Nasıl sofi olunur?
Öncelikle sofi Demek veya sufi demek
Tasavvuf, sufilik, halk deyimi ile sofuluk (Arapça: صُوفِية sufiyye) (Farsça: تصوف tasavvuf) (Farsça: صوفیگری sūfīgarī), İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.
Tasavvuf kelimesinin kökleri Muhammed döneminde keçi ve benzeri hayvanların kılından yapılmış çobanların giydiği üst kalın elbise, kepenekten geldiği söylenmektedir. Bu görüşün açıklanmasında peygamberin döneminde hiç bir sohbeti kaçırmayan ve İslâm peygamberinin tüm dini açıklamalarına daime katılan çok fakir bir bedevi grubu anlatılmaktadır. Bunlar işleri veya mecbur sebeplerden dolayı sohbete ve konuşmalara katılamayan diğer din mensuplarına İslam hakkında peygamberin konuşmalarını anlatırlarmış. Bunların kendilerini tamamen fiziki olarak da İslam'a ve dini yaşamaya adamaları her kesimin dikkatini çekmiştir. Belirgin özellikleri olan giydikleri keçi kılından olan üst kalın elbise nedeniyle suffa ehli (Ashab-ı Suffa) olarak anılmaya başlanmışlardır. Nitekim bu giydikleri elbise Arapça dilinde soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Yine bu görüşe göre İslam peygamberinin bahçede sohbet yaptığı etrafı açık çardak benzeri bir yapı yüzünden de tasavvuf kelimesinin türeyebileceği söylenmektedir. Zira bu yapı da soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Bu ifadeler kapsamında "tasavvuf" lafzı buralardan gelebilir denilmektedir ancak esasta kelimenin ruhani manası Kuran-ı Kerim'im "yaşama geçirilmiş hali, Kuran-ı Kerim'in tamamına inanıp onu yaşamak"[1] olarak tarif edilmektedir.[2]
Tasavvufun mistisizmin İslam özelindeki hali olduğunu iddia edenler olduğu gibi, mistisizmin Çin-Hindu dinlerinden gelmesi nedeni ile İslam ile tamamen farklı olduğunu iddia edenler de olmuştur. Kimilerine göre, tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Mutasavvıflar sufi olmaya çalışmışlar, tekkeler, medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş de denilir. Türkler arasında Tasavvuf Batı Türkistan’da çıkmıştır.[3] İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı. Batı Türkistan’daki bu ilk sufilerin bazıları, bir tarikat gütmedikleri için tarikat şeyhleri gibi isim yapmamış olabiliyorlardı.
tanım: sofu ile sufi kelimesi arasında maddi, manevi, fiziksel, ruhsal, soyut ve somut * açıdan benzerlik taşımayan yönleri belirten ifade. sofu ile sufi arasında ilk anda gözümüze çarpan farklılık harflerdedir. bu, farklılığın dışardan görünüşüdür ki her zaman dış görünüşe aldanılmamalıdır.
kelimelerin o engin deryasına daldığımız zaman karşımıza çok farklı bir durum çıkar. "sofu" kelimesini söyleyen insanın zihninde birden elinde kocaman bir tesbih, tombulca, sakallı, gözleri yuvalarından fırlamış, merhametsiz bir insan belirivermektedir. korkmalı mıyız? hayır. derhal toparlanıp "sufi" kelimesindeki aydınlığa, hoşgörüye, berraklığa sığınmalıyız. sufi derken aklınıza gelecek kişinin mevlana'ya benzeyeceğinden eminim. öyleyse ben burdan şu sonucu çıkardım: sufi kelimesi arapça aslına uygun olarak kelimenin literatürdeki doğru biçimidir. fakat sofu kelimesi halk arasında kullanılmaktadır daha çok ve dinin ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olmakla yetinmeyip allah'ın kendisine farz kılmadığı halde yerine getirdiği zaman sevineceği ibadetleri de yapan insanı ifade etmektedir. şu halde sufi kelimesi akademisyenler tarafından kullanılmakta ve sofu kelimesi de halk arasında kullanılmaktadır. bunun dışında çarpıcı bir fark bulunmamaktadır. fakat aramaya inanmalıyız, her an bulabiliriz.
kelimelerden de anlaşılacağı bir bağları vardır fakat sofu her türlü din için kullanılabilir; sofu papaz da olabilir imam da. sofu sıfat gibi de isimleşmiş sıfat gibi de kullanılabilir. sufi ise bir insandır her hangi niteleme öğesi değil ismin kendisidir. anlam olarak da sufi; sufizm dediğimiz akıma bağlı insandır.
sofu en eski mahalli jargonlardan biridir ama kelime frenk kökenli sophuetisque'den gelmektedir.
sufi ise sufizmi benimseyen kişilere verlen addır.
