İstanbul aşığı dostum Çelik Gülersoy bundan 40 yıl kadar önce bir gün şöyle demişti: “Haluk Bey, bu şehir çok değerli ve özeldir. Onu bize bırakmazlar!”
“Bırakmazlar” derken İstanbul’un değerini bilen ya da gözü olan yabancıları kastediyordu.
Ama yabancılara ihtiyaç kalmadı: Rant peşinde koşan görgüsüzler, zevksizler, kültürsüzler, vizyonsuzlar, tamahkarlar, cahiller akın akın geldiler ve kocakenti ele geçirdiler.
Onu, görkemli geçmişinden utanır hale getirdiler.
Müslüman geçiniyorlar ama, İslam dünyasının en güzel siluetli payitahtının, Dersaadet’in, çirkin gökdelenlerle dolu bir beton mantar tarlasına dönüştürülmesine ön ayak oldular.
Zevk düzeyindeki düşüş konusunda örnek isteyenlere Çamlıca tepelerine dikilen küçük kubbeli, hangar benzeri cami ile, Koca Sinan’ın neredeyse 500 yıllık şaheseri Süleymaniye’yi karşılaştırmalarını önerebilirim.
Nereden nereye! Bu ne müthiş gerileyiştir!
BÜYÜK KIYAMET
Yalnızca zevksiz olsalar bir şey değil, aynı zamanda pervasızdılar. Varoşları beton bloklarla doldururken, en temel güvenlik önlemlerini göz ardı ettiler.
Paraya ve oya ihtiyaçları vardı.
Şimdi, 20 milyonluk insan deposu, felaketle, hayır kıyametle randevusunu bekliyor!
İşin kötüsü, bu daha önce de biliniyordu. 17 Ağustos bir alarm ziliydi.
Bunlardan öncekilerin de tamamen masum olduğu söylenemez. Onlar “Önce insan!” diye slogan attığında ben “Hayır, önce kent!” demiştim.
“Önce kent!” çünkü burası İstanbul’dur ve buranın “bir sengine yekpare acem mülkü fedadır!”
RANDEVU GÜNÜ
Evet, bu İstanbul’un, İstanbul’umuzun, büyük bir depremle randevusu var. Bilim insanları vaktin çok yakın olduğunu söylemekteler. Bilemedin beş on yıl… Yarın, hatta yarından da yakın!
Güney’deki büyük deprem 7 şiddetinde bir sarsıntı halinde neler olabileceğini açıkça ortaya koydu. Onu üçle dörtle çarpın!
Hayalgüçleri yeterince cesur olmayanlara Mine Kırıkkanat’ın “Bir Gün, Gece” adlı romanını tavsiye ederim. Görün bakalım depremin arkasından cankurtaran giremeyen yıkıntılara başka neler giriyor!
Şu günlerde İstanbul’u terk etme planları yapanlara sık sık rastlıyorum. Hayır! Yapmamız gereken, depremi fırsat bilip kenti geri almak, yeniden yaşanabilecek ve övüneceğimiz bir yer haline getirmektir.
Hemen yarın başlayacak dev bir İstanbul seferberliğinden söz ediyorum. Yurttaşların öncülük edeceği bir seferberlikten!
Güney’deki büyük depremin ardından Türkiye sivil toplumunun gösterdiği performans ve sınırsız enerji bu alandaki potansiyelin yüksek olduğunu gösteriyor.
Tabii hemen hazırlanmak ve örgütlenmek kaydıyla:
Kıyamete karşı kenti, oda oda, bina bina, sokak sokak, mahalle mahalle, ilçe ilçe savunmaya hazırlanmak ve örgütlenmek.
Orada birbirimizi tanıyacak, uyaracak, yardımcı olacağız.
SENİN BİNAN, BENİM BİNAM
Geçenlerde yerbilimci Prof. Dr. Celal Şengör, haklı olarak, birilerinin cehaletinin kişisel bir sorun olmadığını dile getirdi ve “Kardeşim, senin cehaletin bana zarar veriyor!” dedi.
Bu hesapla şunu demeye de hakkımız var:
“Komşum, senin güvensiz binan benim hayatımı da tehlikeye atıyor!”
Gene de gerçekçi olmalıyız: İstanbul’da pek çok kişinin oturduğu binanın güvenlik durumunu sorgulamaktan çekindiğini biliyoruz.
Haksız da değiller: Binası güvensiz çıkarsa, orayı hızla boşaltıp yeniden yaptırması gerekecek. Oysa büyük çoğunluğun böyle bir olanağı yok. Hele şu ekonomik kriz ortamında!
Kırk katır mı kırk satır mı? Evsiz kalmayı mı tercih edersin yoksa güvensiz bir evde yaşamaya devam etmeyi mi?
İşte devletin ve bankaların devreye girmesi gereken nokta tam da burası! Çok iyi işleyen bir deprem fonuna ihtiyaç var.
