Tarihin en kanlı savaşının en kanlı günlerinden biri. Anafartalar’da savaşanların cepheleri birbirlerine o kadar yaklaşmış ki, Türk ve İngiliz askerleri birbirlerine yüzlerini görerek ateş ediyorlar. Boğazdaki İngiliz ve Fransız ağır zırhlılarının topları aralıksız gürlüyor. Yukarılardaki Arıburnu, Conk Bayırı ve Kocaçimen bölgelerinde kan gövdeyi götürüyor. Gece ve gündüz diye birşey kalmamış. Kara bir barut dumanı ağır bir perde gibi havada asılı. Susmak bilmeyen toplar, mitralyözler, piyade tüfekleri ve bunların mermilerinin havada uçuşmasından doğan kesintisiz bir uğultu...
Okulu bitirir bitirmez kendini bu kanlı savaşın içinde bulan ‘ihtiyat mülazımı’ yedek subay Mahmut, 19’uncu Tümen Komutanıyken Anafartalar Grup Komutanı olarak bu gaddar savaşın en ağır sorumluluğuna atanan Albaya siperlerde yol gösteriyor. Yeni komutan, sarışın, mavi gözlü, genç ve bu ölüm kalım savaşına hiç yakışmayacak kadar zarif bir adam. Özenle traş olmuş. Kalpağının altından görülen sarı saçları temizlikten ve taranmaktan pırıl pırıl parlıyor. Üniforması jilet gibi ütülü. Çizmeleri dikkatle boyanmış. Kendisine yol gösteren yedek subay Mahmut, albayın üniformasının içine giydiği beyaz gömleğin yakalarının kaskatı kolalanmış olduğunu görüp, şaşkınlıktan yere düşecek gibi oluyor.
Derken, davranışları ve giyimiyle oradaki bütün askerleri şaşkınlığa sürükleyen yeni komutan, aylardır gece gündüz bu ölüm meydanında savaşmakta olan deneyimli askerlerin bile görmeseler inanamayacakları bir şey daha yapıyor. Siperden boylu boyunca dışarıya sarkıp, sanki bir manzara seyrediyormuşçasına uzun uzun karşı cepheye bakıyor. Vızır vızır uçuşan yüzlerce mermi her yanından geçerken, karşı siperleri incelemeyi sürdürüyor, aradaki mesafeyi, siper derinliklerini, ateş gücünü hesaplamaya çalışır gibi bakmaya devam ediyor…
Her iki taraftan binlerce insanın hayatını kaybettiği kanlı Çanakkale savaşlarından sağ olarak kurtulabilen yedek teğmen, sarışın komutanla karşılaştığı bu ilk günü, yıllar sonra şöyle anlatıyor: “O sipere bir salona giren erkân-ı harb zabiti gibi girdi. Sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum. Fakat o ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden karşı siperlere bakardı. Karşıdakiler ateşten hiç göz açtırmazdı. O bu göz açtırmayan ateşe gözünü kırpmadan bakardı”…
Kendisine karşı saldırılar iyice artınca Nazım Hikmet, ‘Resimli Ay’ dergisinin Haziran-Temmuz 1929 sayısında karşı saldırıya geçti ve “Putları Yıkıyoruz” başlıklı yazı dizisini yayımlamaya başladı. Kendisine ‘Büyük Dahi’ unvanı verilmiş Abdülhak Hamit ile ‘Milli Şair’ unvanlı Mehmet Emin Yurdakul, Nazım Hikmet’in ilk hedefleri oldular. Nazım Hikmet, bu yazısında “Mahmut’u biz başka lisanlara korkmadan tercüme edebiliriz, onun yazısı bundan hiçbir şey kaybetmez, halbuki dahi-i azam Abdülhak Hamit de dahil olmak üzere kaç yazıcımız böyle bir imtihandan geçebilir, yazıları sırıtmadan kalabilir?” deyince kıyamet koptu. Nazım Hikmet’e savaş açmış olanlar, bu kez Mahmut’a da en ağır eleştirileri yapmaya başladılar.
Oysa Mahmut o sıralarda ekmek parası peşinde koşturup duruyor, geçimini sağlayabilmek için bulabildiği her işi yapıyordu. Edgar Allen Poe’nun, Mark Twain’in hikayelerini ‘uyarlayıp’ oyunlar haline getirdi. Bir Fransız yazarın Güzel Jandarma adlı oyununu Yufkayürek Osman adıyla oyunlaştırdı. Oyun Maarif Vekaleti’nin tavsiyesiyle bütün okullarda okutuldu ve öğrenciler tarafından temsil edildi.