Nasıl sofi olunur? denilince
Mesela Nakşibend Tarikatına girip bir şeyhe bağlanmak isterseniz
Menzil Şeyhi Gavs-ı Sani(Abdülbaki Erol Elhüseyni ) hz’nin [kuddise sırruhu] tüm illerde vekilleri var. Önce onlara gidiliyor, o şahıs Gavs hz’nden [kuddise sırruhu] olan vekaletini kullanarak size tövbe cümlelerini söyletiyor.. Şöyle düşünün nasıl bir okula kayıt yaptırırken istenilen belge ve şartlar vardır. Nakşibendi okuluna girmek için de bazı şartlar ve tabiri caizse belgeler isteniyor. Tövbe cümlelerini tekrar ettikten sonra size bir kağıt verilecek. “8 Şart adabı” yazar üzerinde. Tövbe aldıktan sonra 3 gün içerisinde bir geceye mahsus olarak o 8 şartı yerine getirmeniz gerekiyor. Bunlar size tövbe aldığınızda ayrıntılı olarak anlatılır. Şart deyince de aklınıza farklı şeyler gelmesin.. Tövbe niyetiyle abdest almak, tövbe niyetiyle 2 rekat istihare namazı kılmak, ölüm rabıtası yapmak yani ölümü düşünmek..Bu tür şeyler, toplamda yarım saat sürer sürmez…Şartları da yaptıktan sonra sofi olmuş oluyorsunuz.
Bayanlar da sofi olabilir mi?
Nasıl Resulullah (a.s) zamanında herkes; bayan, erkek sahabe olup O’na tabi oluyorsa bu zamanda da Resulullah’ ın (a.s) sünneti yolunda giden mürşid-i kamillere bayanlar da sofi olabilir.
“DERVİŞ” NEDİR? KİME “DERVİŞ” DENİR?
Derviş, Allah Teâlâ’ya yakın olma yolunda çabalayan, güzel ahlak sahibi bir mü’min olabilmek için maneviyat yoluna düşen insan demektir. Bu sebeple bir tasavvuf yoluna bağlanan kişilere derviş denir. Ancak dervişlik kolay bir iş değildir. Gerçek derviş olabilmek için bazı şartlar vardır. İşte derviş olabilmenin şartları…
Tasavvufî eserlerin “Âdâbü’l-mürîdîn” yani dervişlerin uyması gereken kurallar hakkındaki bölümlerinde birçok madde sayılmıştır. Bu maddelerden bazıları o kitabın yazıldığı döneme ait gelenek ve edep anlayışını yansıtırken, diğer bazıları her zaman geçerli olan kurallardır. Dervişliğin bütün zaman ve mekanlar için geçerli olan değişmez şartları ve kurallarını şöyle özetlemek mümkündür:
Derviş, İslamiyet’in emir ve yasaklarına tam olarak bağlı olmalıdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri: “İnsanlar âhirette tasavvuftan değil, şeriattan sorguya çekileceklerdir”, buyurmaktadır. Yani kişi kabirde ve âhirette namaz, oruç, zekat gibi farz ibâdetleri ile içki, faiz gibi haramdan kaçıp kaçmadığından sorguya çekilecektir. Tasavvuf, şeriatın aşk ve şevk ile yaşanması için bir yardımcıdan ibârettir. Bu sebeple gerçek bir derviş önce dinî hükümlere sıkıca sarılmalıdır. Abdülhâlik Gucdüvânî hazretleri de müridine yaptığı tavsiyede: “Sermayen, fıkıh kitapları olsun”, buyurmuştur.
Derviş, ümmet kaygısı içinde olmalı, gerektiğinde bu yolda manevî değerleri uğruna canını fedâ edebilmelidir.
Tasavvuf tarihine bakıldığında bir Nakşibendî mensubu olan Şeyh Şâmil’in Kafkaslar’da vatan savunması adına yürüttüğü cihad, Kâdirî ve Nakşibendî olan Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî’nin Fransızlara karşı ülkesi Cezayir’de yürüttüğü mücadele, Muhammed Ziyâüddin Nurşinî’nin 1. Dünya Savaşı’na müridleriyle birlikte katılması ve bir kolunu kaybetmesi, Üsküdar Özbekler Tekkesi’nde Şeyh Atâ Efendi’nin Anadolu’daki millî mücadeleye destek için canını hiçe sayarak yürüttüğü faaliyetler, gerçek bir dervişin nasıl olması gerektiği konusunda önümüze ışık tutmaktadır.
