İçinde bulunduğumuz hafta itibarı ile yazacağım iki konu başlığını kurgulamıştım.
Birincisi hiç kuşkusuz, 24 Şubat itibarı ile Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı sonuçlar ve bu savaşın daha ne kadar süreceğine yönelik soru işaretlerine cevap aramaktı. Savaşın beraberinde getirdiği belirsizlikler ve ülkemize etkileri bundan sonra da sürekli olarak gündemimizi oluşturmaya devam edecek.
Bu ilk konunun altına asrın felaketi niteliğindeki 6 Şubat ardışık depremlerinin ve artçı depremlerinin ortaya koyduğu algıyı ve bir önceki yazının başlığı olan “deprem diplomasisinin neresindeyiz?” sorusunu ortaya atarak yazımı tamamlamak niyetindeydim.
Ama yaşamda her şey planlandığı gibi olmuyor. Genel konular üzerine kafa yorarken fazlası ile özel bir konu başlığı ile karşı karşıya geldim.
Birkaç haftadır, ara sıra boynumdan başlayarak sol omuzuma kadar yansıyan şiddetli ağrılarımı, yaşlanmaya bağlı kireçlenmedir diye geçiştiriyordum. Sevgili eşim bana inanmamış olacak ki; benden habersiz İstanbul Başkent Üniversitesi kardiyoloji bölümünden randevu alıp, beni yaka paça muayene olmaya sürükledi. Ben de kendi teşhisimden emin, rutin bir muayene diye kendimi rahatlatarak bir dizi tetkiklerin içinde kendimi buluverdim. Sonuçta rutin tetkikler derken kendimi yoğun bakım ünitesinde buluverdim. Anlaşılan doktorlarımın tabiri ile fena halde dağıtmış olduğum kaportamın toparlanması için oldukça uzun bir maratona çıkmış bulunuyorum. İlk aşaması içinde bulunduğumuz bu haftanın ilk günü başarıyla başlayan, hayatımın uzamasına imkan tanıyan Prof. Dr. Öykü GÜLMEZ ÖZKAYA’ya, Prof. Dr. Seçkin PEHLİVANOĞLU’na ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir diğer teşekkür de yattığım dört gün boyunca bütün kaprislerime güler yüzle cevap veren yoğun bakım nöbetçi doktorlarına, hemşirelerine ve hasta bakıcılarına. Bütün sağlık çalışanları iyi ki varsınız.
Kendimle ilgili durumu ve şükranlarımı arz ettikten sonra gelelim asıl yazmak istediklerime.
Öncelikle Rusya-Ukrayna savaşı biter mi? sorusuna verilecek basit cevaba. “Hayır! Bitmez!”
ABD Başkanı Biden’ın Kiev’i ziyaret etmesi, Zelensky’nin bu ziyareti memnuniyetle karşılaması hiç kuşkusuz ABD önderliğindeki NATO’nun Ukrayna’ya savaş süresince desteklerinin süreceği anlamına geliyor. Destek sürdükçe bu savaşın bitmesi ufukta görülmüyor.
Bu noktada sorulması gereken kritik soru da, savaşın giderek daha yaygın hale gelip gelmeyeceği. Diğer ifadesi ile Rusya’nın cephe genişleterek bir NATO ülkesine saldırıp, üçüncü dünya savaşına yol açıp açmayacağı.
Bazı analistlere göre zaten ismi konulmamış bir üçüncü dünya savaşı çoktan başladı. NATO ülkeleri Ukrayna’ya verdikleri ve vermeye devam edecekleri muazzam yardımlarla Rusya’ya karşı Ukrayna aracılığı ile bir vekalet savaşı sürdürüyorlar. İsmin konulması için Rusya’nın sabırları sınanıyor. Bu noktada da en olası senaryo savaşın Polonya’ya sıçraması. Tam da bu noktada Biden’ın Kiev ziyaretinin yanı sıra Polonya’yı da ziyaret etmesinin ön plana çıktığını izliyoruz. Verilen mesaj diplomasi sembolizmi aracılığı ile açık. “Polonya bir NATO ülkesi, Polonya’ya yapılacak en ufak saldırı NATO Antlaşması’nın 5. maddesinin devreye girmesine yol açar, yani birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış sayılır ve bütün NATO üyeleri topyekûn karşılık verir!” Diğer ifadesi ile üçüncü dünya savaşının adı konmuş olur.
