Görünen o ki 2002’den bugüne, Erdoğan ve tek seçici olarak belirlediği AKP hükümet kadroları tarafından yönetilen Türkiye Cumhuriyeti, dış politikada açık düşmüş, yolun sonuna gelmiştir.
AKP’nin her fırsatta, Türkiye’ye ne yapması gerektiğini Batı’nın (ABD ve AB) dikte ettiğini, Türkiye’nin de, AKP’ye kadar buna hep boyun eğdiğini; ilk kez Erdoğan ve AKP’nin buna karşı çıktığını, bağımsız bir politika izlediğini iddia ettiği biliniyor. Şimdi aynı Batı’nın, Türkiye’nin Rusya yaptırımlarına istisnasız katılmasını sağladığı anlaşılıyor.
Rusya’nın daha ilk günden, Türkiye’nin bu politika değişikliğine yanıt vermeye hazırlandığını, vereceği yanıtın Türkiye’nin siyasi ve ekonomik açıdan epey canını yakacak türden olacağını gösteren belirtiler güçlüdür.
Ukrayna Savaşı bağlantılı bu gelişme Türkiye’nin bundan böyle, yakın geçmişe kadar izleyebildiği, NATO/ABD-Rusya çatışmasının, çekişmesinin olabildiğince dışında kalmaktan hatta Tahıl Anlaşması gibi önemi bir konuda, yarı tarafsız uzlaştırıcı ülke politikasından uzaklaşıp daha Batı (ABD/NATO/AB) yanlısı bir politika izlemek zorunda kalması anlamına da gelecektir. Bunun sonuçlarını iyi hesaplamalıyız.
Yine bu gelişme, Karadeniz üzerindeki ABD-Rusya çekişmesini ve Montreux Sözleşmesini de dikkate aldığımızda, Türkiye’ye ek yükler veya göğüslemek zorunda kalacağı yeni baskılar getirebilecektir.
Türkiye’nin, Finlandiya’nın NATO üyeliğine itirazını kaldırdığı, onay sürencinin başlatılmasından anlaşılıyor. Ben İsveç’in üyeliğine itirazımızın da aşıldığını düşünüyorum. İsveç’e itirazımızın sürdüğü görüntüsünü veren bu gelişme, kanımca seçimlere kadar Erdoğan’a verilen bir ”zevahiri kurtarma (face saving)” fırsatıdır.
Bu iki ülkenin NATO’ya üye olmalarının, Rusya’nın alacağı tutum nedeniyle genel olarak NATO, özel olarak da Türkiye için nasıl bir tehdit artışına yol açacağını, NATO yükümlüklerimizi nasıl etkileyeceğini, zaman geçirmeden değerlendirmemizde yarar vardır.
Daha doğrudan ve yakın tehdit bağlamında Türkiye’nin Ortadoğu’da öncelikle Suriye’de geri adım atmak zorunda kalacağı; Rusya aracılığıyla yürütülen ve şimdi İran’ın da katılması öngörülen süreçteki gelişmelerden açıkça görülüyor.
İran’ın Suriye denklemine böyle eklenmesi, Türkiye için bir kazanç değil önemi bir yeni sıkıntıdır. Türkiye’nin elini önemli ölçüde zayıflatır.
Yine de, Dörtlü Astana Süreci’nden, Kuzey Suriye’den, Kuzey Irak’taki gibi bir Kürt oluşumuna izin vermeden askerlerimizi çekerek; Suriyeli göçmenlerin ülkelerine dönmelerini sağlayarak çıkabilirsek bu önemli bir kazanç olur. Bu çerçevede, sık sık Rusya ile de aramızda sorun yaratan, Kuzey Suriye’deki İŞİD ve El Kaide unsurların temizlenmesini Rusya’ya ve Adana Mutabakatı çerçevesinde Suriye Hükümeti’ne bırakmak akıllıca olur.