Derviş, Allah yolunda bir hizmet söz konusu olunca, sağa sola bakmadan “Ben varım” diyebilen kişidir.
Bahâeddin Nakşbend hazretleri tasavvufî eğitimi esnasında şeyhinin tavsiyesi ile yedi yıl boyunca Buhara sokaklarındaki taş, diken gibi insanlara zararlı olacak şeyleri temizlemiş, hasta olan sokak hayvanlarının tedavisiyle meşgul olmuş, Buhara medreselerini de temizleyerek talebelere hizmet etmiştir. Ubeydullah Ahrâr hazretleri de insanlara hizmet gâyesiyle hamama gider, insanlara kese atar, sonra da para vermesinler diye kaçıp gidermiş. Çünkü para karşılığında yapılan iş hizmet değil, ticarettir. Hoca Ahrâr şöyle buyururdu: “Biz bu yolu ve manevî hali tasavvuf kitapları okuyarak elde etmedik, insanlara hizmetle elde ettik”. Demek ki gerçek derviş, Allah yolunda bir hizmet gündeme gelince şahsî kâr-zarar hesabı yapmadan koşabilen kişidir.
Derviş, şefkatli ve cömert olmalıdır.
Şefkat ve cömertlik birbiriyle bağlantılıdır. Fakir ve muhtaç insanlara şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilen kişiler cömertçe onlara ikramda bulunabilir.
Allah dostlarından Ahmed er-Rifâî bir gece evine geldiğinde içeride bir hırsız olduğunu fark eder. Yanına yaklaşınca hırsız telaşlanır. Ahmed er-Rifâî hazretleri şefkatle: “Oğlum! Galiba bu buğday çuvalını almak istiyorsunuz. Ama buğdaydan ekmek yapmak için önce öğütmek, sonra kepeğini vs. ayıklamak lazım. Bu işler seni yorar. Oysa kilerde hazır un var. Sana ondan vereyim” der. Hırsız şaşkın vaziyette Ahmed er-Rifâî’yi takip ederek kilere gider.
Rifâî ona: “Bu un çuvalını yükleyecek bineğin var mı?” diye sorar. Adam: Var, deyip kapıdaki bineğini getirir. Kasabanın kenarına kadar hırsıza refakat eden Ahmed er-Rifâî hazretleri ayrılacakları zaman: “Evlâdım! Senin ihtiyaç sahibi olduğunu önceden öğrenip ihtiyacını gidermemiz lazımdı, seni buraya kadar yorduk, bize hakkını helal et!” der. Şaşkınlığı bir kat daha artan hırsızın dudaklarından: “Helal olsun” sözleri dökülür. Ancak köyüne dönen hırsız Ahmed er-Rifâî hazretlerinin bu şefkat ve cömertliğinin tesiriyle sabaha kadar uyuyamaz ve ertesi gün gelip ona mürid olur.
Bu tür menkıbelerin tasavvufî kitaplarda kaldığı, günümüzde örneğinin bulunmadığı zannedilmemelidir. 1993 senesinde İstanbul Ümraniye’de Uhud Öğrenci Yurdu’nda idareci olarak vazife yaptığım dönemde Uhud Camii abdesthanesinde bekçilik yapan altmış yaşlarında bir amcamız vardı. Bir gün: “Allah Osman Efendi’den binlerce kez râzı olsun. Onun iyiliğini unutamam…” gibi sözler söylüyordu. Biz: “Hayrola, ne oldu?” diye sorunca anlatmaya devam etti:
“Kirada oturuyordum, maddî sıkıntı içindeydim. Üsküdar’daki Hüdayi Vakfı’na gittim. Biraz yardım istedim. Belki bir kira miktarı yardım alabilirim diye düşünüyordum. Osman (Topbaş) Efendi bana: “Sizin oralarda bir evin fiyatı ne kadar” diye sordu. Ortalama bir rakam söyledim. Çıkardı o kadar para verdi ve: “Al bu parayı, kendine bir ev al, kiradan kurtulursun” dedi. Ben bu cömertliği nasıl unutabilirim, diyordu ağlamaklı gözlerle. Bu hâdiseyi ne zaman hatırlasam, rahmetli Fahrettin Tivnikli ağabeyimizin: “Muhtaç bir insana ikramda bulunurken, öylesine çok vermek lazım ki, adamın yüreği hoplasın” sözü hatırıma gelir. Demek ki derviş böyle şefkatli ve bütçesi nisbetinde cömert olmalıdır.
