "Fevâyih-i Miskiyye" kitabında rivâyet edilen hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âdemoğlunun kalbinde iki hâne vardır: Birinde melek, birinde şeytan bulunur. O kimse Allahü teâlâyı zikr edince şeytan kaçar. Allahü teâlâyı zikretmediği zaman burnunu onun kalbine sokup, ona vesvese verir.”
Bir melek nev'i de ana rahminde kişinin işini, rızkını, ecelini, şakî veya saîd olduğunu yazar.
Abdullah ibni Mes'ûd anlattı: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana insanın yaratılış safhalarını bildirdi. Buyurdu ki: "Sizden birinizin (yaratılışının başlangıcında) ana ve babaya âit maddeler kırk gün ananın karnında toplanır (yaratılışa elverişli bir hâle gelir). Sonra o maddeler katı bir kan pıhtısı (alaka) hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde mudga (bir çiğnem et) hâlini alır. (Dördüncü safhada) Allahü teâlâ bir melek gönderir, (Bu safhada bulunan) mudgaya şu dört kelimeyi yazması emrolunur ki, bunlar onun; işi, rızkı, eceli, şakî veya saîd olduğudur." Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü anh) devam ederek; "Melek bunları yazdıktan sonra ona rûh üflenir (cenin canlanır)" diye buyurmuştur.
Melekler, tehlikeli durumlarda ve düşmana gâlip gelme husûsunda Allahü teâlânın sevdiği kullarına yardımcı olurlar. Nitekim, Bedir’deki ilk İslâm ordusu bir avuç mücâhidden ibâretti. Müşrik ordusu Ramazân-ı şerîfin onyedisinde Cumâ sabahı, demir zırhlar ve miğferlerle donanmış vaziyette Bedir'de harp vaziyetini almışlardı. Sayıları, İslâm ordusundan üç-dört kat fazla idi. Müslüman ordusu ise, sâdece 313 mücâhidden ibâretti. Aynı zamanda Bedir ârızalı bir yerdi. Pek kumlu olduğu için zor dolaşabiliyordu. Bedir suyu buraya daha önce gelen Kureyşliler tarafından tutulmuştu. Su olmadığı için ihtiyaçları gidermek pek zor oluyordu. Bütün bu meşakkat ve sıkıntıların içinde bulunan müslümanlar; "Yâ Rabbî! Senin düşmanın olan Kureyş'e karşı bizi muzaffer eyle. Ey yardım isteyenlerin imdadına yetişen Allah’ım! Bize yardım eyle" diye duâ etmeye başlamışlardı.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 313 kişilik İslâm mücâhidini harb nizâmına koyduktan sonra, Ebû Bekr'le beraber çadıra çekilerek: "Yâ Rabbî! İşte Kureyş, kibir ve gurur ile geldi. Sana meydan okuyor. Peygamberini yalanlıyor" buyurduktan sonra mübârek ellerini kaldırarak şöyle yalvardı: "Yâ Rab! Peygamberlere nusret (ahdini), bana da husûsi olarak zafer vâdini yerine getirmeni senden istiyorum. Allah’ım! Eğer şu bir avuç müslüman helâk olursa, sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır." diye yardım istemiş ve bu duâ ve niyâzını arkasından ridâsı düşünceye kadar ellerini kaldırarak tekrarlamıştır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu duâyı pek ziyâde bir heyecanla yaptılar. Allahü teâlânın, bütün peygamberlere nusret ve yardım ahdi, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmiştir: "Muhakkak peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir; Muhakkak onlar, behamehâl o peygamberler, elbette muzaffer olacaklardır ve elbette bizim (mü'min) askerlerimiz gâlip geleceklerdir." (Sâffât sûresi: 171-173) Nihâyet Ebû Bekr (radıyallahü anh) Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) elini tutarak; "Bu kadar dilek yetişir. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana vâdettiği zaferi yakında verecektir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir zırh içinde idi. Niyâzdan sonra şu meâlde iki âyet-i kerîme nâzil oldu: "(Bedir'deki) bu topluluk yakında muhakkak hezîmete uğrayacak ve onlar (Kureyş) arkalarına dönüp gidecekler. Belki (bu gidişin sonu) azâblarımın vâdolunduğu saattir ki, o saatin azâbı daha büyük bir belâdır ve daha acıdır." Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) çadırdan çıkarken onu okuyarak çıktı ve doğru harb sahasına gitti."
Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. Allah, meleklerle yardımı, size sırf bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz korkudan yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer, ancak Allah'ın zâtındandır. Gerçekten Allah, (her şeye) mutlak gâliptir. Yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir. O vakit Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu; "Şüphesiz ki, ben sizinle beraberim, hemen mü'minlere (yardım ve zafer ilham ederek kalblerine) sebât ilham edin. Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Hemen boyunları üstüne vurun (başlarını kesin!) el ve ayak parmaklarına vurun." (Enfâl sûresi: 9, 10, 12, 13)
--------------------------------------------------------
1) Hâşiyetü Şeyhzâde
2) Tefsîr-i Kebîr
3) Tefsîr-i Kurtubî
4) Tefsîr-i Taberî
5) Tefsîr-i Mazharî
6) İnâyet-ül-Kâdî ve Kifâyet-ür-Râdî
7) Hâşiyet-ül-Cemel alel-Celâleyn
8) Zâd-ül-Mesîr fî ilm-it-Tefsîr
9) Rûh'ul-Beyân
10) Tefsîr-i Hâzin
11) Hâşiyet-üs-Sâvî alâ tefsîr-il-Celâleyn
12) El-Keşşâf
13) Tefsîr-i Ebüssü'ûd; cild-1, sh. 445, cild-4, sh. 269
14) Garâib-ül-Kur'ân ve Regâib-ül-Furkân
15) Feth-ül-Bârî şerhu Sahîh-il-Buhârî (Şihâbüddîn ibni Hâcer Askalânî), cild-6, sh. 226
16) Şerhu Râmüz-ül-Ehâdîs; cild-2, sh. 46, cild-3, sh. 237, 681
17) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-6, sh. 153
18) El-Kavl-ul-Fasl (İstanbul); sh. 23
19) Şerh-i Mevâkıf; cild-3, sh. 176, 216
20) Nuhbet-ül-leâlî li şerhi Bed'il-Emâli Muhammed bin Süleymân er-Reyhânî) sh. 50
21) İhyâu ulümiddîn; cild-4, sh. 124, 128
22) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 56, 102, 277, 639, 643, 662, 673
23) Mir'ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 27
24) Ravdat-üs-safâ; sh. 76
25) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 19-21
26) Şerh-i Mekâsıd; cild-2, sh. 53
Alıntıdır.