Tabi aynı ziyaretler çerçevesinde Rusya’ya karşı yeni yaptırımların planlanmakta olduğunu da öğrendik.
Bu noktada ülkemize dönüp baktığımızda ne tür soru işaretleri ile karşı karşıya geldiğimizi sorgulamakta yarar var. Ama bu sorgulamayı yapmadan önce, yaşadığımız ardışık ve artçı depremlerin ortaya koyduğu algıyı da tekrar hatırlamak önemli.
Öncelikle reel politika gerçekleri ile insan odaklı politikaların çelişkisine işaret etmekte yarar var. Ülkemizin uzun süre kendisini uluslararası aileden soyutlayarak ismini “kutsal yalnızlık” olarak koyduğu (her ne kadar son dönemlerde geriye çark etmeye çalışsa da) yaklaşımın, deprem felaketi ile anlamını yitirdiğine hep beraber tanıklık ettik. Tek bir canı enkaz altından kurtarmak için saatlerce uğraş veren yerli ya da yabancı kurtarma ekiplerinin çabalarını gözyaşları içinde izledik. Ne kurtulanın sosyal ya da siyasi kimliği, ne yaşı, ne yaşam biçimi umurumuzda oldu ne de kurtaranların hangi ülke vatandaşı oldukları. Söz konusu olan bir insani dayanışmaydı ve bu dayanışmanın 21. Yüzyıl boyunca devam etmesi en büyük temennimiz.
Ancak gelişmelere sadece insani dayanışma boyutu ile bakmak ne kadar mümkün?
Reel politika zemininde öncelikle Yunanistan Dışişleri Bakanı Denias’ın Çavuşoğlu’nu ziyaretine tanıklık ettik, Türkiye Yunanistan arasında giderek artan gerilimin yerine detant sürecine geçildiğini anladık. Hemen ardından NATO Genel Sekreteri Soltenberg’in Ankara ziyaretine ve bütün NATO ülkeleri adına verdiği mesajlara kulağımızı verdik. Her ne kadar bütün NATO ülkelerinin Türkiye için hazırladığı yardım paketleri ön plana çıkmış olsa da Soltenberg’in esas derdinin İsveç ve Finlandiya’nın NATO tam üyeliği konusundaki çekincelerinin bir an önce kaldırılması olduğunu idrak ettik.
Tabi yardımlar çok önemli, Mart ayının ilk haftasında bu bağlamda toplanacak AB zirvesinden çıkacak kararları da fazlasıyla önemsemek gerekiyor. Hele AB dönem başkanlığının İsveç’te olduğu düşünüldüğünde oldukça bonkör bir AB ile karşılaşmak da olası gözüküyor.
Ancak depremin görüntüleri içindeki rahatsız edici unsurları ve içine girdiğimiz seçim ortamını da değerlendirmemek mümkün değil.
Öncelikle deprem sürecinin başlangıç anından itibaren çok kötü yönetildiğini, bu nedenle pek çok vatandaşımızın gereksiz yere yaşamını yitirdiğini görmezden gelemeyiz. Bütün bu olup bitenin yanı sıra özellikle siyasi hesapların da sürece katıldığını görmek üzüntü verici oldu. Yardımların gecikmesinden, koordinasyonuna kadar her aşamada siyasetin ön plana çıkması her halde siyaseti ön plana çıkartanların işine yaramayacaktır.