Derviş, nefsini yenen, nefsin kötü ahlakından uzaklaşabilen kişidir.
Nefsin kötü ahlakının başında kibir, hased, riyâ, dünya sevgisi gibi kötü huylar gelir. İnsan bu sıfatlardan kurtulduğu oranda “derviş” sıfatına yaklaşır. Ubeydullah Ahrâr hazretleri: “Ene’l-Hak demek kolay, eneyi kırmak zordur” buyurmuşlar (Raûf Ahmed Müceddidî, Dürrü’l-maârif, İstanbul 1997, s. 66). Eneyi kırmak, benliği, bencilliği, nefsi kırmaktır. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Bursa’da kadı olduğu dönemde Şeyh Üftâde hazretlerine mürid olmak isteyince Üftâde ona: “Kadı Efendi! Mesleğiniz ve mevkiiniz sizde bir benlik meydana getirmiş. Bu vaziyette manevî yolda ilerlemeniz mümkün değil. Kadılık vazifesini terk eder, sonra da Bursa pazarında sıradan bir elbise giyip ciğer satabilirseniz sizi dervişliğe kabul ederiz” der. Bu zor teklif karşısında önce tereddüt geçiren Hüdâyî nefsini kırabilmiş, denilenleri yapmış ve gönüller sultanı bir Allah dostu olmuştur.
ALLAH DOSTU OLMAYI GAYE EDİNEN BİR DERVİŞ
Nefsin kötü ahlakından biri de övülme isteği ve halkın iltifatından keyif almasıdır. Allah dostu olmayı gâye edinen bir derviş bu tuzaktan da uzak durmalıdır. Rivayete göre Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir müridi ile hacdan dönüyordu. Bir şehre uğradılar. Halk onların etrafına toplandı. Kimisi elini öpmek istiyor, kimisi cübbesinin eteğine sarılıyor, kimisi de duâ istiyordu. Halkın bu iltifatından sıkılan Bâyezîd dağılmalarını istediyse de dağılmadılar. Bunun üzerine çantasından bir börek çıkarıp yemeğe başladı. Oysa o gün Ramazan ayı idi. Halk: “Biz de bunu büyük velî zannediyorduk, Ramazan günü oruç yiyor” deyip etrafından dağıldılar. Bâyezîd müridine dönüp: “Oğlum! Biz seferîyiz. Seferî yani yolcu olan kişinin orucunu yemesi, sonra kazâ etmesi dînen helaldir. Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiği bir şeyi yaptık, etrafımızdan dağılıverdiler. Elhamdülillah kalabalıktan kurtulduk” demiştir (Benzeri için bkz. Hücvîrî, Keşfu’l-mahcûb, thk. M. Âbidî, Tahran 2006, s. 89).
Derviş, manevî rehberine karşı muhabbetli olmalıdır.
İnsanlar muhabbet duydukları kişilere benzemek isterler. Onların ahlâkıyla ahlaklanırlar. Bu sebeple derviş de ahlâken örnek aldığı şeyhine muhabbetle bağlanmalıdır. Hz. Mevlânâ, Konya’da Şems-i Tebrîzî’nin sohbetlerinden istifade ediyordu. Bazı müridleri: Mevlânâ artık bizimle fazla ilgilenmiyor, vaktini Şems’in sohbetini dinlemekle geçiriyor, diye dedikodu etmeye başlayınca Şems-i Tebrîzî Konya’yı terk etti. Bu duruma üzülen Mevlânâ içine kapandı. Bir gün bir müridi muziplik olsun diye Mevlânâ’ya: “Efendim! Şems-i Tebrîzî Konya’ya dönmüş” dedi. Hz. Mevlânâ çok sevindi, üzerindeki cübbeyi çıkarıp o adama hediye etti. Diğer müridler: “Efendim! Bu adam yalan söylüyor. Şems gelmedi” deyince, Hz. Mevlânâ: Biliyorum, ama yalanı bile güzel. Yalanına cübbemi verdim. Gerçek olsaydı canımı verirdim” dedi.
YUNUS EMRE “DERVİŞLİĞİ” NASIL TANIMLIYOR?
