herkes farketmiştir, eğer köpekler korktuğunuzu anlarlarsa hepten saldırganlaşırlar. ama cesur davranırsanız saldırmakta tereddüt ederler.
geçenlerde bir kurt köpeğinin yanından geçiyordum, bana delirmiş gibi havlamaya başladı, surat korkunç, yakalasa beni çiğ çiğ yiyecek sanki. tabii zincirli olduğu için kendimi emniyette hissediyorum. hiç istifimi bozmadan taş aramaya başladım. elime kocaman, yarım bir kaldırım taşı geçti. taşı köpeğe atacakmış gibi yapınca, köpeğin halini görecektiniz. hemen viyaklayıp kulübenin ardına kaçtı. deminki canavar bir anda süt dökmüş kedi oldu.
tabiatta korku zaaf olarak algılanır. bunun maddi sebeplerini ele alabiliriz. lakin ben işin orasında değilim çünkü diğer yandan madde planında korku, hayatta kalmak için lüzumlu bir duygu/reflekstir.
tasavvufta ise korku bir tür şirk manası taşır.(buradaki korku bildiğimiz korku, havf değil). çünkü korkmakla aslında önce kendimizde, sonra da hasmımızda bir tür güç vehmetmiş oluyoruz.
elbette kendinde güç vehmeden kimse, otomatikman etraftaki her bir birime de güç atfedecek ve kendindekinden üstün bir güçle karşılaşınca da korkacaktır. işte şuurumuz bu noktada, kendini toprak seviyesi, tabiat seviyesine kitlemiş olur. neticede bütün şuurlar tahakkuk ettiği mertebeye göre muamele görürler.
bu tür bir itikad içindeki kimse, ömrünü kendinden güçlülere kuyruk sallayarak ve zillet içinde, kendinden zayıf gördüklerini ise ısırarak zalimane geçirir.
halbuki gerçek şudur;
"lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah", yani "allah'tan başka davranış ve güç sahibi yoktur". allah kimseye güç, kuvvet vermemiştir. bu, el an böyledir. sadece biz aksi yönde ve boş bir zan içindeyiz.
"lâ havle" zikrini çok yapar ve istiridyenin içindeki inciye, kelamın içindeki saf manaya, zikrin özü nura ulaşırsak artık hiçbir şeyden korkmaz oluruz. lakin allah'dan çok korkmaya başlarız. ondan başka güç sahibi de olmadığından, mecburen ondan yine ona sığınırız.
allah'ım,
azabından affına,
gazabından rahmetine,
senden sana sığınırız.
geçenlerde bir kurt köpeğinin yanından geçiyordum, bana delirmiş gibi havlamaya başladı, surat korkunç, yakalasa beni çiğ çiğ yiyecek sanki. tabii zincirli olduğu için kendimi emniyette hissediyorum. hiç istifimi bozmadan taş aramaya başladım. elime kocaman, yarım bir kaldırım taşı geçti. taşı köpeğe atacakmış gibi yapınca, köpeğin halini görecektiniz. hemen viyaklayıp kulübenin ardına kaçtı. deminki canavar bir anda süt dökmüş kedi oldu.
tabiatta korku zaaf olarak algılanır. bunun maddi sebeplerini ele alabiliriz. lakin ben işin orasında değilim çünkü diğer yandan madde planında korku, hayatta kalmak için lüzumlu bir duygu/reflekstir.
tasavvufta ise korku bir tür şirk manası taşır.(buradaki korku bildiğimiz korku, havf değil). çünkü korkmakla aslında önce kendimizde, sonra da hasmımızda bir tür güç vehmetmiş oluyoruz.
elbette kendinde güç vehmeden kimse, otomatikman etraftaki her bir birime de güç atfedecek ve kendindekinden üstün bir güçle karşılaşınca da korkacaktır. işte şuurumuz bu noktada, kendini toprak seviyesi, tabiat seviyesine kitlemiş olur. neticede bütün şuurlar tahakkuk ettiği mertebeye göre muamele görürler.
bu tür bir itikad içindeki kimse, ömrünü kendinden güçlülere kuyruk sallayarak ve zillet içinde, kendinden zayıf gördüklerini ise ısırarak zalimane geçirir.
halbuki gerçek şudur;
"lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah", yani "allah'tan başka davranış ve güç sahibi yoktur". allah kimseye güç, kuvvet vermemiştir. bu, el an böyledir. sadece biz aksi yönde ve boş bir zan içindeyiz.
"lâ havle" zikrini çok yapar ve istiridyenin içindeki inciye, kelamın içindeki saf manaya, zikrin özü nura ulaşırsak artık hiçbir şeyden korkmaz oluruz. lakin allah'dan çok korkmaya başlarız. ondan başka güç sahibi de olmadığından, mecburen ondan yine ona sığınırız.
allah'ım,
azabından affına,
gazabından rahmetine,
senden sana sığınırız.