*
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.
(Dosya Boyutu: 298.58 KB / İndirme Sayısı: 6) İslam Kalplerin Dinidir
Bir insanın ilk teslim alınacak ve hiç teslim edilmeyecek olan yeri kalbidir. Kalp, gerek madde gerekse mana olarak bütün organların, his ve duyguların merkezidir. Teslim edilmedikçe, hiçbir gücün hakim olamayacağı en muhkem ve mahrem yerdir.
Orada mevcut olanı başkasının görmesi, bilmesi, ona müdahale etmesi de mümkün değildir. Alemlerin Rabbi müstesna.
Büyükler, vücut uzuvlarının kalple olan münasebetlerini şöyle anlatırlar: “Göz insana yol gösterir, kulak gelecek tehlikeleri duyurur, dil tercümanlık yapar, eller tutar ve dokunur, ayaklar posta hizmetini yerine getirirler. Kalp ise bir hükümdardır. Hükümdar huzur içerisinde olursa, maiyeti ve ordusu da huzur içinde olur.”
O halde insan denen bu mükemmel varlıkta, öncelikle ele alınması, tanınması, ihtiyaçları temin edilmesi ve her türlü tehlikelere karşı muhafaza edilmesi gereken, kalptir.
Burada sözünü ettiğimiz kalp, yüreğimizde bulunan nurdan bir cevherdir. Alimlerimiz bu cevhere “kalb-i hakiki” de derler.
Hakiki kalp, rabbanî, ruhanî bir lâtifedir ve insanın hakikatidir. İnsanda Rabbi’ni tanıyan, iman edip, ibadet yapmaktan zevk alan bu kalptir. Allahu Tealâ’ya muhatap olan odur. Yani nazargâh-ı ilâhidir. Allahu Tealâ’ya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir.
Dolayısıyla insan genel bir çerçeve içerisinde ele alındığında, yapılacak ilk iş bu lâtif, rabbanî ve ruhanî kalbin dünyevî duygulardan arındırılmasıdır. Yani yaradılışındaki saflığın kazandırılmasıdır.
Her yaratılan gibi, kalp de eksik ve muhtaç bir karakterde yaratılmıştır. İhtiyaçları, ancak Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na teslim olmakla giderilir. Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na ulaşmak için de, O’ndan haber getiren, O’nu sevdiren ve O’na götüren bir elçi, bir rehber ve bir yol gerekir. Bu özetin içinde ilk insandan kıyamete kadar bütün peygamberler, onların yolundan giden alimler, evliyalar ve her birinin yaşadığı, tebliğ ettiği tevhid yolu bulunur.
İşte bu yolda kalp, kendisine ulaşan haberler çerçevesinde Allah’a ve O’nun rızasına açık, gayrısına kapalı olmak zorundadır. Çünkü sadece bu ulvî gaye için yaratılmıştır.
Böyle bir kalp, ilâhi nur ve sırların merkezi olur. Böyle bir kalp, Allah’ın feyz ve bereketinin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzellikleri aksettiren bir aynadır. O aynaya bakanlar, yalnız ilâhi tecellileri görürler. Kendi kalplerinin de bu lütuf ve ihsana mazhar olması için onların yoluna gönül verirler.
İşte, sadece böyle bir kalp Allah’a aittir. O kalbin sahibi de gerçek ve mükemmel insandır.
***
İnsanlığın huzuru, mutluluğu için aranan çözümler, onun kalbini huzur ve sükûna kavuşturmadıkça hedefine ulaşabilir mi?
Hayranlık duyduğumuz zengin memleketlerdeki insanların ruhî bunalımını artık bütün dünya biliyor. Filan ülkede uyuşturucu şu kadar yaygın; falan ülkede suç oranı şu kadar arttı diye her gün okuyor, izliyoruz.
Gündüz bile sokaklarında kolay kolay dolaşılamayan, manevi boşluk içindeki gençler ve çeteler tarafından esir alınmış bir şehirde zenginlik yeter mi gerçekten?
Sözünü ettiğimiz şehirler hayal ürünü yerler değil; gıptayla baktığımız zengin Batı şehirlerinden söz ediyoruz.
O şehirleri idare edenler, şimdilerde insanlarının hep ihmal edilen manevi tatminlerini nasıl sağlayacaklarını düşünüyorlar. İnsanların kalplerini nasıl huzur ve sükûna kavuşturacaklarını tartışıyorlar.
Maddi üstünlükleri sebebiyle örnek aldığımız memleketler, daha da geç olmadan insanın asıl yüzünü, ruhunu, kalbini keşfetmeye çalışıyorken, bizler de unutma çabası içinde gibiyiz.
Maddi refahı hayatımızın yegâne hedefi haline getiren, manevi terbiyeyi ve şahsiyet olgunluğunu tamamen gözardı eden bir anlayış, her geçen gün daha da yaygınlaşıyor. Çoğu zenginlerimiz servetlerine servet katma peşindeyken, fakirlerimiz de bir an evvel hangi yolla olursa olsun zengin olmanın dışında her şeyi unutmuş gibi.