Deprem vergilerinin ve sigortalarının varlık nedeni bu değil mi?
O yüzden sormakta haklıyız: Deprem için gelen yardımlar, toplanan paralar, sigorta ödentileri, vergiler ne oldu?
Yoksa onlar başka yerlerde mi çarçur edildi? Yoksa Kanal İstanbulvari fantezilere biraz da onlara güvenerek mi girildi?
AKILLI VE DAYANIKLI KENTLER
Dijital teknolojiden yararlanarak insansız hava silahları yapmakla, Batı’yı alt etmekle övünüyoruz. Pek güzel! Ya kentleri dijital teknolojilerle akıllandırarak deprem halinde daha erişilir ve dayanıklı hale getirme çalışmaları nasıl gidiyor? O işlerle uğraşan bir kahraman, bir dost, bir damat yok mu?
Bu konuyu uzmanına sordum. CityLab Akıllı Şehirler Merkezi’nin kurucusu, Beşiktaşlı hemşerim Serdar Aslan şöyle dedi.
“Çürük binaları tesbit edebilecek yepyeni sensörler ve yapay zekaya dayanan uyarı sistemleri var. Ama biz hala çekiçle vurarak güvenlik kontrolü yapıyoruz.”
Ve ekledi:
“Her şeyi akıllı kentler kavramı çerçevesinde yeniden düşünmeli, yıkılan ve yıkılacak yerleri ona göre saptamalı ve inşa etmeliyiz.”
Evet, akıllanmanın zamanıdır!
Şöyle diyelim:
Geçmişinde çok kuşatmalar görmüş olan bu kadim kent yine kuşatma altındadır. Onu bırakıp gitmek çözüm değildir. Çözüm onu yeniden yaşanır hale getirmektir.
Rahmetli Çelik Gülersoy, sahip çıkmazsak bu şehri bize bırakmayacaklarını söylemişti.
Asıl biz İstanbul’u bırakmamalıyız!
ABSTRACT
The terrible earthquake catastrophe in the South has reminded us that Istanbul also has a rendezvous with a major earthquake in the not too distant future. Unfortunately, as everyone admits, our magnificent but obese city is not ready for that rendezvous. On the contrary, bad city management over the recent past has destroyed not only its historical and architectural texture, but also its chances for survival when that disaster strikes. Yet, abandoning the city is not a solution. We need to use our civic energies to defend our city at any cost; we must do it together. Luckily there are smarter ways of city building and management thanks to digital technology. There is not a moment to lose!
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
“Bırakmazlar” derken İstanbul’un değerini bilen ya da gözü olan yabancıları kastediyordu.
Ama yabancılara ihtiyaç kalmadı: Rant peşinde koşan görgüsüzler, zevksizler, kültürsüzler, vizyonsuzlar, tamahkarlar, cahiller akın akın geldiler ve kocakenti ele geçirdiler.
Onu, görkemli geçmişinden utanır hale getirdiler.
Müslüman geçiniyorlar ama, İslam dünyasının en güzel siluetli payitahtının, Dersaadet’in, çirkin gökdelenlerle dolu bir beton mantar tarlasına dönüştürülmesine ön ayak oldular.
Zevk düzeyindeki düşüş konusunda örnek isteyenlere Çamlıca tepelerine dikilen küçük kubbeli, hangar benzeri cami ile, Koca Sinan’ın neredeyse 500 yıllık şaheseri Süleymaniye’yi karşılaştırmalarını önerebilirim.
Nereden nereye! Bu ne müthiş gerileyiştir!
BÜYÜK KIYAMET
Yalnızca zevksiz olsalar bir şey değil, aynı zamanda pervasızdılar. Varoşları beton bloklarla doldururken, en temel güvenlik önlemlerini göz ardı ettiler.
Paraya ve oya ihtiyaçları vardı.
Şimdi, 20 milyonluk insan deposu, felaketle, hayır kıyametle randevusunu bekliyor!
İşin kötüsü, bu daha önce de biliniyordu. 17 Ağustos bir alarm ziliydi.
Bunlardan öncekilerin de tamamen masum olduğu söylenemez. Onlar “Önce insan!” diye slogan attığında ben “Hayır, önce kent!” demiştim.
“Önce kent!” çünkü burası İstanbul’dur ve buranın “bir sengine yekpare acem mülkü fedadır!”
RANDEVU GÜNÜ
Evet, bu İstanbul’un, İstanbul’umuzun, büyük bir depremle randevusu var. Bilim insanları vaktin çok yakın olduğunu söylemekteler. Bilemedin beş on yıl… Yarın, hatta yarından da yakın!
Güney’deki büyük deprem 7 şiddetinde bir sarsıntı halinde neler olabileceğini açıkça ortaya koydu. Onu üçle dörtle çarpın!