Müridin rehber kabul ettiği şeyhine olan muhabbeti zâhirde ve şekilde kalmamalı, öze inmelidir. Bu konuda şu rivayet meşhurdur: Müridlerinden biri Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine: “Efendim! Kürkünüzden bir parça verseniz de bereket olsun diye üzerimde taşısam”, der. Bâyezîd ona cevaben: “Oğlum! Sen adam olmazsan, kürküme değil, derimi yüzüp içine girsen fayda etmez” buyurur.
Dervişlik konusunu Yunus Emre’nin bu konudaki bazı dizeleri ile bitirelim:
“Dervîş olan kişiler, deli olagan olur,
Aşk neydügin bilmeyen, ana gülegen olur.
Gülme sakın sen ana, eyü degildür sana,
Kişi neyi gülerse, başa gelegen olur…
Dervîş Yûnus sen dahi incitme dervîşleri,
Dervîşlerün du‘âsı kabûl olagan olur…
Bize gerçek dervîş gerek, cihân doldı da‘vâ ile,
Yalan da‘vâ iderisen aşk n’eylesün senün ile…
Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir,
Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir.”
Derviş nasıl olur?
Sual: Derviş ne demektir, nasıl olmalıdır?
CEVAP
Derviş, tasavvuf talebesi demektir. Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslamiyet’e tam uyarak, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla süslenmiş kimse demektir.
Fakirlikte rahat, zenginlikte sıkıntılı olur. Olayların değişmesi, onu değiştirmez. Başkalarının kusurlarına bakmaz. Hep kendi kusurlarını görür. Kendini hiç kimseden üstün bilmez. Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılar, hiç kimse ile münakaşa etmez. Herkesin özrünü kabul eder. Dervişlik kılık kıyafet işi değildir. Onun için denmiştir ki:
Dervişlik olsaydı tac ile hırka,
Biz dahi alırdık otuza kırka
Dervişlik, kalb kırmamaktır. Bunu yapabilen, Allahü teâlânın rızasına kavuşur. Dervişlik, bir gönül işidir. Gönlünü Allah sevgisiyle dolduran ve her türlü işini bu sevginin gereklerine uygun yapan, İslam büyüklerini seven, onların terbiyesini kabul eden herkes derviş demektir.
Sözünde sadık bir derviş, daima Allahü teâlânın büyüklüğünü, Ona karşı kulluğunu, küçüklüğünü düşünür. Kalbi kırık olarak hep Ona yalvarır. Yalnız Ona sığınır, yalnız Ondan yardım bekler ve kulluk vazifelerini tam olarak yapar. Kulluk vazifelerini yapmak demek; İslam dininin emir ve yasaklarına tam uymak, her zaman Allahü teâlânın rızasına uygun olarak iş yapmak demektir.
Dervişler yıllarca akli ve nakli ilimleri tahsil etmiş, kuvvetli bir iman ve ahlak olgunluğuna ermiş, dış görünüşleri sade, alçak gönüllü, aza kanaat eden, herkese iyilik ve yardım için çırpınan, hoşgörülü, cefakâr, fedakâr, bir meslek ve sanat sahibi, fazilet örneği kimselerdi.
İslam ordularıyla birlikte harplere iştirak eder, kahramanlık örnekleri gösterirlerdi. Anadolu’nun fethi sıralarında, derviş gazilerin büyük hizmetleri görülmüştür. Bunlar, Anadolu’nun çeşitli köylerine gelip yerleşerek güzel ahlaklarıyla gönüller fethetmiş, yerli halkın İslamiyet’i kabul etmesinde önemli rol oynamışlardır.
Zenciler, fellahlar saygı görmeleri için kendilerini Arap olarak tanıttıkları gibi, topluma yük olan işsiz güçsüz takımı da kendilerini derviş olarak tanıtmışlardı.
Derviş olmak
Sual: Evliya menkıbelerini okuduktan sonra, bende bir tasavvuf sevgisi başladı. Ben de bu yolda bir derviş, bir sofi olmak istiyorum. Ne yapmam gerekir?
CEVAP
Tasavvuf İslamiyet’ten ayrı bir yol değildir. İslamiyet’e tam uyan sofi olur. İslamiyet’e uyabilmek için de, ehl-i sünnet itikadını, fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lazımdır. Bu zamanda, gerçek tasavvuf ehli bulmak zordur; ama sahteleri çoktur. Sahtelerine aldanmayıp, hakiki olanların kitaplarını okuyarak, onlardan istifade etmeye çalışmalı.
