*
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.
(Dosya Boyutu: 823.13 KB / İndirme Sayısı: 15) Kişinin câriyesinden çocuk sahibi olması
Sözlükte “bir erkeğin çocuk sahibi olmak istemesi, bir kadını hamile bırakması” mânasına gelen istîlâd, fıkıh terimi olarak kişinin câriyesini hamile bırakmasıyla başlayan ve câriyenin hürriyete kavuşmasıyla sonuçlanan hukukî süreci ifade eder. Efendisi tarafından hamile bırakılan câriyeye “ümmüveled” denir.
İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde savaş esirlerinin köleleştirilmesi yaygın bir uygulamaydı. İslâm dini, bütün insanların özgür olduğu kölesiz ve efendisiz bir toplumu hedeflemekle birlikte o günkü sosyal bünye açısından ve milletlerarası şartlarda bu kurumu tek taraflı olarak kaldırmak imkânı bulunmadığından buna yönelik bir statü değişikliği yapmak yerine beşerî ilişkilere hâkim olmasını istediği ahlâkî ve insanî esaslara ağırlık vermiş, kölelere mümkün olabilecek en insanî muamelenin yapılması yönünde kurallar getirmiştir (bk. ESİR; KÖLE). Bu çerçevede kadın kölelerle başka kişilerin ancak nikâh akdiyle, efendilerinin ise birtakım hukukî sonuçlar doğuracak şekilde cinsel ilişki kurabilecekleri hükme bağlanmış, bu konuda keyfîlik ve istismarın önü alınmak istenmiştir. Kur’an’da, kişilerin nikâhlı eşleri gibi sahip oldukları câriyeleriyle de ilişkide bulunmalarının meşrû olduğu belirtilir (en-Nisâ 4/3, 24, 25; el-Müminûn 23/6; el-Meâric 70/30). Sünnette ve sahâbe uygulamasında da bu konuda ileride ayrıntılı biçimde gelişecek olan fıkıh nazariyatına kaynak teşkil edecek yeterince malzeme mevcuttur. Doğu Roma İmparatorluğu’nun Mısır valisi Mukavkıs tarafından Hz. Peygamber’e gönderilen hediyeler arasında bulunan Kıptî asıllı câriye Mâriye’den Resûlullah’ın oğlu İbrâhim’in dünyaya gelmiş olması, bunun üzerine Resûl-i Ekrem’in, “Oğlu onu âzat etmiştir” (İbn Mâce, “ʿItḳ”, 2), başka bir rivayette de, “Efendisinden çocuk dünyaya getiren her câriye efendisinin ölümünden sonra hür olur” (el-Muvaṭṭaʾ, “ʿItḳ”, 6; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, III, 287) demesi, Hz. Ömer’in ve sahâbeden bazılarının ümmüveledlerinin bulunması, efendilerin câriyeden doğan çocukları ve bunların anneleri hakkındaki görüşlere esas teşkil etmiştir. Tâbiîn ulemâsından Zeynelâbidîn b. Hüseyin b. Ali, Kāsım b. Muhammed b. Ebû Bekir, Sâlim b. Abdullah b. Ömer gibi tanınmış kişilerin annelerinin ümmüveled olmasının câriyelerden çocuk edinme temayülünde artış sağladığı ifade edilmektedir (Mv.F, IV, 165).
İslâm’dan önceki Arap toplumunda efendilerinden çocuk dünyaya getiren câriyelerin ümmüveled adıyla diğer câriyelerden farklı bir statü kazandıklarına, efendilerinin ölümünden sonra da hürriyetlerine kavuştuklarına dair bir bilgi mevcut değildir. Bu statüyü kazanan câriyelerin ileride hürriyetlerinin kaybına sebep olacak satılma, hibe edilme, vasiyet olarak bırakılma gibi bir tasarrufa engel olunmasına dair görüş ve uygulamaların Hz. Peygamber’in irşadıyla başladığını kabul etmek gerekir.
Klasik fıkıh kitaplarındaki bilgilere göre câriye efendisinden çocuk dünyaya getirmekle ümmüveled statüsü kazanır. Nesep iddia ve ikrarı istîlâdın rüknü olup efendinin doğumdan önce câriyenin kendisinden hamile kaldığını kabulü ile de istîlâd gerçekleşebilir. İhtilâflı durumlarda câriyenin özgürlüğü yönünde yorum yapıldığından câriyenin düşük yapması halinde çocuğun organlarının kısmen de olsa teşekkül etmiş olması istîlâdın geçerliliği için yeterli kabul edilmiştir. Câriyesiyle ilişkide bulunduğunu kabul eden efendinin düşük veya doğum halinde çocuğun kendisine ait olduğunu ayrıca kabul etmesine gerek kalmaksızın nesep sabit olur. Çocuk hür, annesi de ümmüveled statüsü kazanır. Çoğunluğun aksine Hanefîler’e göre ise efendinin câriyesiyle ilişkide bulunduğunu ikrar etmesi yeterli olmayıp düşen veya doğan çocuğun ya da hamlin kendisinden olduğunu ayrıca kabullenmesi gerekir. Hanefî kaynaklarında bu şart, neslin devamını sağlamada câriyelerin eş olarak seçilmelerinin prensip olmaması mantığıyla açıklanmaktadır.