Mahmut yine geçimini sağlayabilmek için Söz Bir, Allah Bir ve Akasya Palas gibi filmlerin senaryolarını da yazdı. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisinde İlhan Berk, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Özdemir Asaf gibi yazı adamları ile yan yana çalıştı., Her şey, Yedigün ve Yarımay dergilerinde yazdı. Güzel Sanatlar Okulu’nda öğrendikleriyle Diken ve Gıdık dergilerinde karikatür çizdi.
Bütün bunları yaparken, asıl tutkun olduğu şeyi hiç unutmadı. Bütün isteği iyi bir romancı olmaktı. Onca sıkıntı ve iş arasında bunu da başardı. Çoban Yıldızı, Çulluk, Pervin Abla, Su Sinekleri, Tipi Dindi, Sürtük gibi gerçekten başarılı romanlar yazdı.
Türk romancılığında bütün kadın kahramanların Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndaki Feride’sine benzetildiği bir dönemde, bambaşka ve gerçek bir kadın çizdi. Çulluk romanında Cibali Tütün Fabrikası’nda işçi olarak çalışan Münevver’i yazdı. Yoksul, eğitimsiz, her akşam fabrika çıkışı eve sigara kaçırıyor mu diye üstü başı aranan, ustabaşı Murat’a aşık, bakire olmadığını gizlemek zorunda kalan, sevgilisi tarafından aldatılan, zaman zaman kendisi de çeşitli dalavereler hazırlayan, bu hayattan ancak ‘evlenerek’ kurtulabileceğine inanan Münevver, hiç de gerçek gibi durmayan Ferideler, Müjganlar ve Türkanlardan sonra, Türk romancılığına sağlam bir kaya gibi oturdu.
Sizlere yaşamından küçük kesitler aktardığım Mahmut Yesari artık ünlenmişti ama o zamana kadar yaşadığı yoksulluk, sıkıntı ve çileler de sinsice yapacağını yapmıştı. Henüz elli yaşındaydı ama kendini yüz yaşındaymış gibi yorgun hissediyordu. İştahsızlık, hızla kilo kaybı, olağan dışı terlemeler ve en önemlisi de başlayınca durmak bilmeyen öksürük nöbetleri. Tahliller, akciğer röntgenleri. Şişli’deki bir muayenehanede doktor teşhisi açıkladı: ‘Verem’.
Romancı Mahmut Yesari tedavi için Yakacık Sanatoryumu’na kaldırıldı. Bazı romanlarında kahramanlarının bu hastalıktan öldüğü Mahmut Yesari, iyileşemeyeceğini biliyordu sanki. ‘Yakacık Mektupları’ adlı kitabında da zaman zaman bunu yazdı.
Romancı Mahmut Yesari 16 Ağustos 1945’te elli yaşındayken Yakacık Sanatoryumu’nda öldü. Hayatı gerçekten de romandı ama o kendininkini değil, yoksul, emeği de cinselliği de sömürülen kadın reji işçilerinin hayatını yazdı.
İyi yaptı…
Okulu bitirir bitirmez kendini bu kanlı savaşın içinde bulan ‘ihtiyat mülazımı’ yedek subay Mahmut, 19’uncu Tümen Komutanıyken Anafartalar Grup Komutanı olarak bu gaddar savaşın en ağır sorumluluğuna atanan Albaya siperlerde yol gösteriyor. Yeni komutan, sarışın, mavi gözlü, genç ve bu ölüm kalım savaşına hiç yakışmayacak kadar zarif bir adam. Özenle traş olmuş. Kalpağının altından görülen sarı saçları temizlikten ve taranmaktan pırıl pırıl parlıyor. Üniforması jilet gibi ütülü. Çizmeleri dikkatle boyanmış. Kendisine yol gösteren yedek subay Mahmut, albayın üniformasının içine giydiği beyaz gömleğin yakalarının kaskatı kolalanmış olduğunu görüp, şaşkınlıktan yere düşecek gibi oluyor.