Tasavvufta ince ve nazik edepler vardır. Herkes, bu edebe riayet edemez. Onun için de gerçek sofi, gerçek derviş azdır. Büyük zatlar buyuruyor ki:
Tasavvuf, sıkıntı çekmektir, rahatlıkta, tasavvuf olmaz. Yani, âşıkın maşuku aramaya çalışması, maşuktan başkası ile rahat etmemesi gerekir. Maşuk, sevilen demektir, yani Allahü teâlâdır.
Derviş Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanar. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykuları kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder ve affeder, her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendinde görür. Her nefeste Allah’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz, kimseyle tartışmaz. Tartışmanın dostların dostluğunu azaltacağını, düşmanların da düşmanlığını artıracağını bilir. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri Allahü teâlânın evi bilir.
Derviş olmak isteyen, canını, malını, mülkünü düşünmemeli; her işte Allahü teâlânın rızasını aramalıdır. Dervişe ne iş verilirse, kibirlenmeden, arlanmadan yapar. Tuvalet temizle deseler ömür boyu temizler. Onda ar yani utanma olmaz. Yunus Emre bu konuda diyor ki:
Dervişim diyene
Bu yolda âr hiç olmaz
Derviş olanın gönlü
Çok geniştir, dar olmaz
Derviş gönülsüz olur
Sövene dilsiz olur
Dövene elsiz olur
Kimseden bizar olmaz
Derviş bağrı taş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Kimseye kızar olmaz.
Derviş ise bir kişi
Bulunmaz onun eşi
İyi geçinmek işi
Arada ağyar olmaz
Dervişin yok kimsesi
Yoksulluk sermayesi
Miskinlikten gayrisi
Ona asla yâr olmaz.
Er elini almışsa
Ona gönül vermişse
İkrar ile gelmişse
Gayri hiç inkâr olmaz
Yunus gördün sen eri
Bırak başka her piri
Bozma girdiğin yeri
Bunda tarumar olmaz.
Sual: Dervişlik nedir?
CEVAP
Dervişlik, Müslümanlığı en iyi şekilde yaşamak demektir. Mesela bunlardan biri, herkesin yükünü çekmek ve kimseye yük olmamaktır. Başkalarına herhangi bir şekilde sıkıntı veren, derviş olamaz.
NASIL “DERVİŞ” OLUNUR?
Yunus Emre “Dervişlik olaydı taç ile hırka” mısraını “ Biz dahi alırdık otuza kırka” diye tamamlıyor.
Demek istiyor ki “Dervişlik taç ile hırkadan ibaret değildir.” Yani derviş kıyafeti giyilince derviş olunmuyor. Öte bir şey dervişlik. Tıpkı “İman ettik” deyince işin bitmediği gibi.
Tıpkı Allah Teala’nın Rasulunü “İman ettik” diyen arabiye “İman ettik, demeyin, İslam dairesine girdik, deyin. İman henüz kalblerinize nüfuz etmedi” demesi için uyarması gibi. (Hucurat, 14)
“İMAN ETTİK” DEMEKLE CENNETE GİRECEKLERİNİ Mİ ZANNETTİLER?
Ve tıpkı Allah Teala’nın “Elif lam mim.” diye başlayan sarsıcı bir hurufu mukattaanın hemen peşinden;
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 1-2) diye sarsıcı bir soru sorması gibi.
Halik Teala, bir başka ayette ise yine insanlara “İman ettik demekle cennete girivereceklerini mi zannettiler?” diye soruyor.
Demek “iman ettik” demekten ötede de bir şey var. Yani sözden öte, kılık – kıyafet gibi şekli hususiyetlerden öte bir öz…
Buna göre imanın kalblere nüfuz etmesi, imanın hayata yansıması, bazan bedeli hayat olan imtihanların atlatılması iman yolunda yeni merhalelerdir.
Necip Fazıl merhum “Kafiyeler” isimli şiirinde “Cübbeler yüreksiz” der.
Demek içinde yürek olduğu zaman cüppe anlam kazanıyor.
Buna göre de Yunus Emre “Tacın içinde baş, hırkanın içinde yürek olduğu zaman derviş derviş olur” demiş oluyor.
Öyleyse taç ile hırka değil dervişliği dervişlik haline getiren, kalbin “Allah ile birliktelik idraki” ile yoğrulması ve onun davranışlara intikal ettirilmesidir.