İsrail-Körfez ülkeleri ve İsrail-Suudi Arabistan yakınlaşması; Çin’in aracılığı ile Suudi Arabistan’ın İran ile diyaloga girmesi, Türkiye’nin, bilinçli ancak vahim bir tercihi sonunda ne kadar yalnız kaldığını göstermektedir. Bu yalnızlığın sadece siyasi ve güvenlik alanında değil ekonomi alanında da yol açacağı olumsuz sonuçlar azımsanmamalıdır. I. ve II. Körfez Savaşları ve Arap Baharı’nın etkisiyle, Irak ve Libya’da uğradığımız büyük ekonomik kayıpları unutmamalıyız.
Doğu Akdeniz’de, Libya ile giriştiğimiz ve başarılı olamadığı anlaşılan, deniz alanları paylaşımı girişimimizi de dikkate alarak, Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını koruyacak adımları gecikmeden atmakta yarar vardır. Bunun ilk koşulu da bölge ülkeleriyle, yine yanlış tercihler ve düş ürünü beklentiler nedeniyle bozulmasına yol açtığımız ilişkilerimizi düzeltmektir. Bu açıdan İsrail ve Mısır’la atılan ilk adımlar doğrudur. Şimdi bu ilişkileri, büyük faturalar ödemeden, en azından 2002 yılı öncesi düzeyine getirmemiz yerinde olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, AKP, Erdoğan-Davutoğlu iktidarına kadar dünyada ve Ortadoğu-Kafkaslar ve Balkanlar’da izlediği dış politikanın doğruluğu, siyasi ve güvenlik açısından olduğu kadar ekonomik getiri açısından da kanıtlanmıştı. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek olmadığı gibi sırf AKP öncesi dönemi kötülemek için gerçekleri yok saymak, yanlış olmak bir yana tehlikelidir de. Son yirmi yıldır izlenen dış politika nedeniyle geldiğimiz nokta bu gerçeği yüzümüze vurmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, 2002 sonrasında izlediği dış politika nedeniyle hiç hak etmediği kadar açık düşmüştür. Ekonomik durumumuzu da dikkate aldığımızda, her türlü baskıya açık hale geldiğimiz görülmektedir. Bu çok tehlikeli bir durumdur.
AKP’nin her fırsatta, Türkiye’ye ne yapması gerektiğini Batı’nın (ABD ve AB) dikte ettiğini, Türkiye’nin de, AKP’ye kadar buna hep boyun eğdiğini; ilk kez Erdoğan ve AKP’nin buna karşı çıktığını, bağımsız bir politika izlediğini iddia ettiği biliniyor. Şimdi aynı Batı’nın, Türkiye’nin Rusya yaptırımlarına istisnasız katılmasını sağladığı anlaşılıyor.
Rusya’nın daha ilk günden, Türkiye’nin bu politika değişikliğine yanıt vermeye hazırlandığını, vereceği yanıtın Türkiye’nin siyasi ve ekonomik açıdan epey canını yakacak türden olacağını gösteren belirtiler güçlüdür.
Ukrayna Savaşı bağlantılı bu gelişme Türkiye’nin bundan böyle, yakın geçmişe kadar izleyebildiği, NATO/ABD-Rusya çatışmasının, çekişmesinin olabildiğince dışında kalmaktan hatta Tahıl Anlaşması gibi önemi bir konuda, yarı tarafsız uzlaştırıcı ülke politikasından uzaklaşıp daha Batı (ABD/NATO/AB) yanlısı bir politika izlemek zorunda kalması anlamına da gelecektir. Bunun sonuçlarını iyi hesaplamalıyız.
Yine bu gelişme, Karadeniz üzerindeki ABD-Rusya çekişmesini ve Montreux Sözleşmesini de dikkate aldığımızda, Türkiye’ye ek yükler veya göğüslemek zorunda kalacağı yeni baskılar getirebilecektir.