MELÂİKE
Melâike; Arapça cem' (çoğul) bir kelime olup, melekler demektir. Müfredi (tekili) melektir. Mel’ek, me'lek, kelimesinden çevrilmiştir. Me'lek, elûke masdarından (kökünden) alınmıştır. Elûke, haber vermek demektir. Buna göre melek; haber verici mânâsınadır. Çünkü onlar, Allahü teâlâ ile kulları arasında vâsıtadırlar. Fakat mel'ek çok kullanılan yâni frekansı yüksek bir kelime olduğundan, telâffuzda kolaylık için melek, şeklinde söylenmiştir. Melek kelimesinde kuvvet mânâsı da vardır. Çok kuvvetli olan meleklerin yaptıkları işler, onların bu hâlini göstermektedir. Meselâ Enbiyâ sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Gece gündüz hep Allah'ı tesbîh ederler, usanmazlar" buyurulmaktadır. İşte böyle devamlı olarak Allahü teâlâyı tesbîh etmek, çok kuvvetli olmayı îcâbettirir.
Melekler cisim olup, nûrdan yaratılmışlardır. Nitekim Resûlullah efendimiz; "Melekler nûrdan, cinler dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı" buyurmuşlardır.
Alev, biri zulmânî; ikincisi nûrânî olmak üzere iki kısımdır. Her ikisi de görünmezler. Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdi. Melek ve cinlerde ise, alev şekli değişerek, onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir.
Latîf olan melekler gaz hâlinden de latîfdirler. Bu sebeple en dar yerlere, en küçük deliklere, hattâ insanın içine ve en sert şeylere bile girebilirler. Diri ve akıllı olup, havada uçar, su üzerinde yürürler. Zor işlere güçleri yeter. Gazların sıvı hâlden katı, katı hâlden de sıvı hâle geçip şekil almaları gibi, melekler de çeşitli şekiller alabilirler. Enerji ve kuvvet gibi, maddesiz değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı böyle sanıyordu. Hıristiyanların sandığı gibi, melekler, büyük insanların bedenlerinden ayrılan rûhlar değildir.
Fen ilimleri, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Fen adamları bunlar üzerinde deneyler yaparak, madde ve hâdiseleri anlayıp elde ettikleri netîceyi bildirirler. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. His olunamayan, incelenemiyen, deneyi yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda fen ilimleri nâmına konuşan kimselerin sözü, kıymetsiz ve ehemmiyetsizdir. Bir fen adamı, melek yoktur deyince; meleğin varlığı fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için, meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Çünkü o, bu sözü ile fennin dışına çıkmakda, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını fen göstermektedir demek kadar yersiz ve ilme aykırıdır.
İşte rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi varlıklar, madde ve hâdise sınırları içinde aranmayıp deney ile anlaşılamadığından, fen konusu dışındadır. Böyle varlıkları anlamak; mûcizelerle, üstünlüğü belli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) bildirilmekle ve peygamberlerden (aleyhimüsselâm) işitmekle veya peygamberin yolunda olan âlimlerin nakletmesiyle mümkün olur. Bu bilgilere de ulûm-i nakliyye (naklî ilimler) denir.
Melekler her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplardan evvel bunlara îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur'ân-ı kerîmde de inanılacak şeyler bu sıra ile bildirilmektedir.
Melekler hakkında üç sıfatı bilmek vâcibdir:
1- Var olduklarına inanmaktır. Meleklerin hepsi mü'mindir. Küfür ve şirkten uzaktırlar.
2- Hepsi Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınırlar.
3- Yeme içme gibi insanlara âit özelliklerden uzaktırlar.
Meleklerin varlığına inanmayan îmânsız olur. Cisim olduklarına inanmayan, kâfir olmazsa da bid'at sâhibidir.
Meleklerden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların peygamberlerine (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) haber getirmek vazifesi ile şereflenmişlerdir. En'âm sûresini Cebrâil (aleyhisselâm) ile birlikte yetmişbin melek getirmiştir. Kur'ân-ı kerîmde Hac sûresi 75. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah, meleklerden peygamberler seçer" buyurulmaktadır. Bu melekler, Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (aleyhimüsselâm) ve diğerleridir. Bunlar, Allahü teâlâ ile peygamberler ve diğer insanlar arasında vâsıtadırlar. Cebrâil (aleyhisselâm), Allahü teâlâdan peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek; Azrâil (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emri ile rûhları almak; Mikâil (aleyhisselâm), rızıkları ulaştırmak sûretiyle vâsıta olurlar. Diğerleri de daha başka işlerde vazifelidirler.
Kitapları ve sahifeleri onlar getirmişlerdir. Emîn oldukları için getirdikleri de doğrudur. Melekler hatâ etmez, unutmaz, hîle yapmaz ve aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüphe ihtimâli yoktur.
Melekler nehyedilen şeylerden sakınırlar. Emredilenleri yerine getirirler. Kur'ân-ı kerîmde Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâ kendilerine ne emretti ise ona isyân etmezler ve emredildikleri şeyi de yaparlar" buyuruldu.
Enbiyâ sûresi 27. âyet-i kerîmesinde ise meâlen; "Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler" buyuruldu. İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Allahü teâlâdan vahiy getirmekte olan Cebrâil'in (aleyhisselâm), bir ara gecikmesinden endişelenen Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ey Cebrâil! Sen bizi şu ziyâretinden daha çok ziyâret etmez misin?" buyurarak, daha çok gelmesini istemişti. Bunun üzerine; "Biz (melekler) Rabbimizin emri olmadıkça inmeyiz, önümüzde ve arkamızdaki (geçmiş ve gelecek bütün şeyler) ve bunların arasındakiler hep O’nundur (Allah'ın emir ve irâdesine tâbidir.) Bununla beraber Rabbin seni unutmuş değildir" meâlindeki Meryem sûresinin 64. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Melekler devamlı Allahü teâlâya ibâdet ederler. Enbiyâ sûresi 19 ve 20. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "O'nun katındakiler (melekler), kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece-gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar" buyurulmaktadır.