Seçimlere çok az kala (14 Mayıs olasılığı ortadan kalktı gibi, Haziran Anayasamız uyarınca kaçınılmaz, Anayasaya rağmen erteleme olur mu? bilinmez) zaten kötü ekonomi yönetimi nedeniyle büyük darbe alan mevcut iktidar deprem beceri yoksunlukları ile tam bir güven erozyonu ile karşı karşıya. Dış politikada çok uzun süredir yaşanan güven erozyonuna iç politikadaki mevcut koşullar da eklenince hepimizin içini karartan ve geleceği öngörmemize imkan tanımayan yeni bir durum ortaya çıktı.
Bu verilerin ışığında Türkiye’nin temel sorununun önünü görebilir hale gelmesi, seçimlerin bir an önce gerçekleştirilmesi olduğu aşikar.
Muhalefet cephesinin de adayını artık bir an önce belirlemesi, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili görüşlerini mahcubiyet çizgisinden çıkartarak yüksek sesle ifade etmesi bir diğer gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.
Zor günlerden geçtiğimiz bir gerçek. Doğal afet bölgesi olmamızı engelleyemeyiz. Ancak sosyal afet bölgesi olmak bize yakışmıyor.
Ense karardı kararmasına da, yine de karartmamak için yapılacak çok iş var.
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Birincisi hiç kuşkusuz, 24 Şubat itibarı ile Rusya-Ukrayna savaşının yol açtığı sonuçlar ve bu savaşın daha ne kadar süreceğine yönelik soru işaretlerine cevap aramaktı. Savaşın beraberinde getirdiği belirsizlikler ve ülkemize etkileri bundan sonra da sürekli olarak gündemimizi oluşturmaya devam edecek.
Bu ilk konunun altına asrın felaketi niteliğindeki 6 Şubat ardışık depremlerinin ve artçı depremlerinin ortaya koyduğu algıyı ve bir önceki yazının başlığı olan “deprem diplomasisinin neresindeyiz?” sorusunu ortaya atarak yazımı tamamlamak niyetindeydim.
Ama yaşamda her şey planlandığı gibi olmuyor. Genel konular üzerine kafa yorarken fazlası ile özel bir konu başlığı ile karşı karşıya geldim.
Birkaç haftadır, ara sıra boynumdan başlayarak sol omuzuma kadar yansıyan şiddetli ağrılarımı, yaşlanmaya bağlı kireçlenmedir diye geçiştiriyordum. Sevgili eşim bana inanmamış olacak ki; benden habersiz İstanbul Başkent Üniversitesi kardiyoloji bölümünden randevu alıp, beni yaka paça muayene olmaya sürükledi. Ben de kendi teşhisimden emin, rutin bir muayene diye kendimi rahatlatarak bir dizi tetkiklerin içinde kendimi buluverdim. Sonuçta rutin tetkikler derken kendimi yoğun bakım ünitesinde buluverdim. Anlaşılan doktorlarımın tabiri ile fena halde dağıtmış olduğum kaportamın toparlanması için oldukça uzun bir maratona çıkmış bulunuyorum. İlk aşaması içinde bulunduğumuz bu haftanın ilk günü başarıyla başlayan, hayatımın uzamasına imkan tanıyan Prof. Dr. Öykü GÜLMEZ ÖZKAYA’ya, Prof. Dr. Seçkin PEHLİVANOĞLU’na ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir diğer teşekkür de yattığım dört gün boyunca bütün kaprislerime güler yüzle cevap veren yoğun bakım nöbetçi doktorlarına, hemşirelerine ve hasta bakıcılarına. Bütün sağlık çalışanları iyi ki varsınız.
Kendimle ilgili durumu ve şükranlarımı arz ettikten sonra gelelim asıl yazmak istediklerime.
Öncelikle Rusya-Ukrayna savaşı biter mi? sorusuna verilecek basit cevaba. “Hayır! Bitmez!”