Elbette maddi imkanlar herkes için önemli. Fakat iyi ve olgun insan olmanın malla-mülkle ilgisi yok. İç alemimizi, derunumuzu ihmal ettikçe, ne ahlâklı insan olmaktan söz edebiliriz, ne de iyi vatandaş olmaktan. Toplumsal barış diye bir kavramı konuşacaksak, önce kendi fıtratıyla barışık fertlerden söz etmeli değil miyiz?
Fıtrat dediğimiz kavram, başta zikrettiğimiz gibi insanın fizikî varlığının çok ötesinde manalar taşır. İmanın, sevgilerin, korkuların, taleplerin merkezi olan kalbini de içine alır. Oysa günümüz insanı bırakın o gayreti, ruhu ve kalbi olduğunu unutmuş gibi yaşı yor.
Mukaddes Kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Fahr-i Kainat A.S. Efendimiz, o manevi yanımızın olgunluğu ölçüsünde insan sayılabileceğimizi ısrarla hatırlatırken;
İmam-ı Gazalîlerimiz, İmam-ı Rabbanîlerimiz, Ahmed Yesevîlerimiz ve daha binlerce alimlerimiz ve mürşidlerimiz o manevi yanımızı en ince detaylarına kadar izah etmiş ve bize öğretmişlerken;
Biz, yeryüzünde müslüman olarak yaşayanlar, şimdi hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey duymamış gibi olabilir miyiz?
Tekrar hatırlatalım; kalp, bizi insan yapan cevherimiz, merkezimiz. Allah Rasulü A.S.’ın buyurduğu üzere, o düzelip selim hale gelince her şeyimiz düzelecek. Bozulursa da her şeyimiz bozulacak. Fikrimiz, mantığımız, düşünme biçimimiz ve hayata bakışımız… İşlerimiz, amellerimiz ve ahlâkımız… Ailemiz, sokağımız, şehrimiz ve nihayet bütün toplum…
Gerçekten Allah rızasını gözeten bütün faaliyetlerin hedefi, işte bu sebeple insanın öz varlığı, yani kalbidir. Ehl-i Sünnet çerçevesindeki tasavvufî terbiyenin de öyle.
Bazı yanlış uygulamalardan yola çıkarak, sadece ruhen ve ahlâken insanın olgunlaşmasını gaye edinen İslâmî çabaları, bir tür güç ve nüfuz kazanma veya insanları kendine göre idare etme faaliyeti olarak değerlendirmek, gerçeğe aykırıdır.
Diğer taraftan amacı güç ve nüfuz olan, insanları idare etme sevdasıyla yola çıkan her kim varsa, görüntüsü ve sözleri ne olursa olsun “islâmî” sıfatıyla tavsif edilemez.
Kalbi hedef alan hiçbir çaba, kimseye bir tepki için de olamaz. Yani mümin reaksiyoner değildir. Bir şey ispat etme, “biz varız, buradayız” deme gayesi de gütmez. Bu tavır büyük ihtimalle riyadır ve manevi kalp hastalığıdır.
Evet; İslâm kalplerin dinidir. Müslümanların derdi, hedefi ve gayesi her zaman ve her yerde kalbidir. Çünkü bütün azaların hükümdarı olan kalp ulvi vasıflara sahip olursa, bir müminin asla vazgeçemeyeceği özellikler olan adalet ve merhametle, ihsan ve lütufla, zühd ve takvayla, irfan ve ilimle donanacak.
Kalp o tertemiz fıtratını yitirdiğinde ise, şirk, riya, gurur, zulüm ve nefsin diğer bütün çirkinliklerinin istilasına uğrayacak. Neticede ebedi mahkumiyet ve zillete düşecek
Bunu bilen müminin asıl korkusu, Rabbi’nin nazargâhı olan kalbinin ifsat olması, çirkinliklerle kararıp körelmesidir. Zira Cenab-ı Mevlâ, “gözler körelmez, ama sinelerdeki kalpler körelir.” buyuruyor.
Mümin, Yüce Allah’ın İsrailoğulları’na hitaben buyurduğu şu ihtardan da ders alır: “Kalpleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı! Çünkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar. Ve öylesi var ki, Allah’a olan tazimi sebebiyle yukarıdan düşüp parçalanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
İnsanlık tarihi boyunca ve bugün, katılaşmış kalp sahipleri önce kendilerinin düşmanıdır, sonra bütün insanlığın. Tarihin gördüğü bütün kıyımların, bugün yaşadığımız-duyduğumuz büyük-küçük bütün zulümlerin en temeldeki sebebi bu değil mi?
Özellikle bugün, ilâhi hakikatleri, iyiyi ve güzeli tanımayıp kabul etmeyen asrın insanı, ancak kendini perişan etmekte. Bunalımlarının asıl sebebinin, Alemlerin Rabbi’ni bilmemek, O’nu sevmemek ve O’ndan korkmamak olduğunu anlayamamakta. Yani kalbinin gerçek sahibine onu teslim etmemekte.
Artık anlamak zorundayız: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla itminana kavuşur.” (Raad/28 )
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Kaynak:
Muhammed Saki Erol, Semerkand Dergisi, Nisan 2001.