Melekler, Allahü teâlâya ibâdetten lezzet alırlar. Allahü teâlâya ibâdeti terketmeyi kendilerinin helâki olarak görürler.
Ka'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh); meleklerin tesbîhlerinin, insanların nefes alıp vermeleri gibi devamlı olduğunu söylemektedir.
Melekler devamlı huzûr hâli üzere bulunup, zikir yaparlar. İnsan olsun melek olsun, mukarrebînden olan Allahü teâlânın seçilmiş kulları da devamlı bu şekilde ibâdet üzeredirler. Karadaki canlıların hava ile, denizdekilerin de su ile teneffüs etmeleri nasıl kesintisiz devam ediyorsa, mukarreblerin bu şekildeki ibâdetleri de öyle devam eder.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Onların Allahü teâlâ katındaki dereceleri yüksektir. Kâfirler ve müşriklerin sandıkları gibi, onlar Allahü teâlânın kızları değildir. Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 26. âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Böyle iken (bâzı kâfirler) dediler ki: "Rahmân, (çok merhametli olan Allah) çocuk edindi. (Melekler, Allahü teâlânın kızlarıdır, dendi.) Allah bundan münezzehtir. Doğrusu onlar (melekler), Allahü teâlânın ikrâm olunmuş kullarıdır."
Kâfirler, melekler için dişi diyorlarsa da onlar, erkek ve dişi değildirler. Bu husûsda Kur'ân-ı kerîmin Zuhruf sûresi 19. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri dişi yaptılar. Yaradılışlarına şâhid mi idiler. Onların (bu yalan) şâhidlikleri yazılacak ve (kıyâmette) mes'ûl olacaklardır."
Melekler evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi olup diridirler ve Allahü teâlânın âzamet ve celâlinin büyüklüğünden korkudadırlar. Nitekim Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesinde; "Hepsi O'nun korkusundan titrerler" buyurulmaktadır.
Melekler günah işlemezler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; "Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?" (Bakara sûresi: 30) gibi meleklerin (zelle) denilen soruları bunların masum, suçsuz olmalarına zarar vermez. Meleklerin bu suâli; Allahü teâlâya îtirâz veya Âdem'i (aleyhisselâm) ve zürriyetini gıybet etmek için değil, yeryüzünde fesat çıkaracak olan insanların yaratılmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerindendir.
Melekler Allahü teâlânın izni ve bildirmesi ile pek çok sırları ve hâlleri bilirler. Allahü teâlâ bildirmese idi onlar, gayb ile alâkalı şeyleri bilemezlerdi. Çünkü Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresi 65. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Resûlüm)! De ki: Göklerde ve yerde olan kimse gaybı bilmez. Ancak Allah bilir."
Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil, Hamele-i Arş, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân, Cehennem meleklerinin büyüğü olan Mâlik, Hafaza melekleri, Münker ve Nekîr gibi, meleklerin havâsları, üstünleri, peygamberlerden başka bütün insanlardan üstündürler. Hattâ Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu; insanların üstünlerinin, meleklerin üstünlerinden daha üstün olduklarını söylemişlerdir. Çünkü insanlar, şeytan ve nefisleri ile savaşıyor, ihtiyaçları olduğu hâlde yükseliyor. Melekler ise zâten yüksek yaratılmışlardır. Melekler, tesbîh, takdis ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsustur. Nisâ sûresi 95. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Mallarını, canlarını fedâ ederek, din düşmanları ile Allah rızâsı için cihâd, muhârebe eden müslümanlar, oturup, kapanıp cihâd edenlerden daha üstündür. Hepsine de Cennet’i, söz veriyorum" buyurulmuştur. Mü'minlerin sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından; meleklerin avâmı insanların avâmından daha üstündür.
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve Hamele-i Arş'dan başka bütün melekler de yok olacakdır. Bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır. İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.
Meleklerden bâzısının iki, bâzısının dört veya daha çok kanadı vardır. Her hayvanın kanadı ve tayyârelerin kanadları kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi cinslerindendir. İnsan görmediği, bilmediği şeyin tadını işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp, aldanır. Meleklerin kanadları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve bâzı mecmua ve filimlerde melek diye görülen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, onlara aldanmamalıdır. Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Nitekim Müddessir sûresi 31. âyet-i kerîmesinde; "Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" buyrulmaktadır.
Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Bâzıları başka meleklerin âmiridir. Bâzıları insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna (ilham) denir. Bâzılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur.
İmâm Fahreddîn Râzî (rahmetullahi aleyh) meleklerin sayıları ile ilgili olarak şöyle bildirdi: İnsanoğlu, cin tâifesinin onda biri kadardır. Bu ikisi karadaki canlıların onda biri kadardır. Bunların hepsi denizlerde yaşayan hayvanların onda biri, bunların hepsi dünyâ göğündeki meleklerin onda biri, bunlar da ikinci kat gökteki meleklerin onda biridir. Yedinci kat göğe kadar bir öncekiler, bir sonrakilerin onda biridir. Bütün bunların hepsi, arşın bir perdesinde olan meleklerin onda biridir. Arş-ı âzamın yüzbin perdesi vardır. Bir perde; bütün göklerden yerden, içindekilerden ve arasındakilerden çok daha büyüktür. Bu perdelerin her yerinde kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda olan ve çok güzel sesle Allahü teâlâyı tesbîh ve takdis eden melekler vardır. Bunların hepsi, arş-ı âzam ve etrâfına kıyasla denizde bir damla su kadar kalır. Sonra Levh-i mahfûza müvekkel olan melekler vardır. Bunların büyüğü İsrâfil aleyhisselâmdır. O, Levh-i mahfûzu görür. Diğer meleklere, Allahü teâlânın izni ile emr ve nehy eder. İsrâfil aleyhisselâm bu kadar büyüklüğü ile Allahü teâlânın korkusundan serçe kuşu gibi titrer.
