Sanat bir nevi gül yetiştirmektir. Yetiştirenin çektiği tüm meşakkat bir baharlık açan güzel yaprakları içindir. Seyredenin hazzı da o gülün kısacık ömrü kadardır. Bu kısa periyotların bütünüdür sanat; hem de asırlardır…
Gül, narin bir çiçektir. Dolayısıyla her yerde yetiştirilmesi mümkün değildir. Gül için bir gül bahçesi lazımdır… Baksanıza şöyle sanatın dorukta olduğu memleketlere; oradaki güllerin yetiştikleri yerlere… Baskı, sansür, horlama, istismar, çetecilik, ahbap-çavuş ilişkisi, zıtlaşma var mıdır? Elbette vardır ama bahçenin her tarafına yayılmamıştır. Bahçenin hâlâ bu fenalıklardan azade bölümleri vardır ve orada gene büyüleyici güller yetişir…
Gül yetiştirenin siyasî görüşü, cinsel tercihi, hayata bakış tarzı pek de bir önem ifade etmez. Onlara verilen tüm değer, yetiştirdikleri gülün güzelliği ölçüsünde olursa sanat kıymet kazanır ancak. Bu daima bilinir. Faşist Salvador Dali’nin, komünist Pablo Picasso’nun yahut da anarşist Lucien Pissarro’nun aynı sahada kabul görmesi bu kıymet ölçüsü sebebiyledir…
Ahbap-çavuşluk da bir yerde etkisiz hale gelir çünkü yetenek ırmağı muhakkak kendine taşacak bir yer bulur. Taştığı, kitlelere ulaştığı zaman önünde heyula gibi bir set de bulsa nafiledir; yıkar geçer…
Şimdi dikkatinizi memleketimize çekmek istiyorum, hani şu hemen hemen tüm sanatsal üretimleri küçümsenen ve hor görülen memleketimize… Birkaç arkadaş film seyredecekken kaç defa şahitlik etmişimdir; eğer seçilen film Türk filmiyse o filme burun kıvrıldığına… Kaç kere duymuşumdur Türk resminin saltanatının Kapıkule’ye kadar sürdüğünü…
Nedenini hiç merak ettiniz mi?
Duayen denilen sanatçıların gençleri suiistimal ettikleri, gençlerin kendi kendilerini pohpohladıkları, tiyatro meslek gruplarının sürekli menfaatleri için çalıştıkları bir memlekettir burası…
Bunca televizyondaki yetenek yarışmasından çıkan şampiyonlar şimdi nerededirler? Hangi ikinci, üçüncü sınıf kulüpte şarkı söylemeye devam etmektedirler? İnanınız bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Tek tahminim onlar üzerinden reyting ve para kazanan medya patronlarının eğlenmek için gittikleri mekânlarda olmadıkları…
Üzerindeki kıyafetleri çıkartmaları istenerek sanata başlayan gençler, maddî ve manevi tamamen soyularak bu vahşi arenadan ayrılırken; onları soyanlar tüm o pahalı kıyafetlerine bürünerek şöhret yolunda adım almaya devam ettiler… Olanca saygınlıklarıyla pozlar keserek üstelik.
Gerçekten hak edenler dururken sırf kendi ahbaplarını onurlandıran ödül törenleri hâlâ ilgiyle ve merakla takip ediliyor… Ne kadar acı bir tuhaflık! Bu ödül törenlerinin jürileri de en âlâ hocalar sayılıyorlar…
Şaşırıyorsunuz değil mi; ama hangisine?
Oradan buradan piyes çalıp, her kafalarının sığdığı yerde oyun sahneleyen, halktan ışık yılı kadar uzaktaki amatör tiyatrocuların lokomotif kabul edilmesine mi; bu tiyatroların piyeslerini repertuara alan ödenekli tiyatrolara mı? Ya da o ödenekli tiyatroların çalışmadan maaş alan personellerine mi?
Fonlu oyuncuları ve onların kurdukları sahneleri saymıyorum bile… Dizide yüzü görünen güzellerin ve yakışıklıların pahalı prodüksiyonlu oyunlarda başrole yükseltilmesini de saymıyorum… Ben saymasam da fark eden bir şey yok gerçi. İlgili çevrelerde sayılıyorlar ve şaşkın seyircinin rağbetini görünce de bayılıyorlar…
İşte memleket ve gül yetişmesi beklenen ortamları…
Bu anlattığım ortamlara ne diyeceğiz? Lağım desek ayıp olur mu; sanmıyorum… Peki, tekrar soruyorum: Lağımda gül yetişir mi?