Hayalgüçleri yeterince cesur olmayanlara Mine Kırıkkanat’ın “Bir Gün, Gece” adlı romanını tavsiye ederim. Görün bakalım depremin arkasından cankurtaran giremeyen yıkıntılara başka neler giriyor!
Şu günlerde İstanbul’u terk etme planları yapanlara sık sık rastlıyorum. Hayır! Yapmamız gereken, depremi fırsat bilip kenti geri almak, yeniden yaşanabilecek ve övüneceğimiz bir yer haline getirmektir.
Hemen yarın başlayacak dev bir İstanbul seferberliğinden söz ediyorum. Yurttaşların öncülük edeceği bir seferberlikten!
Güney’deki büyük depremin ardından Türkiye sivil toplumunun gösterdiği performans ve sınırsız enerji bu alandaki potansiyelin yüksek olduğunu gösteriyor.
Tabii hemen hazırlanmak ve örgütlenmek kaydıyla:
Kıyamete karşı kenti, oda oda, bina bina, sokak sokak, mahalle mahalle, ilçe ilçe savunmaya hazırlanmak ve örgütlenmek.
Orada birbirimizi tanıyacak, uyaracak, yardımcı olacağız.
SENİN BİNAN, BENİM BİNAM
Geçenlerde yerbilimci Prof. Dr. Celal Şengör, haklı olarak, birilerinin cehaletinin kişisel bir sorun olmadığını dile getirdi ve “Kardeşim, senin cehaletin bana zarar veriyor!” dedi.
Bu hesapla şunu demeye de hakkımız var:
“Komşum, senin güvensiz binan benim hayatımı da tehlikeye atıyor!”
Gene de gerçekçi olmalıyız: İstanbul’da pek çok kişinin oturduğu binanın güvenlik durumunu sorgulamaktan çekindiğini biliyoruz.
Haksız da değiller: Binası güvensiz çıkarsa, orayı hızla boşaltıp yeniden yaptırması gerekecek. Oysa büyük çoğunluğun böyle bir olanağı yok. Hele şu ekonomik kriz ortamında!
Kırk katır mı kırk satır mı? Evsiz kalmayı mı tercih edersin yoksa güvensiz bir evde yaşamaya devam etmeyi mi?
İşte devletin ve bankaların devreye girmesi gereken nokta tam da burası! Çok iyi işleyen bir deprem fonuna ihtiyaç var.
Deprem vergilerinin ve sigortalarının varlık nedeni bu değil mi?
O yüzden sormakta haklıyız: Deprem için gelen yardımlar, toplanan paralar, sigorta ödentileri, vergiler ne oldu?
Yoksa onlar başka yerlerde mi çarçur edildi? Yoksa Kanal İstanbulvari fantezilere biraz da onlara güvenerek mi girildi?
AKILLI VE DAYANIKLI KENTLER
Dijital teknolojiden yararlanarak insansız hava silahları yapmakla, Batı’yı alt etmekle övünüyoruz. Pek güzel! Ya kentleri dijital teknolojilerle akıllandırarak deprem halinde daha erişilir ve dayanıklı hale getirme çalışmaları nasıl gidiyor? O işlerle uğraşan bir kahraman, bir dost, bir damat yok mu?
Bu konuyu uzmanına sordum. CityLab Akıllı Şehirler Merkezi’nin kurucusu, Beşiktaşlı hemşerim Serdar Aslan şöyle dedi.
“Çürük binaları tesbit edebilecek yepyeni sensörler ve yapay zekaya dayanan uyarı sistemleri var. Ama biz hala çekiçle vurarak güvenlik kontrolü yapıyoruz.”
Ve ekledi:
“Her şeyi akıllı kentler kavramı çerçevesinde yeniden düşünmeli, yıkılan ve yıkılacak yerleri ona göre saptamalı ve inşa etmeliyiz.”
Evet, akıllanmanın zamanıdır!
Şöyle diyelim:
Geçmişinde çok kuşatmalar görmüş olan bu kadim kent yine kuşatma altındadır. Onu bırakıp gitmek çözüm değildir. Çözüm onu yeniden yaşanır hale getirmektir.
Rahmetli Çelik Gülersoy, sahip çıkmazsak bu şehri bize bırakmayacaklarını söylemişti.
Asıl biz İstanbul’u bırakmamalıyız!
ABSTRACT
The terrible earthquake catastrophe in the South has reminded us that Istanbul also has a rendezvous with a major earthquake in the not too distant future. Unfortunately, as everyone admits, our magnificent but obese city is not ready for that rendezvous. On the contrary, bad city management over the recent past has destroyed not only its historical and architectural texture, but also its chances for survival when that disaster strikes. Yet, abandoning the city is not a solution. We need to use our civic energies to defend our city at any cost; we must do it together. Luckily there are smarter ways of city building and management thanks to digital technology. There is not a moment to lose!
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.