Ka’b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh) bildirir: Yeryüzünde iğne ucu kadar yer boş değildir. Her yere müvekkel bir melek vardır. İbn-i Münzir'in bildirdiği hadîs-i şerîfde şöyle bildirildi: "Beyt-ül-ma'mûrda her gün yetmişbin melek namaz kılar. Bir daha namaz kılmak sırası ona gelmez. Meleklerin büyüklerinden olan kerûbiyyûn melekleri; gece ve gündüz tesbîh ederler, hiç usanmaz ve yorulmazlar" Sahîh haberlerde geldi ki: "Sidre-tül müntehâda o kadar melek vardır ki, adedini ancak Allahü teâlâ bilir. Cebrâil aleyhisselâmın makâmı Sidre-tül müntehâdadır."
Meleklerin sayıları çok olmakla beraber, umûmî olarak yer gök ve hamele-i arş şeklinde üç sınıfa münhasırdırlar. Bunlardan başka insanın yemesini, gıda almasını te'min edenlerin yanında; hidâyet ve irşâd ile vazifeli melekler de vardır. Vücûdun, hattâ bitkilerin her parçasının gıdasını te'min için, en az yedi melek vazifelidir. Bu sayı daha da fazla olabilir.
Şöyle ki: Alınan gıda, bâzı değişikliklere uğradıktan sonra, kana karışır. Daha sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olunca, gıda alma işi tamamlanmıştır. Kandaki besinler, et ve kemik, gücü, kuvveti, bilgi ve ihtiyârı (isteği) olmayan cisimlerdir. Bizzat kendi kendilerine hareket edemez, kendiliklerinden değişikliğe uğrayamazlar. Meselâ buğday da böyledir. Kendi kendine un, hamur ve ekmek olamaz. Kan ile hücreye taşınan besinler de kendi kendine et, kemik, sinir ve damar olmaz. Bunları yapacak bir san'atkâr lâzımdır. Allahü teâlâ zâhirî ve bâtınî nîmetler ihsân etmiştir. Zâhirdeki san'atkârlar belde halkı olduğu gibi, bâtındaki san'atkârlar da meleklerdir. İşte gıdayı kandan süzmek; etin ve kemiğin civarına çekmek (hücrenin içine almak); orada tutmak, nihâyet gıdayı et, damar ve kemik hâline getirmek işlerinde ayrı ayrı melekler vazifelendirilir. İhtiyaçtan fazla olan gıdayı da başka bir melek atar. Yeni meydana gelen eti, eski ete, yeni kemiği eski kemiğe, yeni damarı eski damara bağlamak için de ayrı bir melek lâzımdır. Meydana gelen yeni kan, kemik ve damarın, eskilere ne kadar ilâve edileceğini tâyin edecek yedinci bir melek daha lâzımdır. Meselâ, bu ilâveler, yuvarlak olan uzvun yuvarlaklığını, enli olanın, enliliğini, içi boş olanın, bu hâlini bozmayacak kadardır. Her birine lâzım olduğu kadar ilâve yapılır. Alınan gıda, lüzumundan fazla mikdarda, çocuğun burnunda toplanmış olsa, çocuğun burnu büyür, şekli bozulur ve içi boş olma husûsiyetini kaybederdi. Bu sebeple, alınan gıdanın, göz kapaklarına, onların inceliğine, göze, onun parlaklığına, dizlere, kalınlığına, kemiklere, sertliğine münâsip bir şekilde dağıtım yapılır. Aksi hâlde âzâların biri küçük, diğeri büyük kalırdı.
İşte taksim ve tevzîdeki bu ayarlamayı yapmak, meleklere havâle edilmiştir. Yoksa kandaki besinlerin kendi kendine bu hâllere girdiğini sanmak cehâlettir.
Bütün bu işleri yapanlar, yer melekleridir. İnsan uykuda istirâhatini yaparken, işi ile meşgûl olurken, bütün bunlardan habersiz melekler bu gıdayı bâtında (içinde) işe yarar hâle getirmektedirler. Bu mikdarda melek, normal âzâlar içindir. Göz ve kalb gibi hassas yerlerde bu işler için yüzden fazla melek vazifelidir.
Yer melekleri gök meleklerinden yardım alırlar. Bu yardım alma işi muayyen bir tertip üzeredir. Bunun hakîkatını ancak Allahü teâlâ bilir. Aynı şekilde, gök melekleri de Hamele-i Arş'dan yardım alırlar.
Yer ve göklere, bitki ve hayvanlara, hattâ her yağmur damlası ve bir taraftan diğer tarafa giden her bulut için vazifeli melekler vardır.
Meleklerin büyükleri:
Cebrâil (aleyhisselâm): Dört büyük melekden birisi ve meleklerin en üstünüdür. Cibrîl, Rûh-ul-emin ve Nâmûs-u ekber de denir. Cebrâil, lügatte; Allahü teâlânın kulu demektir.
Vazifesi ve husûsiyetleri:
1- Peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmektir.
2- Allahü teâlâ onu Kur'ân-ı kerîmde diğer meleklerden önce zikretmiştir. Bakara sûresi 98. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil'e, Mikâil'e düşman olursa, muhakkak Allah da kâfirlerin düşmanıdır" buyrulmaktadır. Ayet-i kerîmede Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâil'den (aleyhisselâm) önce zikredilmiştir. Çünkü Cebrâil (aleyhisselâm) peygamberlere vahy getirmek şerefine nâil olmasının yanında ilim sâhibidir. Mikâil (aleyhisselâm) ise, rızıkları ayarlamakla vazifelidir. Manevî bir gıda olan ilim, cisim ve beden için olan gıdadan üstün ve şereflidir. Bu sebeple Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâîl'den (aleyhisselâm) üstündür.
3- Allahü teâlâ onun için Rûh'ul kuds diye buyurmuştur. Nitekim Mâide sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hani, ben seni Rûh'ul kuds (Cebrâil) ile te'yid etmiştim" buyurulmaktadır.
4- Allahü teâlâ onu kendisinden sonra zikretmiştir. Tahrîm sûresi 4. âyet-i kerîmesinde; "Muhakkak ki Allah, Cebrâil ve sâlih mü'minler O'nun (Resûlullah'ın) yardımcısıdır" buyurulmaktadır.
5- Yine Cebrâil aleyhisselâm Tekvîr sûresinde altı vasfı ile medholunmuştur: "Muhakkak o Kur'ân, pek şerefli bir resûlün (Cebrâil'in) getirdiği kelâmdır. (O çetin) bir kuvvet sâhibidir. Arşın sâhibi olan Allah katında pek şereflidir. Orada kendisine itâat olunandır, emîndir."
