[IMG alt="Esra Esra Gezginci İstanbul’un sırlarına kapı aralıyor:
Yenilenmiş yüzüyle Yerebatan Sarnıcı
İstanbul’un sırlarına kapı aralıyor"]
Esra Gezginci ile Esrarengiz İstanbul bu haftaki bölümünde İstanbul’un önemli simgelerinden Yerebatan Sarnıcı’nın yenilenen halini ve esrarengiz hikayesini anlattı.
Esra Gezginci ile Esrarengiz İstanbul, pazar günü NTV ekranında seyirciyle buluşan bu bölümünde, Bizans döneminde inşa edilen ve yaklaşık beş yıldır kapalı olan tarihi Yerebatan Sarnıcı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce kapsamlı bir restorasyon sürecinden geçerek orijinaline en yakın haliyle yeniden kapılarını açtı.
Peki sarnıçta nasıl bir çalışma yapıldı? İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat hem restorasyon çalışmasını hem de Yerebatan’ın esrarengiz hikayesini anlattı.
Depreme dayanıklı hale getirilen sarnıç, yeni yürüyüş yolu ve etkileyici ışıklandırmasıyla ziyaretçileri tarihin derinliklerine gizemli bir yolculuğa davet ediyor. Mahir Bey siz aynı zamanda sarnıcın küratörlüğünü de üstlendiniz, yenileme çalışmalarını konuşacağız ama önce gelin sarnıcın tarihiyle başlayalım. Yerebatan ne zaman yapıldı, nasıl bir işlevi vardı? “Yerebatan Sarnıcı, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in en önemli kamusal su deposu. Justinianus döneminde, bugünkü Sultanahmet Camii’nin olduğu alandan sahil yoluna dek uzanan idare merkezinin ve şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere inşa ediliyor. Üzerinde dönemin adliye yapısı Stoa Bazilikası bulunuyor, ki Bazilika Sarnıcı olarak anılması bu yüzden. Sarnıcın inşasına da tanık olan tarihçi Prokopius “İmparator, hukukçuların kendi işleriyle meşgul olduğu imparatorluk stoasının geniş avlusunun altını derinlemesine kazdırdı, bir kanadını kaldırarak buraya büyük bir sarnıç inşa ettirdi” diye anlatır. Amaç, kışın yağışın bol olduğu mevsimde şehre bolca temin edilen suları kurak yaz mevsimi için saklamaktı. Çünkü şehrin en önemli sorunu suydu. Yazılı kaynaklardan bildiğimiz kadarıyla Yerebatan’ın su temini ağırlıklı olarak 2. yy’da İmparator Hadrianus döneminde inşa edilen su yolundan sağlanıyordu.”
Sütunlar temizlenmiş ve eski beton yollar kaldırılarak çelik malzemeden yürüyüş platformları ve etkinlik alanı yaratılmış. Sarnıcın tamamını gezebiliyorsunuz artık. Dilerseniz merak edenler için sütunlardan başlayalım burada kaç sütun var, nedir hikayesi? “Sarnıcın çapraz tonozlardan oluşan örtüsünü taşıyan 336 sütun bulunuyor. Esas tasarım, mermer sütunlar ve sade, bezemesiz sütun başlıklardır. Ancak daha nitelikli sütunlar da görüyoruz, Örneğin üzerinde tiyatro maskı olan başlık, 3. yy’da Severus Hanedanlığı dönemine ait bir yapının parçasıdır. Gözyaşı sütunu olarak anılan etkileyici sütun hakkında çok hikaye vardır. Sarnıçta çalışan işçilerin gözyaşlarını anlatır derler. Aslında bir ağacın budaklarını resmeder, Beyazıt’ta bulunan 4. yy’a ait Theodosius takının parçalarından biridir.”