Derken, davranışları ve giyimiyle oradaki bütün askerleri şaşkınlığa sürükleyen yeni komutan, aylardır gece gündüz bu ölüm meydanında savaşmakta olan deneyimli askerlerin bile görmeseler inanamayacakları bir şey daha yapıyor. Siperden boylu boyunca dışarıya sarkıp, sanki bir manzara seyrediyormuşçasına uzun uzun karşı cepheye bakıyor. Vızır vızır uçuşan yüzlerce mermi her yanından geçerken, karşı siperleri incelemeyi sürdürüyor, aradaki mesafeyi, siper derinliklerini, ateş gücünü hesaplamaya çalışır gibi bakmaya devam ediyor…
Her iki taraftan binlerce insanın hayatını kaybettiği kanlı Çanakkale savaşlarından sağ olarak kurtulabilen yedek teğmen, sarışın komutanla karşılaştığı bu ilk günü, yıllar sonra şöyle anlatıyor: “O sipere bir salona giren erkân-ı harb zabiti gibi girdi. Sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum. Fakat o ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden karşı siperlere bakardı. Karşıdakiler ateşten hiç göz açtırmazdı. O bu göz açtırmayan ateşe gözünü kırpmadan bakardı”…
Kendisine karşı saldırılar iyice artınca Nazım Hikmet, ‘Resimli Ay’ dergisinin Haziran-Temmuz 1929 sayısında karşı saldırıya geçti ve “Putları Yıkıyoruz” başlıklı yazı dizisini yayımlamaya başladı. Kendisine ‘Büyük Dahi’ unvanı verilmiş Abdülhak Hamit ile ‘Milli Şair’ unvanlı Mehmet Emin Yurdakul, Nazım Hikmet’in ilk hedefleri oldular. Nazım Hikmet, bu yazısında “Mahmut’u biz başka lisanlara korkmadan tercüme edebiliriz, onun yazısı bundan hiçbir şey kaybetmez, halbuki dahi-i azam Abdülhak Hamit de dahil olmak üzere kaç yazıcımız böyle bir imtihandan geçebilir, yazıları sırıtmadan kalabilir?” deyince kıyamet koptu. Nazım Hikmet’e savaş açmış olanlar, bu kez Mahmut’a da en ağır eleştirileri yapmaya başladılar.
Oysa Mahmut o sıralarda ekmek parası peşinde koşturup duruyor, geçimini sağlayabilmek için bulabildiği her işi yapıyordu. Edgar Allen Poe’nun, Mark Twain’in hikayelerini ‘uyarlayıp’ oyunlar haline getirdi. Bir Fransız yazarın Güzel Jandarma adlı oyununu Yufkayürek Osman adıyla oyunlaştırdı. Oyun Maarif Vekaleti’nin tavsiyesiyle bütün okullarda okutuldu ve öğrenciler tarafından temsil edildi.
Mahmut yine geçimini sağlayabilmek için Söz Bir, Allah Bir ve Akasya Palas gibi filmlerin senaryolarını da yazdı. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisinde İlhan Berk, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Özdemir Asaf gibi yazı adamları ile yan yana çalıştı., Her şey, Yedigün ve Yarımay dergilerinde yazdı. Güzel Sanatlar Okulu’nda öğrendikleriyle Diken ve Gıdık dergilerinde karikatür çizdi.
Bütün bunları yaparken, asıl tutkun olduğu şeyi hiç unutmadı. Bütün isteği iyi bir romancı olmaktı. Onca sıkıntı ve iş arasında bunu da başardı. Çoban Yıldızı, Çulluk, Pervin Abla, Su Sinekleri, Tipi Dindi, Sürtük gibi gerçekten başarılı romanlar yazdı.
Türk romancılığında bütün kadın kahramanların Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndaki Feride’sine benzetildiği bir dönemde, bambaşka ve gerçek bir kadın çizdi. Çulluk romanında Cibali Tütün Fabrikası’nda işçi olarak çalışan Münevver’i yazdı. Yoksul, eğitimsiz, her akşam fabrika çıkışı eve sigara kaçırıyor mu diye üstü başı aranan, ustabaşı Murat’a aşık, bakire olmadığını gizlemek zorunda kalan, sevgilisi tarafından aldatılan, zaman zaman kendisi de çeşitli dalavereler hazırlayan, bu hayattan ancak ‘evlenerek’ kurtulabileceğine inanan Münevver, hiç de gerçek gibi durmayan Ferideler, Müjganlar ve Türkanlardan sonra, Türk romancılığına sağlam bir kaya gibi oturdu.
Sizlere yaşamından küçük kesitler aktardığım Mahmut Yesari artık ünlenmişti ama o zamana kadar yaşadığı yoksulluk, sıkıntı ve çileler de sinsice yapacağını yapmıştı. Henüz elli yaşındaydı ama kendini yüz yaşındaymış gibi yorgun hissediyordu. İştahsızlık, hızla kilo kaybı, olağan dışı terlemeler ve en önemlisi de başlayınca durmak bilmeyen öksürük nöbetleri. Tahliller, akciğer röntgenleri. Şişli’deki bir muayenehanede doktor teşhisi açıkladı: ‘Verem’.
Romancı Mahmut Yesari tedavi için Yakacık Sanatoryumu’na kaldırıldı. Bazı romanlarında kahramanlarının bu hastalıktan öldüğü Mahmut Yesari, iyileşemeyeceğini biliyordu sanki. ‘Yakacık Mektupları’ adlı kitabında da zaman zaman bunu yazdı.
Romancı Mahmut Yesari 16 Ağustos 1945’te elli yaşındayken Yakacık Sanatoryumu’nda öldü. Hayatı gerçekten de romandı ama o kendininkini değil, yoksul, emeği de cinselliği de sömürülen kadın reji işçilerinin hayatını yazdı.
İyi yaptı…