Şöyle bir soru üzerinde düşünebiliriz: Yunus Emre neden böyle bir söz söylüyor? Bunun cevabı şu olmalı:
-Öyle bir zaman geliyor ki, insanlar kisve olarak belirli şekiller içine giriyor, bu şekiller içinde kendisini bir şeylerin mensubu olarak telakki ediyor, öyle anlaşılmasını istiyor, öyle anlaşılmasında dünyalık bir karşılık olabileceğini düşünüyor, ancak davranışların o kisvenin temsil ettiği iklim ile, gönül ile alakası bulunmuyor.
Neden? Çünkü nefis giriyor araya. Ene – Ben giriyor. Ben’in özel hassasiyetleri, bazen çıkarları, bazen refleksleri giriyor.
Ve bunlar bazen farkında bile olunmadan yapılıyor.
Büyük sufilerden Cüneyd-i Bağdâdî’nin dayısı ve mürşidi, Mâruf-u Kerhî’nin talebesi Seri es-Sâkatî nin menakıb kitaplarına giren bir menkıbesi çok anlamlıdır.
Kendisi, şöyle dermiş:
-Bir kere elhamdülillah dediğim için, otuz senedir istiğfar etmekteyim.
-Bu nasıl olur? denilince, Serî es-Sâkatî başından geçen şu olayı anlatırmış:
-Bir keresinde Bağdat’ta büyük bir yangın çıkmıştı. Yolda beni karşılayan bir adam; “Üstad, dedi, çarşıda yangın çıktı, ama merak etme, senin dükkân yangından kurtuldu.
Ben de, bu habere sevinerek gayrı ihtiyari;
-Elhamdülillah, dedim. Müslümanların başına bir felâket geldiği vakitte kendim için hayırlı olana dikkat ederek “Elhamdülillah” dediğim için, otuz senedir pişmanlık duyuyorum, tevbe ediyorum.
Nasıl bir hassasiyet…
Ne dersiniz, böyle bir olayda nasıl bir tavır sergilerdik ve refleks halinde ağzımızdan çıkan bir söz için 30 yıl içimiz yanar mıydı?
Şu söylenebilir:
İnsanın asıl imtihanı, ucu kendisine dokunan bir sınanmada nasıl tavır takınacağı noktasında toplanıyor. Çünkü o durumda insanın kimyası değişiyor nefsi hassasiyetler gelip yüreğinin – aklının üstüne oturuyor.
Gel de kurtul onun mengenesinden…
“BEN”İ KONTROL ETMEK
Rasulullah neden “Pehlivan güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman öfkesini yenendir” diye buyuruyor. Çünkü öfke anında insanın kimyası değişiyor ve kendi “Ben”ini kontrol edemez hale geliyor.
Hazreti Ömer (r.a.) neden “İnsanı yolculukta, alış-verişte deneyeceksin” diyor. Çünkü o anlardır insanın refleks halinde kendini ortaya koyacağı anlar.
Adamın biri, Hz. Ömer (r.a.)’ın yanında bir hususta şâhitlikte bulundu. Ömer İbnü’l-Hattâb Hazretleri ona; “Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir.” dedi.
Orada bulunanlardan birisi:
– “Ben onu tanıyorum.” diye atıldı.
Hz. Ömer; “Nasıl bilirsin?” diye sordu.
O da; “Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum.” cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu; “Gecesini, gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?” dedi.
– “Hayır.” diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti; “İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alışveriş yaptığın bir kimse midir?”
Adam; “Hayır.” dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa; “İnsanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk, o kişiyle yaptın mı? diye sordu.
Adam bu soruya da; “Hayır.” cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.); “Sen onu tanımıyorsun.” dedi ve sonra da adama dönerek; “Git, seni tanıyan birini getir.” buyurdu.
Şöyle derdi:
“Ey insanlar! Sakın bir adamın orucu ve namazı sizi aldatmasın. Bir kimsenin güvenilir olup olmadığını öğrenmek için konuştuğu zaman doğru söyleyip söylemediğine, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet edip etmediğine ve zengin olduğunda takvasına bakın.”
Bir reklam filminin ana sloganı şöyle idi:
“Açken sen sen değilsin!”
Evet, bazı zamanlar olur ki insanın kimyası değişir.
SENİ “SEN YAPAN” NEDİR?
-Mesela öfkeliyken siz siz misiniz?
-Mesela bir çıkarınızın haleldar edildiğini düşündüğünüzde siz siz misiniz?
-Mesela ayağınıza basıldığında, mesela bünyenizden bir kıymık koparıldığında siz siz misiniz?