Cebrâil'in (aleyhisselâm) resûl olması, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmesinden dolayıdır. Allahü teâlânın nezdinde şerefli ve îtibârlı olması, onu kendisi ile, kullarının en üstünleri olan peygamberleri arasında vâsıta yapması sebebiyledir. Allahü teâlâ katında derecesinin yüksek olması, Kur’ân-ı kerîmde onu kendisinden sonra zikrettiği içindir. Meleklerin reisi olup kendisine itâat edilmesi, onların, ona itâat etmeleri sebebiyledir. Emîn olmasına gelince; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlullah efendimize meâlen; "Onu senin kalbine Rûh-ul-emin indirdi" Şuarâ sûresi: 193) buyurmuştur.
Cebrâil (aleyhisselâm) muhtelif şekillere girebilmektedir. Nitekim Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik şekillerde görünmüştür. Ekseriyetle Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) sûretinde gelirdi. Dıhye-i Kelbî, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Bir kavmin reisi olup ticâretle uğraşırdı. Îmân etmeden önce de Resûlullah'ı sever, uzaktan geldikçe hediye getirirdi. Cebrâil (aleyhisselâm) îmân edeceğini Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermişti.
Cebrâil (aleyhisselâm), çok defâ Resûlullah'ın huzûruna onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Ümeyye'den üç kişiyi üç kimseye benzetti ve şöyle buyurdu; "Dıhye-i Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ûd Sekafî, Îsâ'ya; Abdül-üzzâ ise, Deccâl'e benzer."
Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) Medîne-i münevverede dahî sokakta dolaşırken, Resûlullah'ın emri ile yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayıramazdı.
Cebrâil aleyhisselâm, her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi Levh-i mahfûz'daki sırasına göre okur. Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamâmını okudular.
Yine bir gün Cebrâil (aleyhisselâm), müslümanlara İslâmiyeti öğretmek için gelmişti. Bunu Ömer (radıyallahü anh), şöyle anlatır: "Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat; öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. O vakit ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yâni görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda oturdu. Dizlerini mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah'a sorarak; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İslâm'ın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmektir. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demektir.) (İslâm'ın ikinci şartı) vakit gelince, namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir. (Dördüncüsü) Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır. (Beşincisi) gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir."
O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaşdık. Çünkü hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyordu. Bu zât yine sorarak; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu, hakîkatini ve mâhiyetini de bana bildir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır." (îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına inanmaktır.(Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) âhıret gününe inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır."
Mikâil (aleyhisselâm): Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk (iktisadî nizâm) yapmak, (ferahlık ve huzûr getirmek) ve her maddeyi hareket ettirmek bunun vazifesidir. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu süre içinde Mikâil aleyhisselâm gelip, kendisine bâzı şeyler öğretti.
İsrâfil (aleyhisselâm): Sûra üfüren melektir. İki defâ sûra üfürür. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecek; ikincisinde ise hepsi yeniden dirilecektir. Zümer sûresi 68. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruldu: "Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyet tâbi olur. Bu emr ile kalkıp, hazır olurlar."
Yâsîn sûresi 48'den 53'e kadar olan âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurulur: "(Yine Mekke kâfirleri şöyle) diyorlar; "Bu kıyâmetin vâdi ne zaman? Eğer doğru söyleyiciler iseniz?"
"Onların beklediği sâdece sayhadır. (Sûra ilk üfürülüştür.) Onlar birbirleri ile çekişip, dururlarken kendilerini yakalayıverir."
"O zaman bir vasiyet (söz) bile yapamazlar, âilelerine de (çarşı ve sokaklardan) dönemezler."
"(Bir de 40 yıl sonra ikinci defâ) sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki, onlar, kabirlerden kalkıp Rablerine doğru koşuyorlar!"
"(Kâfirler); "Vah başımıza gelenlere!... Kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden? İşte bu (kıyâmet), Rahmânın vâd buyurduğu şey. Gönderilen peygamberler meğer doğru söylemiş" derler."
"(Bu son nefhâ), ancak bir tek sayhadan ibârettir. Onunla mahlûkâtın hepsi toplanıp, (hesap için) huzûrumuza gelirler."
"Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulüm edilmez. Sâdece (hayırdan ve şerden) yaptıklarınızın cezâsını çekeceksiniz."
Hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "İsrâfil aleyhisselâm, sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp, Allahü teâlâdan izin bekler, durur. Ben nasıl rahat olurum?" buyurdu.
Bu haber, Eshâb-ı kirâma çok tesir etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara; "Hasbünallahü ve nîmel-vekîl" (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) deyiniz" buyurdu.
Azrâil (aleyhisselâm): Büyük meleklerin dördüncüsüdür. İnsanların rûhunu alan budur. Rûhunun alınması yaklaşmış olan bir kimsenin, Sidret-ül-müntehâda, Sidre ağacından adının bulunduğu yaprak, ölüm meleğinin (Azrâil'in) yanına düşer. Azrâil (aleyhisselâm) bundan o kimsenin ecelinin geldiğini, artık dünyâda yiyecek rızkının kalmadığını anlar.
Nitekim hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ölüm meleği arşın altında bulunur. Ölecek olan kimselerin sahifeleri yanına düşer. Bunun üzerine Melek-ül-mevt, eceli gelmiş ve dünyâdaki rızkı bitmiş olan kimseye bakar ve ona ölüm sekerâtını atar. O kimseyi ölümün sıkıntıları ve şiddetli hâlleri kaplar."
Melek-ül-mevt, mü'mine en güzel; kâfire ise en çirkin ve korkunç bir sûrette görünür. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Allahü teâlâ İbrahim'i (aleyhisselâm) kendisine dost edinince, Melek-ül-mevt bunu İbrahim'e (aleyhisselâm) müjdelemek istedi. Allahü teâlâ da ona bunun için izin verdi. Bu izni alan Azrail (aleyhisselâm), müjdeyi İbrahim'e (aleyhisselâm) getirdi. Müjdeyi alan İbrahim (aleyhisselâm); "Elhamdülillah" diyerek Allahü teâlâya hamd etti. Sonra; "Ey Melek-ül-mevt! Kâfirlerin ruhlarını nasıl aldığını bana göster" dedi. O da; "Ey İbrahim! Onu görmeye gücün yetmez, tahammül edemezsin" diye arz etti. İbrahim (aleyhisselâm) yine, görmek istediğini bildirince, Melek-ül-mevt (Azrail) simsiyah bir sûrete büründü. Ağzından Cehennem ateşi fışkırıyordu. Vücudundaki kıllar insan gibi olup, her kılın dibinden ateşler çıkıyordu. İbrahim aleyhisselâm Azrail'i (aleyhisselâm) bu durumda görünce, bayıldı. Bir müddet sonra ayıldığında, Azrail'i (aleyhisselâm) önceki şeklinde görüp; "Ey ölüm meleği! Eğer kâfirlere seni bu hâlde görmekten başka bir belâ ve mûsibet gelmese idi, bu onlara mûsibet olarak yeterdi" buyurdu.