Mekanın kendisi zaten bir sanat eseri, içeriye adımınızı atar atmaz kaçıncı ziyaretiniz olursa olsun o görkemden etkileniyorsunuz. Nasıl bir çalışma yapıldı? Şimdi, restorasyon çalışmaları sırasında Yerebatan Sarnıcı’nın giriş ve çıkış yapıları yeniden düzenlendi. Giriş alanı cam saçak ile kapatılarak ziyaretçiler için bir bekleme alanı oluşturuldu. Restorasyon kapsamında, özellikle yağışlı havalarda sarnıcın tavan kısmından ziyaretçilerin yürüme alanlarına yüksek miktarda su sızıntısı olması nedeniyle, ziyaretçilerin güvenliğini tehlikeye atan bölgelere yalıtım uygulaması yapıldı. Sarnıcın içindeki betonarme platform kaldırıldı ve yerine modern malzemeler kullanılarak inşa edilen yeni bir platform yerleştirildi. Yapı içerisindeki kolonlarda, duvarlarda ve tonozlarda gerekli güçlendirme çalışmaları restorasyon projesi ve raporu doğrultusunda tekniğine uygun olarak yapıldı. Bu yenileme çalışmasıyla cumhuriyet döneminin en kapsamlı onarımından geçtiğini söyleyebiliriz
Sarnıç bin 500 yaşında, sarayın su ihtiyacını karşılamış peki Osmanlı döneminde nasıl bir işlevi vardı? “Evet, Yerebatan Sarnıcı, Bizans döneminde imparatorluk sarayı ve çevresindeki yapıların su ihtiyacını karşılıyordu. İstanbul’un 1453’te fethinin ardından sarnıç bir süre daha bahçe sulamak için kullanıldı. Durgun su olduğu için tercih edilmedi, neden durgun suyun tercih edilmediği de İslami kaidelerden kaynaklanıyor, yani temizlik esasları gereği durgun su yerine akar vaziyetteki suyu tercih etmiştir Osmanlı. Şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılıyor ama sarnıç, Osmanlı İmparatorluğu döneminde iki kez kapsamlı onarımdan geçirildi. İlk onarım Sultan 3. Ahmed döneminde, Mimar Kayserili Mehmet Ağa’ya yaptırıldı. İkinci onarım ise Sultan 2. Abdülhamid zamanında yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1987 yılında yaptığı temizliğin ardından sarnıca bir gezi platformu ekleyerek ziyarete açtı. 1994 yılında da Yerebatan Sarnıcı’nda büyük bir temizlik ve bakım yapıldı.
Medusa Başı, Yerebatan ile bütünleşmiş durumda, hatta Medusa için ziyarete gelen bile var. “Yani bunu görmek bunu deneyimlemek için insanlar büyük bir çabayla, bir rotadan geçip buraya geliyorlar ama Yerabatan Sarnıcı’ndaki bütün ilham verici hikayeler birbirini besliyor. Yani sütunlar, yeraltı, yeraltının içerisinde yılan başlı bir varlık, onun bir kadın oluşu, burada oluşu hepsi bizim binlerce yıllık kültür tarihimizde dipleri olan, derinleri olan konu. Dolayısıyla bunların hepsi kışkırtıyor, heyecanlandırıyor. Yerabatan Sarnıcı’nda gördüğünüz, şu an gördüğünüz 336 sütunun tamamı değişik zamanlarda yapılmış başka yapılardan ya da bazıları buraya adapte edilerek yapılmış mimari malzemeler. Yerebatan sarnıcı bu anlamda bir mimarlık tarihi müzesi aslında. Yani Helenistik dönemden başlıyor. Biz şimdi tersini görüyoruz ama bu baş aşağı duran bir örnek. Burada gördüğünüz sütunların yukarıya kadar yüksekliğini sağlayabilmek için burada bir kaideye ihtiyaç duymuşlar. Ve bu seviyeden ötürü, bu yükseklikten ötürü dönemin ustası bunu bu şekilde uygun görmüş. Yan tarafta gördüğünüzün yüksekliğe o kadar ihtiyacı varmış ve onu yan çevirmiş. Biz bunu gizemli görmek isteyebiliriz.