Efendi, câriyesinin dünyaya getirdiği çocuğun kendisinden olduğunu kabul ettikten sonra artık bundan vazgeçemez. Zira çocuğun nesebi sabit ve hürriyeti kabul edilmiş olduğu gibi câriye için de efendisinin ölümünden sonra hürriyete kavuşma imkânı doğmuştur. İkrarla doğan hakların inkârla ortadan kaldırılmasına imkân verilmemiştir. Efendisinin izniyle evlendiği kimseden çocuk sahibi olan câriye ise ümmüveled statüsü kazanamaz. Ancak kocası tarafından satın alınırsa nikâh bağı geçersiz ve câriyelik hükmü sabit olur. Bu durumda Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ister hamile iken ister doğumdan sonra satın alınsın istîlâd yine gerçekleşmezken Ebû Hanîfe’ye göre her iki durumda kadın ümmüveled statüsü kazanır. Ahmed b. Hanbel’den de böyle bir rivayet nakledilmiştir. Mâlikîler ise hamile iken alınması durumunda istîlâdın gerçekleşeceğini belirtirler.
Ümmüveled olan câriyenin hürriyet hakkının korunması için onun başkasına satılması, mülkiyeti nakledici herhangi bir tasarrufa konu edilmesi câiz görülmemiş, efendinin ölümüyle doğrudan hürriyetine kavuşacağı bildirilmiştir. Ümmüveled olduktan sonra başkasıyla evlenen câriyenin o kişiden olan çocukları da anneleri gibi efendisinin ölümünden sonra hürriyete kavuşur. Hukukun naslarda yer alan genel dinî ve ahlâkî ilkelere göre daha kuralcı ve sosyal realiteye bağımlı olmasının tabii sonucu olarak klasik dönem fakihlerinin karşılaştıkları fıkhî meselelerde genel bir tavır olarak köle ve câriyelerin hürriyete kavuşması yönünde yorum geliştirdikleri, ancak dönemlerinde mevcut sosyal yapıyı ve o zeminde meşruiyet taşıyan hakları da göz ardı etmedikleri, doktrindeki farklı görüşlerin bu iki yönden birine ağırlık vermekten kaynaklandığı görülür. İstîlâd gibi tarihsel bağlamla sıkı ilişkisi bulunan konularda bu tereddüt daha yoğun biçimde yaşanmıştır. Nitekim ümmüveled statüsü kazanan câriyenin bir yönden mülkiyete konu bir mal, diğer yönden efendisinden çocuk dünyaya getiren bir anne olması sebebiyle klasik fıkıh literatüründe mülkiyet ve nesep haklarının içiçe girdiği ve birbiriyle çatıştığı veya babalık iddiasının ispatının zorlaştığı değişik ihtimaller ve örnek olaylar üzerinde ayrıntılı biçimde durulmuş, dönemin bilgi ve tecrübe birikimi ışığında bazı çözüm yolları gündeme gelmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
el-Muvaṭṭaʾ, “ʿItḳ”, 6; Buhârî, “Nikâḥ”, 96; Müslim, “Ṭalâḳ”, 26, 27, 38; Ebû Dâvûd, “ʿItḳ”, 2, 7; İbn Mâce, “ʿItḳ”, 2, 5, “Nikâḥ”, 30; Tirmizî, “Aḥkâm”, 28, “Nikâḥ”, 39; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid (trc. Ahmed Meylani), İstanbul, ts. (Beyan Yayınları), IV, 215; Mergīnânî, el-Hidâye, Kahire 1356/1937, II, 51; Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İḫtiyâr li-taʿlîli’l-Muḫtâr, [baskı yeri ve tarihi yok], IV, 30-34; Abdullah b. Yûsuf ez-Zeylaî, Naṣbü’r-râye, Beyrut 1393/1973, III, 287; Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, IV, 538; Bilmen, Kamus, IV, 31-44; “İstîlâd”, Mv.F, IV, 164-169.
Alıntıdır.