-Baba iken evlatlık sorumluluğu hakkındaki düşüncelerinizle evlatken babalık hakkındaki düşünceleriniz aynı mı? Yaşlı anne – babanızın yerinde olsaydınız evlatlarınızdan neler bekleyeceğinizi düşünüp, evlatken onları yerine getirebiliyor musunuz?
-Gelinsiniz kayınvalide olabileceğiniz günleri, kayınvalidesiniz gelinkenki beklentilerinizi hatırlıyor musunuz?
-Satıcı iken alıcı iken aynı insan mısınız?
-İşverenken işçi iken düşünceleriniz aynı mı? İşçilikten işverenliğe çıktığınızda işçilerinizin hukuku üzerinde işçi ikenki düşüncelerinizi koruyor musunuz?
-Amirken memurken…
-İktidarken muhalefet iken…
-Yönetici iken yönetilen iken…
-Trafikte yolu paylaşırken…
Hayatın içindeki birbiriyle ilişkisi bulunan tüm rollerde… aynı soru söz konusu…
Çok çok okudunuz, çok çok dini terbiye aldınız, çok çok mürşid önünde diz çöktünüz… Bayağı oldunuz yani… Peki hayatınızın bütün kıvrımlarında, öğrendikleriniz, terbiyesini aldıklarınız aklınıza geliyor mu, yoksa nefis ve şeytan bir yerlerden devreye girip damarlarınızda dolaşmaya başlıyor ve her şeyi, hatta o zamana kadar tüm öğrendiklerinizi, meseleyi kendinize doğru yontmanız yolunda size yol mu gösteriyor?
Davalı iken davacı iken aynı “kul hakkı” hassasiyetlerini sergileyen insan mısınız?
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“-Ben, ancak bir insanım. Siz de bana gelip davalaşıyorsunuz. Belki bazınızın delili hasmınınkinden daha kuvvetli oluyor. Ben de, bu ifadeye göre onun lehine hüküm verebiliyorum. Fakat kime, kendisine değil de kardeşine ait olan bir hakkın verilmesi ile hükmedersem, öyle olmadığını bildiği halde bunu asla almasın. Zira bu takdirde ben kendisine ancak cehennemden bir parçayı ayırmış oluyorum demektir.”
İşte Rasulullah (s.a.v.) tam da bizlerin ayağının sürçtüğü yeri anlatıyor ve “Ona bir şey verirsem bilsin ki cehennemden bir parça vermiş olurum” diyor.
Çünkü bütün hesapların en girift ayrıntılarına kadar görüldüğü, kimsenin kimseye hakkının geçmesine fırsat verilmediği bir Huzur var. Diller konuşmasa bile ellerin, ayakların, derilerin konuşacağı, şahitlik edecekleri bir zaman var. Bütün hesapların ortaya döküleceği bir aydınlık zemin var. Mahşer zemini.
YÜREĞİNİZ NASIL?
Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in “Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak.. Biz O’nu görmüyorsak da O’nun bizi gördüğünün bilincinde olmak” dediği durumun ayan – beyan ortaya çıkacağı bir gün var.
Diyelim ki Rasulullah’ı aldattınız. Diyelim ki Ömer’i aldattınız. Diyelim ki bütün hakimleri aldattınız. Hatta diyelim ki “haklılığınıza inandırarak” kendinizi aldattınız.
Her şey oraya kadar. Orada taca da bakılmayacak, hırkaya da… Ünvana da, makama mansıba da…
Söze değil, sözün özüne bakılacak orada. Cübbelerin içindeki yüreğe bakılacak. O yürek selim mi, marazlı mı, taşlaşmış mı, ölmüş mü? Nasıl bir yükle gelmiş oraya?
İman kalblere nüfuz etmişse, Allah’ı görüyormuş gibi yaşama disiplinini kuşanmışsak, “Nerede olursak olalım Allah’ın bizimle birlikte olduğu” idrakini kazanmışsak, günah cehennem ateşi gibi hissedilmeye başlamışsa yüreğimizde, elimizde, ayağımızda, yüzümüzde…. O zaman reflekslerimiz de mahşer aydınlığını idrak çerçevesinde olur.
“El karda gönül yarda” hali işte budur. İnsanın sol böğründe ince bir derdin batması lazım Yunus gibi.
“Aman ha, aman ha, Rabbinin huzurunda savunulamayacak bir davranışı tercih etme!” Aman ha! Orası çok yaman!
Kaynak:
1- Wikipedia
2- ahiretrehberi. com
3- Mustafa Sefa EREM
4- Prof. Dr. Necdet Tosun
5- Ahmet Taşgetiren
6- Dinimiz islam