Acaba böyle ters çevirseydik yine aynı etkiyi yaratır mıydı? “Ters çevirseydik aynı etkisi olabilir miydi acaba... Tabii böyle bir hakkımız yok artık. Tarihe mal olmuş bir şey. Medusa bir gorlon yani bir antik dünyada, mitolojik dünyada bir canavar. Yüzüne bakanı, gözüne bakanı taşa çevirme özelliği olan bir canavar. Tarihte onu alt etmeyi başarabilmiş savaşçı neredeyse yok. Çünkü onunla savaşan hemen hemen bütün kahramanlar göz göze geldiğinde taşa dönüşüyorlar. Sadece Perseus kardeşi Athenadan aldığı bir kalkanı ona doğru tutarak, onun bakışını yansıtarak, yani Medusa kendi kendine bakarak taşa dönüşmüş bir figür. Belki de antik dünyada, içsel dünyada, kendinde kendisini bulmak, kendini görmek anlamında derinliği olan bir şey. Bütün Helenistik kökler tabi Bizans döneminde, ilk dönemlerinde biliyorsunuz kültür olarak yaşıyordu. Yani Paganizm etkileri Bizansta kuruluş döneminde ortadan kalkmamıştı. İstanbul’un kuruluşu da aslında Ortodoks hristiyanlığının kabul edilmesiyle başıyor. Ama belki de zaten yer altında olması da aynı şeyi besliyor. Yani çok derinlerde bir yerde ta antik dünyadan gelen inançlar, kültürler, anlatılar masallarda, mitoslarda ve diğer detaylarda yaşıyor. Burada da tam bunu görüyorsunuz. Yerin altına indik, derine geldik, derine geldik en uca geldik çok değerli bir şey gördük.”
Sarnıca girerken hemen sarnıcın yanındaki Million Taşı ve Su Terazisi’nde de restorasyon çalışması gördüm. Su terazisi demişken İstanbul’un su tarihinden de bahseder misiniz? “İstanbul aslında topografyası çok eğimli bir kent. Yani dereleri çok bol olan ve kuzeyinde su havzalarının olduğu bir kent. Peki siz bu kadar uzak su havzalarından kente nasıl su getireceksiniz? Bir taraftan kent lojistik olarak Marmaraya bakıyor ama kaynakları Karadenize yakın. Burası ilk kurulduğundan bugüne, İstanbul kurulduğu andan itibaren kentin en büyük sorunu su. Suyun taşınma sistemleri ile eğer kenti su ile buluşturamıyorsanız bu büyük bir sorun. Roma mühendisliğinin de kent çalışmalarının da belki en önemli en yetenekli olduğu alan bu. Sadece burada değil diğer kentlerde de Roma kentlerinin su kanalları ve su erişim noktaları çok çok önemli bir konu.”
Günümüzde hala kullanılan kemerler var. “Helenistikten beri aslında gelen, evveli de olan bir sistem. İstanbulun bugün Terkos ve Göktürk bölgelerine yayılmış olan su havzalarından, bentler ve diğer su toplama noktalarından, Şehzadebaşı’ndaki Valens Kemeri ya da Göktürk yakınlarındaki Büyük Kemer gibi... Kemerlerin üstlerinden boşlukları ve dere havzalarını geçecek şekilde kanallar, bir çeşit viyadük diye düşünebiliriz onları. Suyun kente ulaştırıldığı ve kentin tarihi yarım ada içine yani surların içine geldikten sonra biliyorsunuz bütün kent surlarla örülmüştür. Surun içine girdikten sonra da büyük depolama alanlarında depolandığı bir sistem var. Bugün kentteki çok büyük sarnıçların, kapalı olan sarnıçların en büyüklerinden birisi zaten Yerebatan Sarnıcı. Ama bunun dışında en büyüklerinden bir tanesi açık sarnıç tipinde bugünkü Vefa Stadının olduğu Karagümrükteki, Karagümrük semtinin ortasındaki bugün stadyum olarak kullandığımız yer aslında bir tarihi sarnıçtır. Ya da Yavuz Selim Camii yanındaki ‘Çukurbostan’ diye tanımlanan yer bir büyük su toplama yeriydi. Kentin içine nakledildikçe kanallar geliyordu ve kentin belirli noktalarından çeşmelere ulaşıyordu ya da belirli kamusal yapılara ya da imparatorluk sarayına ulaşıyordu. Bu da sarnıçlarda depolanan suyla oluyordu. Osmanlı kent mimarisi de nüfus arttıkça aynı yolları izleyerek Roma-Bizans dönemi su yollarını onarmıştır. Belki de Mimar Sinan’ın en büyük ustalığı budur. Kanuni Sultan Süleyman’ın hamiliğinde kentin değişik noktalarından kente aynı su yollarının onarılarak getirilmesi. Ve buradaki esas kilit sistem aslında çeşmeler ve onlarla ilişkili su terazileri.