Türkiye’nin, Finlandiya’nın NATO üyeliğine itirazını kaldırdığı, onay sürencinin başlatılmasından anlaşılıyor. Ben İsveç’in üyeliğine itirazımızın da aşıldığını düşünüyorum. İsveç’e itirazımızın sürdüğü görüntüsünü veren bu gelişme, kanımca seçimlere kadar Erdoğan’a verilen bir ”zevahiri kurtarma (face saving)” fırsatıdır.
Bu iki ülkenin NATO’ya üye olmalarının, Rusya’nın alacağı tutum nedeniyle genel olarak NATO, özel olarak da Türkiye için nasıl bir tehdit artışına yol açacağını, NATO yükümlüklerimizi nasıl etkileyeceğini, zaman geçirmeden değerlendirmemizde yarar vardır.
Daha doğrudan ve yakın tehdit bağlamında Türkiye’nin Ortadoğu’da öncelikle Suriye’de geri adım atmak zorunda kalacağı; Rusya aracılığıyla yürütülen ve şimdi İran’ın da katılması öngörülen süreçteki gelişmelerden açıkça görülüyor.
İran’ın Suriye denklemine böyle eklenmesi, Türkiye için bir kazanç değil önemi bir yeni sıkıntıdır. Türkiye’nin elini önemli ölçüde zayıflatır.
Yine de, Dörtlü Astana Süreci’nden, Kuzey Suriye’den, Kuzey Irak’taki gibi bir Kürt oluşumuna izin vermeden askerlerimizi çekerek; Suriyeli göçmenlerin ülkelerine dönmelerini sağlayarak çıkabilirsek bu önemli bir kazanç olur. Bu çerçevede, sık sık Rusya ile de aramızda sorun yaratan, Kuzey Suriye’deki İŞİD ve El Kaide unsurların temizlenmesini Rusya’ya ve Adana Mutabakatı çerçevesinde Suriye Hükümeti’ne bırakmak akıllıca olur.
İsrail-Körfez ülkeleri ve İsrail-Suudi Arabistan yakınlaşması; Çin’in aracılığı ile Suudi Arabistan’ın İran ile diyaloga girmesi, Türkiye’nin, bilinçli ancak vahim bir tercihi sonunda ne kadar yalnız kaldığını göstermektedir. Bu yalnızlığın sadece siyasi ve güvenlik alanında değil ekonomi alanında da yol açacağı olumsuz sonuçlar azımsanmamalıdır. I. ve II. Körfez Savaşları ve Arap Baharı’nın etkisiyle, Irak ve Libya’da uğradığımız büyük ekonomik kayıpları unutmamalıyız.
Doğu Akdeniz’de, Libya ile giriştiğimiz ve başarılı olamadığı anlaşılan, deniz alanları paylaşımı girişimimizi de dikkate alarak, Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını koruyacak adımları gecikmeden atmakta yarar vardır. Bunun ilk koşulu da bölge ülkeleriyle, yine yanlış tercihler ve düş ürünü beklentiler nedeniyle bozulmasına yol açtığımız ilişkilerimizi düzeltmektir. Bu açıdan İsrail ve Mısır’la atılan ilk adımlar doğrudur. Şimdi bu ilişkileri, büyük faturalar ödemeden, en azından 2002 yılı öncesi düzeyine getirmemiz yerinde olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, AKP, Erdoğan-Davutoğlu iktidarına kadar dünyada ve Ortadoğu-Kafkaslar ve Balkanlar’da izlediği dış politikanın doğruluğu, siyasi ve güvenlik açısından olduğu kadar ekonomik getiri açısından da kanıtlanmıştı. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek olmadığı gibi sırf AKP öncesi dönemi kötülemek için gerçekleri yok saymak, yanlış olmak bir yana tehlikelidir de. Son yirmi yıldır izlenen dış politika nedeniyle geldiğimiz nokta bu gerçeği yüzümüze vurmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, 2002 sonrasında izlediği dış politika nedeniyle hiç hak etmediği kadar açık düşmüştür. Ekonomik durumumuzu da dikkate aldığımızda, her türlü baskıya açık hale geldiğimiz görülmektedir. Bu çok tehlikeli bir durumdur.
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.