İbrahim (aleyhisselâm) Melek-ül-mevt'e tekrar şöyle dedi: "Ey Melek-ül-mevt! Mü'minlerin ruhlarını hangi surette alıyorsun? Bir de onu görmek isterim." Bunun üzerine Melek-ül-mevt, pek yakışıklı bir genç suretine girdi. Bunu gören İbrahim (aleyhisselâm); "Ey Melek-ül-mevt! Mü'min vefat edeceği zaman seni bu surette görmekten başka sevinçli bir hâl ile karşılaşmasa, seni bu hâlde görmek, ona kâfi gelirdi" buyurdu.
Azrail (aleyhisselâm), İbrahim aleyhisselâmdan ruhunu almak için izin istedikde; "Dost dostun canını alır mı?" dedi. Allahü teâlâ, Azrail (aleyhisselâm) ile haber gönderip; "Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?" buyurunca; "Yâ Râbbî! Ruhumu hemen al!" diye duâ eyledi.
Melekler, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyanın ruhları ve sâlih mü'minlerin rûhları; herkim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, Allahü teâlânın izni ile orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi, Fahr-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi ve Azrail aleyhisselâm, rûh (cân) almak için her anda, her yere gelmesi de böyledir.
Ölü kabre konunca Rûmân adlı bir melek sorular sorup gittikten sonra, korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah olup dişleri ile yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki; insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere bir kimseye vururlarsa maazallah parça parça eder. Rûh bunları görünce hemen kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamanki, hâli gibi olur. Hareket etmeye kadir olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki melek; "Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O'dur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." Buna ancak, ilmi ile amel eden hayırlı âlimler böyle cevap verir.
O zaman bunlar der ki: "Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu." Bundan sonra onun üzerine kabrini kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel haberleri söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyamet kopuncaya kadar, kabrinde neşeli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve ameli az olan, ilimden ve melekût sırlarından haberi olmayan mü'minlerin dereceleri bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmân ismindeki melekden sonra güzel surette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir; "Beni bilmez misin?" der. O da; "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni şu garib olduğum zamanda bana ihsan eyledi" der. O da der ki; "Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzun olma. Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan çekinme der.
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; "(Men Rabbüke) Rabbin kimdir?" derler. "Rabbim Allah'dır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, imâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti (dîni) benim milletimdir" der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da doğru söyledin derler. Önceki melekler gibi muâmele ederler. Fakat onun için sol tarafından bir kapı açarlar. Cehennem’in yılan, akreb, zincir, kaynar suyu ve zakkumu velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder. Ona; "Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki yerindir ki, Allahü teâlâ bunu senin Cennet’te olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen saîdsin" derler. Mahşer günü olunca melekler, mahlûkâtı mahşere sevkederler. Kıyâmet günü, herkes kabri üzerine çıkar. Bâzısı çıplak, bâzısı siyah, bâzısı beyaz elbiseli, bâzısı da nûr saçar bir hâlde oturur.
Bu sırada melekler, onları fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. Herbirinin altında kendilerine zulüm edenler bulunarak haşrolunurlar. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü beyaz gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Onlar yeryüzünde bulunanlardan on kat fazladır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.
Sonra üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.
Sonra dördüncü kat melekleri hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden fazladır.
Sonra beşinci kat göklerin melekleri nâzil olup, bir halka şeklinde çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden fazladır.
Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar hepsinin altmış mislinden fazladır.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden fazladır.
Bu zamanda halk birbirine karışık olur. İzdihamın çok olmasından birbirinin ayaklarına basarlar. Herkes günahına göre, tere gark olur. Bâzısı kulaklarına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına, bâzısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere batmışlardır.
Hamele-i Arş:
Arş-ı âzamı taşıyan melekler olup, dört tanedir. Kıyâmette dört büyük melek daha yaratılarak Hamele-i Arş sekiz olacaktır. Allahü teâlânın katında arş-ı âzamı taşıyan melekler, mukarrebîn meleklerin hepsinden muhteremdir. Hamele-i Arş'a Kerûbiyyûn da denir. Devamlı olarak: "Sübhâne zil mülki vel-melekût, Sübhâne zil arşi vel-izzeti vel-azemeti vel heybeti vel-kudreti vel-kibriyâ vel-ceberût, Sübhânel melik-il ma'bûd, Sübhânel melik-il mevcud, Sübhânel melik-il-hayy-illezi lâ yenâmü velâ yemût, Sübbûhün, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbülmelâiketi ver-rûh" tesbîhini söylerler. Allahü teâlâyı devamlı olarak tesbîh eden, arşın etrâfında tavâf için giden ve yolculuklarında günde iki kere Hamele-i Arş'a selâm veren bu meleklere, Melâike-i Sâffûn ve Hâffûn derler. Bunların ötesinde yetmişbin saf melek daha yaratılmıştır. Bunlar devamlı olarak ayakta durup; "Sübhânallahi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" derler. Arş-ı envere yakın olan meleklerin nûrları daha kuvvetli ve parlaktır. Arşdaki meleklerin nûrlarına sidredeki melekler tahammül edemezler. Sidredeki meleklerin nûrlarına da göklerde ve yerde olan melekler dayanamazlar.
Cennet Melekleri
Cennet melekleri Cennet’tedir. Cennet melekleri hakkında Ra'd sûresi 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ki, Rablerinin rızâsını kazanmak için sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli, aşikâr harcarlar. Kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar için âhıret saâdeti vardır. (O saâdet) Adn Cennetleridir. Atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden en sâlih olanlarla beraber o Cennet’e girecekler. Melekler de o her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyecekler: "Sabrettiğiniz için size selâm olsun! ahıret saâdeti ne güzeldir."
Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân’dır. İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Cennet her sene Ramazân ayının gelmesi ile süslenir. Ramazân'ın ilk gecesi olunca arşın altında mesîre adında bir rüzgâr esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinleyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Bu hâlde hûr-i îyn süslenip, Cennet’in yüksek yerinde durup, bizi Allahü teâlâdan isteyecek kimse nerededir, bizi alsın diye seslenirler. Sonra, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân'a, bu gece hangi gecedir? derler. Rıdvân; "Bu gece, Ramazân ayının ilk gecesidir. Muhammed'in ümmetinden oruç tutanlara Cennet kapıları açılır" diye cevap verince, Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Cennet kapılarını aç" buyurur."
Cehennem melekleri:
Bunlara Zebânî denir. Nitekim Alak sûresi 18. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Biz (onu Cehennem’e atsınlar diye) zebânîleri çağıracağız." buyurmaktadır.
Cehennem melekleri Cehennem’de emrolunan vazifeleri yaparlar. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuzdur. Müddessir sûresinin 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Cehennem’in üzerinde ondokuz melek vardır. Biz o ateşin bekçiliğine meleklerden başkasını me'mur etmedik" buyurulmaktadır.
Cehennem meleklerinin en büyüğünün adı Mâlik'dir. Zuhruf sûresi 74 ile 77. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: "Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı olarak kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun içinde (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir."
"Biz onlara zulüm etmedik, Fakat kendileri zâlim idiler. (Cehennem bekçisi olan Mâlik adındaki meleğe şöyle) çağrışırlar: "Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım)." Mâlik de, "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der."
İnsanların iki omuzunda bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazan Kirâmen kâtibin ismindeki iki melek ile, cinnîlerden koruyan meleklere Hafaza melekleri denir. Bunlar dört tanedir. İkisi gece, ikisi gündüz gelir. Helada iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Heladan çıkınca yazarlar. Melekler, bir şey üzerine, harf ile yazmaz. Bilgileri; aklımızda, zihnimizde topladığımız gibi, bir yere toplarlar. Şimdi, teyp denilen âlette, seslerin banda alınması ve sesli sinema filimlerine alınması gibi, çeşitli yazı şekilleri vardır. Göklerde, bilinmeyen kalemlerle (âletlerle) yazan melekler de vardır. Kâfirlerin yalnız kötülükleri yazılır. Her insana musallat olan cin ve insanı da bunlardan koruyan melekler vardır. Sağ taraftaki melek, sol taraftakinin âmiridir. İyi işleri yazar. Soldaki kötülükleri yazar. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde İnfitâr sûresinin 10, 11 ve 12. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Hâlbuki üzerinizde gözetleyici melekler var. Her ne yaparsanız bilir." buyurulmaktadır.
Vâhidî tefsîrindeki bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmaktadır: "Bir kimse bir hayır amel yapınca sağındaki melek o bir iyi amele karşılık on sevâb yazar. O kimse bir günah işleyip, sol tarafındaki melek yazmak isteyince, sağdaki melek, soldakinin âmiri olduğu için, onu yedi saat bekletir. Eğer o kimse işlediği günah için tevbe ederse, ona günah yazmaz. Tevbe etmezse, bir günah yazar."
Büyük olan ve hürmet mevkîinde bulunan canlı resmi, köpek ve cünüb kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. Hafaza melekleri ise, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılır. İnsanların iki omuzunda Kirâmen kâtibin denilen iki melek bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazar.
Mücâhid'den (radıyallahü anh) şöyle nakledilir: Bu iki melek, herkesin bütün sözlerini ve işlerini, hastalığından inlemesine kadar yazar.
Yine insanlar için vazifeli melekler hakkında, Kâf sûresinin 17 ve 18. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurulur: "İnsanoğlunun biri sağ, diğeri sol tarafında oturan iki kâtip meleğin onların amellerini yazdıklarını hatırla. O, her ne söz ederse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır."
Ra'd sûresi 11. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Allahü teâlânın her insanı önünden ve arkasından ta'kib eden melekleri vardır. Onu Allahü teâlânın emri ile korurlar." Bu âyet-i kerîme, her şahsı ikişer meleğin ta'kib ettiğine, birinin önünde, diğerinin arkasında durduğuna, ikişer meleğin de amellerini yazdığına, birinin sağında, birinin solunda durduğuna delâlet etmektedir.
Bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmaktadır: "İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca birbirine seslenirler. Buraya geliniz. Buraya geliniz, derler. Kanatları ile onları sararlar. O kadar çokturlar ki göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ meleklere sorarak; "Kullarımı nasıl buldunuz?" buyurur. "Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar. Senin büyüklüğünü söylüyorlar ve senin ayıplardan, kusurlardan temiz olduğunu söylüyorlar" derler. "Onlar beni gördüler mi?" buyurur. "Hayır görmediler" derler. "Görselerdi, nasıl olurlardı?" buyurur. "Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbîh ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi" derler. "Onlar benden ne istiyorlar?" buyurur. "Yâ Rabbî! Cennet’ini istiyorlar" derler. "Onlar, Cennet’i gördüler mi?" buyurur. "Görmediler" derler. "Görselerdi nasıl olurlardı?" buyurur. "Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennem’den korkuyorlar, sana sığınıyorlar" derler. "Onlar, Cehennem’i gördüler mi?" buyurur. "Hayır görmediler" derler. "Görselerdi, nasıl olurlardı?" buyurur. "Görselerdi daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı" derler. Allahü teâlâ meleklere; "Şâhid olunuz ki, onların hepsini affeyledim" buyurur. "Yâ Rabbî! O zikredenlerin yanında, filan kimse zikretmek için gelmemişti. Dünyâ menfeati için gelmişti" derler. "Onlar benim misâfirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler" buyurur."
Meleklerin diğer bir nev'i de, insanların kalbine iyi şeyleri ilham ederler. "Fevâyih-i Miskiyye" kitabında rivâyet edilen hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âdemoğlunun kalbinde iki hâne vardır: Birinde melek, birinde şeytan bulunur. O kimse Allahü teâlâyı zikr edince şeytan kaçar. Allahü teâlâyı zikretmediği zaman burnunu onun kalbine sokup, ona vesvese verir.”