Bu bölgede çok önemli bir nokta daha var. Million Taşı. Hem işlevi hem de esrarengiz hikayesini sormak istiyorum. Million Taşı, mil sözünün de kökü biliyorsunuz. Roma, dünyanın en büyük imparatorluğu olduğunda kendisini dünyanın merkezi kabul eden bir zihniyete sahipti. Ve bu büyük imparatorluğunda belki de doğal sonucu.... Yani Roma’nın merkezi neresi, dünyanın da merkezi orası. O yüzden İstanbul’u başkent yaptığında Konstantin hemen yanımızdaki Million Taşı’nı da inşaa ediyor. Million Taşı’nın bugün tek bir ayağını görüyoruz. Tek bir kenar frizi görüyoruz. Aslında dört ayağı olan ve üstte bir baldaken yapı tipindeydi Million Taşı. İmparatorluğa bağlı diğer kentlerin kente uzaklığının sıfır metresidir. Yani dünyanın sıfır noktasıdır. O yüzden biz de buradaki restorasyonumuzda dünyanın sıfır noktasını restore ediyoruz diyoruz.
Muhteşem. Arkeolojik bi alandayız şu anda. Şu an burada İBB miras, restorasyon ve kazı çalışmaları devam ediyor. Hem Osmanlı dönemi su yapıları kültürü, hem dünyanın sıfır noktası... Mil taşı meselesi ki şöyledir: İstanbul’dan yol aldıkça her gittiğiniz menzilde bir mil taşı ile tekrar karşılaşırısnız o İstanbul’a olan mesafesini gösterir o kentin. Her yerin mesafesi de bu noktaya göre uzaklığıyla ölçülür. İstanbul dünyanın merkezi diye boşuna demiyoruz haikaten de. Dünyanın merkezi, antik dünyadan beri böyle.
Yenilenmiş yüzüyle Yerebatan Sarnıcı
İstanbul’un sırlarına kapı aralıyor"]
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.
Esra Gezginci ile Esrarengiz İstanbul bu haftaki bölümünde İstanbul’un önemli simgelerinden Yerebatan Sarnıcı’nın yenilenen halini ve esrarengiz hikayesini anlattı.
Esra Gezginci ile Esrarengiz İstanbul, pazar günü NTV ekranında seyirciyle buluşan bu bölümünde, Bizans döneminde inşa edilen ve yaklaşık beş yıldır kapalı olan tarihi Yerebatan Sarnıcı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce kapsamlı bir restorasyon sürecinden geçerek orijinaline en yakın haliyle yeniden kapılarını açtı.
Peki sarnıçta nasıl bir çalışma yapıldı? İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat hem restorasyon çalışmasını hem de Yerebatan’ın esrarengiz hikayesini anlattı.
Depreme dayanıklı hale getirilen sarnıç, yeni yürüyüş yolu ve etkileyici ışıklandırmasıyla ziyaretçileri tarihin derinliklerine gizemli bir yolculuğa davet ediyor. Mahir Bey siz aynı zamanda sarnıcın küratörlüğünü de üstlendiniz, yenileme çalışmalarını konuşacağız ama önce gelin sarnıcın tarihiyle başlayalım. Yerebatan ne zaman yapıldı, nasıl bir işlevi vardı? “Yerebatan Sarnıcı, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in en önemli kamusal su deposu. Justinianus döneminde, bugünkü Sultanahmet Camii’nin olduğu alandan sahil yoluna dek uzanan idare merkezinin ve şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere inşa ediliyor. Üzerinde dönemin adliye yapısı Stoa Bazilikası bulunuyor, ki Bazilika Sarnıcı olarak anılması bu yüzden. Sarnıcın inşasına da tanık olan tarihçi Prokopius “İmparator, hukukçuların kendi işleriyle meşgul olduğu imparatorluk stoasının geniş avlusunun altını derinlemesine kazdırdı, bir kanadını kaldırarak buraya büyük bir sarnıç inşa ettirdi” diye anlatır. Amaç, kışın yağışın bol olduğu mevsimde şehre bolca temin edilen suları kurak yaz mevsimi için saklamaktı. Çünkü şehrin en önemli sorunu suydu. Yazılı kaynaklardan bildiğimiz kadarıyla Yerebatan’ın su temini ağırlıklı olarak 2. yy’da İmparator Hadrianus döneminde inşa edilen su yolundan sağlanıyordu.”