Gül, narin bir çiçektir. Dolayısıyla her yerde yetiştirilmesi mümkün değildir. Gül için bir gül bahçesi lazımdır… Baksanıza şöyle sanatın dorukta olduğu memleketlere; oradaki güllerin yetiştikleri yerlere… Baskı, sansür, horlama, istismar, çetecilik, ahbap-çavuş ilişkisi, zıtlaşma var mıdır? Elbette vardır ama bahçenin her tarafına yayılmamıştır. Bahçenin hâlâ bu fenalıklardan azade bölümleri vardır ve orada gene büyüleyici güller yetişir…
Gül yetiştirenin siyasî görüşü, cinsel tercihi, hayata bakış tarzı pek de bir önem ifade etmez. Onlara verilen tüm değer, yetiştirdikleri gülün güzelliği ölçüsünde olursa sanat kıymet kazanır ancak. Bu daima bilinir. Faşist Salvador Dali’nin, komünist Pablo Picasso’nun yahut da anarşist Lucien Pissarro’nun aynı sahada kabul görmesi bu kıymet ölçüsü sebebiyledir…
Ahbap-çavuşluk da bir yerde etkisiz hale gelir çünkü yetenek ırmağı muhakkak kendine taşacak bir yer bulur. Taştığı, kitlelere ulaştığı zaman önünde heyula gibi bir set de bulsa nafiledir; yıkar geçer…
Şimdi dikkatinizi memleketimize çekmek istiyorum, hani şu hemen hemen tüm sanatsal üretimleri küçümsenen ve hor görülen memleketimize… Birkaç arkadaş film seyredecekken kaç defa şahitlik etmişimdir; eğer seçilen film Türk filmiyse o filme burun kıvrıldığına… Kaç kere duymuşumdur Türk resminin saltanatının Kapıkule’ye kadar sürdüğünü…
Nedenini hiç merak ettiniz mi?
Duayen denilen sanatçıların gençleri suiistimal ettikleri, gençlerin kendi kendilerini pohpohladıkları, tiyatro meslek gruplarının sürekli menfaatleri için çalıştıkları bir memlekettir burası…
Bunca televizyondaki yetenek yarışmasından çıkan şampiyonlar şimdi nerededirler? Hangi ikinci, üçüncü sınıf kulüpte şarkı söylemeye devam etmektedirler? İnanınız bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Tek tahminim onlar üzerinden reyting ve para kazanan medya patronlarının eğlenmek için gittikleri mekânlarda olmadıkları…
Üzerindeki kıyafetleri çıkartmaları istenerek sanata başlayan gençler, maddî ve manevi tamamen soyularak bu vahşi arenadan ayrılırken; onları soyanlar tüm o pahalı kıyafetlerine bürünerek şöhret yolunda adım almaya devam ettiler… Olanca saygınlıklarıyla pozlar keserek üstelik.
Gerçekten hak edenler dururken sırf kendi ahbaplarını onurlandıran ödül törenleri hâlâ ilgiyle ve merakla takip ediliyor… Ne kadar acı bir tuhaflık! Bu ödül törenlerinin jürileri de en âlâ hocalar sayılıyorlar…
Şaşırıyorsunuz değil mi; ama hangisine?
Oradan buradan piyes çalıp, her kafalarının sığdığı yerde oyun sahneleyen, halktan ışık yılı kadar uzaktaki amatör tiyatrocuların lokomotif kabul edilmesine mi; bu tiyatroların piyeslerini repertuara alan ödenekli tiyatrolara mı? Ya da o ödenekli tiyatroların çalışmadan maaş alan personellerine mi?
Fonlu oyuncuları ve onların kurdukları sahneleri saymıyorum bile… Dizide yüzü görünen güzellerin ve yakışıklıların pahalı prodüksiyonlu oyunlarda başrole yükseltilmesini de saymıyorum… Ben saymasam da fark eden bir şey yok gerçi. İlgili çevrelerde sayılıyorlar ve şaşkın seyircinin rağbetini görünce de bayılıyorlar…
İşte memleket ve gül yetişmesi beklenen ortamları…
Bu anlattığım ortamlara ne diyeceğiz? Lağım desek ayıp olur mu; sanmıyorum… Peki, tekrar soruyorum: Lağımda gül yetişir mi?