Bir melek nev'i de ana rahminde kişinin işini, rızkını, ecelini, şakî veya saîd olduğunu yazar.
Abdullah ibni Mes'ûd anlattı: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana insanın yaratılış safhalarını bildirdi. Buyurdu ki: "Sizden birinizin (yaratılışının başlangıcında) ana ve babaya âit maddeler kırk gün ananın karnında toplanır (yaratılışa elverişli bir hâle gelir). Sonra o maddeler katı bir kan pıhtısı (alaka) hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde mudga (bir çiğnem et) hâlini alır. (Dördüncü safhada) Allahü teâlâ bir melek gönderir, (Bu safhada bulunan) mudgaya şu dört kelimeyi yazması emrolunur ki, bunlar onun; işi, rızkı, eceli, şakî veya saîd olduğudur." Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü anh) devam ederek; "Melek bunları yazdıktan sonra ona rûh üflenir (cenin canlanır)" diye buyurmuştur.
Melekler, tehlikeli durumlarda ve düşmana gâlip gelme husûsunda Allahü teâlânın sevdiği kullarına yardımcı olurlar. Nitekim, Bedir’deki ilk İslâm ordusu bir avuç mücâhidden ibâretti. Müşrik ordusu Ramazân-ı şerîfin onyedisinde Cumâ sabahı, demir zırhlar ve miğferlerle donanmış vaziyette Bedir'de harp vaziyetini almışlardı. Sayıları, İslâm ordusundan üç-dört kat fazla idi. Müslüman ordusu ise, sâdece 313 mücâhidden ibâretti. Aynı zamanda Bedir ârızalı bir yerdi. Pek kumlu olduğu için zor dolaşabiliyordu. Bedir suyu buraya daha önce gelen Kureyşliler tarafından tutulmuştu. Su olmadığı için ihtiyaçları gidermek pek zor oluyordu. Bütün bu meşakkat ve sıkıntıların içinde bulunan müslümanlar; "Yâ Rabbî! Senin düşmanın olan Kureyş'e karşı bizi muzaffer eyle. Ey yardım isteyenlerin imdadına yetişen Allah’ım! Bize yardım eyle" diye duâ etmeye başlamışlardı.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 313 kişilik İslâm mücâhidini harb nizâmına koyduktan sonra, Ebû Bekr'le beraber çadıra çekilerek: "Yâ Rabbî! İşte Kureyş, kibir ve gurur ile geldi. Sana meydan okuyor. Peygamberini yalanlıyor" buyurduktan sonra mübârek ellerini kaldırarak şöyle yalvardı: "Yâ Rab! Peygamberlere nusret (ahdini), bana da husûsi olarak zafer vâdini yerine getirmeni senden istiyorum. Allah’ım! Eğer şu bir avuç müslüman helâk olursa, sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır." diye yardım istemiş ve bu duâ ve niyâzını arkasından ridâsı düşünceye kadar ellerini kaldırarak tekrarlamıştır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu duâyı pek ziyâde bir heyecanla yaptılar. Allahü teâlânın, bütün peygamberlere nusret ve yardım ahdi, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmiştir: "Muhakkak peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir; Muhakkak onlar, behamehâl o peygamberler, elbette muzaffer olacaklardır ve elbette bizim (mü'min) askerlerimiz gâlip geleceklerdir." (Sâffât sûresi: 171-173) Nihâyet Ebû Bekr (radıyallahü anh) Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) elini tutarak; "Bu kadar dilek yetişir. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana vâdettiği zaferi yakında verecektir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir zırh içinde idi. Niyâzdan sonra şu meâlde iki âyet-i kerîme nâzil oldu: "(Bedir'deki) bu topluluk yakında muhakkak hezîmete uğrayacak ve onlar (Kureyş) arkalarına dönüp gidecekler. Belki (bu gidişin sonu) azâblarımın vâdolunduğu saattir ki, o saatin azâbı daha büyük bir belâdır ve daha acıdır." Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) çadırdan çıkarken onu okuyarak çıktı ve doğru harb sahasına gitti."
Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. Allah, meleklerle yardımı, size sırf bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz korkudan yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer, ancak Allah'ın zâtındandır. Gerçekten Allah, (her şeye) mutlak gâliptir. Yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir. O vakit Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu; "Şüphesiz ki, ben sizinle beraberim, hemen mü'minlere (yardım ve zafer ilham ederek kalblerine) sebât ilham edin. Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Hemen boyunları üstüne vurun (başlarını kesin!) el ve ayak parmaklarına vurun." (Enfâl sûresi: 9, 10, 12, 13)
--------------------------------------------------------
1) Hâşiyetü Şeyhzâde
2) Tefsîr-i Kebîr
3) Tefsîr-i Kurtubî
4) Tefsîr-i Taberî
5) Tefsîr-i Mazharî
6) İnâyet-ül-Kâdî ve Kifâyet-ür-Râdî
7) Hâşiyet-ül-Cemel alel-Celâleyn
8) Zâd-ül-Mesîr fî ilm-it-Tefsîr
9) Rûh'ul-Beyân
10) Tefsîr-i Hâzin
11) Hâşiyet-üs-Sâvî alâ tefsîr-il-Celâleyn
12) El-Keşşâf
13) Tefsîr-i Ebüssü'ûd; cild-1, sh. 445, cild-4, sh. 269
14) Garâib-ül-Kur'ân ve Regâib-ül-Furkân
15) Feth-ül-Bârî şerhu Sahîh-il-Buhârî (Şihâbüddîn ibni Hâcer Askalânî), cild-6, sh. 226
16) Şerhu Râmüz-ül-Ehâdîs; cild-2, sh. 46, cild-3, sh. 237, 681
17) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-6, sh. 153
18) El-Kavl-ul-Fasl (İstanbul); sh. 23
19) Şerh-i Mevâkıf; cild-3, sh. 176, 216
20) Nuhbet-ül-leâlî li şerhi Bed'il-Emâli Muhammed bin Süleymân er-Reyhânî) sh. 50
21) İhyâu ulümiddîn; cild-4, sh. 124, 128
22) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 56, 102, 277, 639, 643, 662, 673
23) Mir'ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 27
24) Ravdat-üs-safâ; sh. 76
25) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 19-21
26) Şerh-i Mekâsıd; cild-2, sh. 53
Alıntıdır.