Sütunlar temizlenmiş ve eski beton yollar kaldırılarak çelik malzemeden yürüyüş platformları ve etkinlik alanı yaratılmış. Sarnıcın tamamını gezebiliyorsunuz artık. Dilerseniz merak edenler için sütunlardan başlayalım burada kaç sütun var, nedir hikayesi? “Sarnıcın çapraz tonozlardan oluşan örtüsünü taşıyan 336 sütun bulunuyor. Esas tasarım, mermer sütunlar ve sade, bezemesiz sütun başlıklardır. Ancak daha nitelikli sütunlar da görüyoruz, Örneğin üzerinde tiyatro maskı olan başlık, 3. yy’da Severus Hanedanlığı dönemine ait bir yapının parçasıdır. Gözyaşı sütunu olarak anılan etkileyici sütun hakkında çok hikaye vardır. Sarnıçta çalışan işçilerin gözyaşlarını anlatır derler. Aslında bir ağacın budaklarını resmeder, Beyazıt’ta bulunan 4. yy’a ait Theodosius takının parçalarından biridir.”
Mekanın kendisi zaten bir sanat eseri, içeriye adımınızı atar atmaz kaçıncı ziyaretiniz olursa olsun o görkemden etkileniyorsunuz. Nasıl bir çalışma yapıldı? Şimdi, restorasyon çalışmaları sırasında Yerebatan Sarnıcı’nın giriş ve çıkış yapıları yeniden düzenlendi. Giriş alanı cam saçak ile kapatılarak ziyaretçiler için bir bekleme alanı oluşturuldu. Restorasyon kapsamında, özellikle yağışlı havalarda sarnıcın tavan kısmından ziyaretçilerin yürüme alanlarına yüksek miktarda su sızıntısı olması nedeniyle, ziyaretçilerin güvenliğini tehlikeye atan bölgelere yalıtım uygulaması yapıldı. Sarnıcın içindeki betonarme platform kaldırıldı ve yerine modern malzemeler kullanılarak inşa edilen yeni bir platform yerleştirildi. Yapı içerisindeki kolonlarda, duvarlarda ve tonozlarda gerekli güçlendirme çalışmaları restorasyon projesi ve raporu doğrultusunda tekniğine uygun olarak yapıldı. Bu yenileme çalışmasıyla cumhuriyet döneminin en kapsamlı onarımından geçtiğini söyleyebiliriz
Sarnıç bin 500 yaşında, sarayın su ihtiyacını karşılamış peki Osmanlı döneminde nasıl bir işlevi vardı? “Evet, Yerebatan Sarnıcı, Bizans döneminde imparatorluk sarayı ve çevresindeki yapıların su ihtiyacını karşılıyordu. İstanbul’un 1453’te fethinin ardından sarnıç bir süre daha bahçe sulamak için kullanıldı. Durgun su olduğu için tercih edilmedi, neden durgun suyun tercih edilmediği de İslami kaidelerden kaynaklanıyor, yani temizlik esasları gereği durgun su yerine akar vaziyetteki suyu tercih etmiştir Osmanlı. Şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılıyor ama sarnıç, Osmanlı İmparatorluğu döneminde iki kez kapsamlı onarımdan geçirildi. İlk onarım Sultan 3. Ahmed döneminde, Mimar Kayserili Mehmet Ağa’ya yaptırıldı. İkinci onarım ise Sultan 2. Abdülhamid zamanında yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1987 yılında yaptığı temizliğin ardından sarnıca bir gezi platformu ekleyerek ziyarete açtı. 1994 yılında da Yerebatan Sarnıcı’nda büyük bir temizlik ve bakım yapıldı.
Medusa Başı, Yerebatan ile bütünleşmiş durumda, hatta Medusa için ziyarete gelen bile var. “Yani bunu görmek bunu deneyimlemek için insanlar büyük bir çabayla, bir rotadan geçip buraya geliyorlar ama Yerabatan Sarnıcı’ndaki bütün ilham verici hikayeler birbirini besliyor. Yani sütunlar, yeraltı, yeraltının içerisinde yılan başlı bir varlık, onun bir kadın oluşu, burada oluşu hepsi bizim binlerce yıllık kültür tarihimizde dipleri olan, derinleri olan konu. Dolayısıyla bunların hepsi kışkırtıyor, heyecanlandırıyor. Yerabatan Sarnıcı’nda gördüğünüz, şu an gördüğünüz 336 sütunun tamamı değişik zamanlarda yapılmış başka yapılardan ya da bazıları buraya adapte edilerek yapılmış mimari malzemeler. Yerebatan sarnıcı bu anlamda bir mimarlık tarihi müzesi aslında. Yani Helenistik dönemden başlıyor. Biz şimdi tersini görüyoruz ama bu baş aşağı duran bir örnek. Burada gördüğünüz sütunların yukarıya kadar yüksekliğini sağlayabilmek için burada bir kaideye ihtiyaç duymuşlar. Ve bu seviyeden ötürü, bu yükseklikten ötürü dönemin ustası bunu bu şekilde uygun görmüş. Yan tarafta gördüğünüzün yüksekliğe o kadar ihtiyacı varmış ve onu yan çevirmiş. Biz bunu gizemli görmek isteyebiliriz.
Acaba böyle ters çevirseydik yine aynı etkiyi yaratır mıydı? “Ters çevirseydik aynı etkisi olabilir miydi acaba... Tabii böyle bir hakkımız yok artık. Tarihe mal olmuş bir şey. Medusa bir gorlon yani bir antik dünyada, mitolojik dünyada bir canavar. Yüzüne bakanı, gözüne bakanı taşa çevirme özelliği olan bir canavar. Tarihte onu alt etmeyi başarabilmiş savaşçı neredeyse yok. Çünkü onunla savaşan hemen hemen bütün kahramanlar göz göze geldiğinde taşa dönüşüyorlar. Sadece Perseus kardeşi Athenadan aldığı bir kalkanı ona doğru tutarak, onun bakışını yansıtarak, yani Medusa kendi kendine bakarak taşa dönüşmüş bir figür. Belki de antik dünyada, içsel dünyada, kendinde kendisini bulmak, kendini görmek anlamında derinliği olan bir şey. Bütün Helenistik kökler tabi Bizans döneminde, ilk dönemlerinde biliyorsunuz kültür olarak yaşıyordu. Yani Paganizm etkileri Bizansta kuruluş döneminde ortadan kalkmamıştı. İstanbul’un kuruluşu da aslında Ortodoks hristiyanlığının kabul edilmesiyle başıyor. Ama belki de zaten yer altında olması da aynı şeyi besliyor. Yani çok derinlerde bir yerde ta antik dünyadan gelen inançlar, kültürler, anlatılar masallarda, mitoslarda ve diğer detaylarda yaşıyor. Burada da tam bunu görüyorsunuz. Yerin altına indik, derine geldik, derine geldik en uca geldik çok değerli bir şey gördük.”
Sarnıca girerken hemen sarnıcın yanındaki Million Taşı ve Su Terazisi’nde de restorasyon çalışması gördüm. Su terazisi demişken İstanbul’un su tarihinden de bahseder misiniz? “İstanbul aslında topografyası çok eğimli bir kent. Yani dereleri çok bol olan ve kuzeyinde su havzalarının olduğu bir kent. Peki siz bu kadar uzak su havzalarından kente nasıl su getireceksiniz? Bir taraftan kent lojistik olarak Marmaraya bakıyor ama kaynakları Karadenize yakın. Burası ilk kurulduğundan bugüne, İstanbul kurulduğu andan itibaren kentin en büyük sorunu su. Suyun taşınma sistemleri ile eğer kenti su ile buluşturamıyorsanız bu büyük bir sorun. Roma mühendisliğinin de kent çalışmalarının da belki en önemli en yetenekli olduğu alan bu. Sadece burada değil diğer kentlerde de Roma kentlerinin su kanalları ve su erişim noktaları çok çok önemli bir konu.”
Günümüzde hala kullanılan kemerler var. “Helenistikten beri aslında gelen, evveli de olan bir sistem. İstanbulun bugün Terkos ve Göktürk bölgelerine yayılmış olan su havzalarından, bentler ve diğer su toplama noktalarından, Şehzadebaşı’ndaki Valens Kemeri ya da Göktürk yakınlarındaki Büyük Kemer gibi... Kemerlerin üstlerinden boşlukları ve dere havzalarını geçecek şekilde kanallar, bir çeşit viyadük diye düşünebiliriz onları. Suyun kente ulaştırıldığı ve kentin tarihi yarım ada içine yani surların içine geldikten sonra biliyorsunuz bütün kent surlarla örülmüştür. Surun içine girdikten sonra da büyük depolama alanlarında depolandığı bir sistem var. Bugün kentteki çok büyük sarnıçların, kapalı olan sarnıçların en büyüklerinden birisi zaten Yerebatan Sarnıcı. Ama bunun dışında en büyüklerinden bir tanesi açık sarnıç tipinde bugünkü Vefa Stadının olduğu Karagümrükteki, Karagümrük semtinin ortasındaki bugün stadyum olarak kullandığımız yer aslında bir tarihi sarnıçtır. Ya da Yavuz Selim Camii yanındaki ‘Çukurbostan’ diye tanımlanan yer bir büyük su toplama yeriydi. Kentin içine nakledildikçe kanallar geliyordu ve kentin belirli noktalarından çeşmelere ulaşıyordu ya da belirli kamusal yapılara ya da imparatorluk sarayına ulaşıyordu. Bu da sarnıçlarda depolanan suyla oluyordu. Osmanlı kent mimarisi de nüfus arttıkça aynı yolları izleyerek Roma-Bizans dönemi su yollarını onarmıştır. Belki de Mimar Sinan’ın en büyük ustalığı budur. Kanuni Sultan Süleyman’ın hamiliğinde kentin değişik noktalarından kente aynı su yollarının onarılarak getirilmesi. Ve buradaki esas kilit sistem aslında çeşmeler ve onlarla ilişkili su terazileri.
Bu bölgede çok önemli bir nokta daha var. Million Taşı. Hem işlevi hem de esrarengiz hikayesini sormak istiyorum. Million Taşı, mil sözünün de kökü biliyorsunuz. Roma, dünyanın en büyük imparatorluğu olduğunda kendisini dünyanın merkezi kabul eden bir zihniyete sahipti. Ve bu büyük imparatorluğunda belki de doğal sonucu.... Yani Roma’nın merkezi neresi, dünyanın da merkezi orası. O yüzden İstanbul’u başkent yaptığında Konstantin hemen yanımızdaki Million Taşı’nı da inşaa ediyor. Million Taşı’nın bugün tek bir ayağını görüyoruz. Tek bir kenar frizi görüyoruz. Aslında dört ayağı olan ve üstte bir baldaken yapı tipindeydi Million Taşı. İmparatorluğa bağlı diğer kentlerin kente uzaklığının sıfır metresidir. Yani dünyanın sıfır noktasıdır. O yüzden biz de buradaki restorasyonumuzda dünyanın sıfır noktasını restore ediyoruz diyoruz.
Muhteşem. Arkeolojik bi alandayız şu anda. Şu an burada İBB miras, restorasyon ve kazı çalışmaları devam ediyor. Hem Osmanlı dönemi su yapıları kültürü, hem dünyanın sıfır noktası... Mil taşı meselesi ki şöyledir: İstanbul’dan yol aldıkça her gittiğiniz menzilde bir mil taşı ile tekrar karşılaşırısnız o İstanbul’a olan mesafesini gösterir o kentin. Her yerin mesafesi de bu noktaya göre uzaklığıyla ölçülür. İstanbul dünyanın merkezi diye boşuna demiyoruz haikaten de. Dünyanın merkezi, antik dünyadan beri böyle.