ABD Başkanı Biden’ın Kiev’i ziyaret etmesi, Zelensky’nin bu ziyareti memnuniyetle karşılaması hiç kuşkusuz ABD önderliğindeki NATO’nun Ukrayna’ya savaş süresince desteklerinin süreceği anlamına geliyor. Destek sürdükçe bu savaşın bitmesi ufukta görülmüyor.
Bu noktada sorulması gereken kritik soru da, savaşın giderek daha yaygın hale gelip gelmeyeceği. Diğer ifadesi ile Rusya’nın cephe genişleterek bir NATO ülkesine saldırıp, üçüncü dünya savaşına yol açıp açmayacağı.
Bazı analistlere göre zaten ismi konulmamış bir üçüncü dünya savaşı çoktan başladı. NATO ülkeleri Ukrayna’ya verdikleri ve vermeye devam edecekleri muazzam yardımlarla Rusya’ya karşı Ukrayna aracılığı ile bir vekalet savaşı sürdürüyorlar. İsmin konulması için Rusya’nın sabırları sınanıyor. Bu noktada da en olası senaryo savaşın Polonya’ya sıçraması. Tam da bu noktada Biden’ın Kiev ziyaretinin yanı sıra Polonya’yı da ziyaret etmesinin ön plana çıktığını izliyoruz. Verilen mesaj diplomasi sembolizmi aracılığı ile açık. “Polonya bir NATO ülkesi, Polonya’ya yapılacak en ufak saldırı NATO Antlaşması’nın 5. maddesinin devreye girmesine yol açar, yani birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış sayılır ve bütün NATO üyeleri topyekûn karşılık verir!” Diğer ifadesi ile üçüncü dünya savaşının adı konmuş olur.
Tabi aynı ziyaretler çerçevesinde Rusya’ya karşı yeni yaptırımların planlanmakta olduğunu da öğrendik.
Bu noktada ülkemize dönüp baktığımızda ne tür soru işaretleri ile karşı karşıya geldiğimizi sorgulamakta yarar var. Ama bu sorgulamayı yapmadan önce, yaşadığımız ardışık ve artçı depremlerin ortaya koyduğu algıyı da tekrar hatırlamak önemli.
Öncelikle reel politika gerçekleri ile insan odaklı politikaların çelişkisine işaret etmekte yarar var. Ülkemizin uzun süre kendisini uluslararası aileden soyutlayarak ismini “kutsal yalnızlık” olarak koyduğu (her ne kadar son dönemlerde geriye çark etmeye çalışsa da) yaklaşımın, deprem felaketi ile anlamını yitirdiğine hep beraber tanıklık ettik. Tek bir canı enkaz altından kurtarmak için saatlerce uğraş veren yerli ya da yabancı kurtarma ekiplerinin çabalarını gözyaşları içinde izledik. Ne kurtulanın sosyal ya da siyasi kimliği, ne yaşı, ne yaşam biçimi umurumuzda oldu ne de kurtaranların hangi ülke vatandaşı oldukları. Söz konusu olan bir insani dayanışmaydı ve bu dayanışmanın 21. Yüzyıl boyunca devam etmesi en büyük temennimiz.
Ancak gelişmelere sadece insani dayanışma boyutu ile bakmak ne kadar mümkün?
Reel politika zemininde öncelikle Yunanistan Dışişleri Bakanı Denias’ın Çavuşoğlu’nu ziyaretine tanıklık ettik, Türkiye Yunanistan arasında giderek artan gerilimin yerine detant sürecine geçildiğini anladık. Hemen ardından NATO Genel Sekreteri Soltenberg’in Ankara ziyaretine ve bütün NATO ülkeleri adına verdiği mesajlara kulağımızı verdik. Her ne kadar bütün NATO ülkelerinin Türkiye için hazırladığı yardım paketleri ön plana çıkmış olsa da Soltenberg’in esas derdinin İsveç ve Finlandiya’nın NATO tam üyeliği konusundaki çekincelerinin bir an önce kaldırılması olduğunu idrak ettik.
Tabi yardımlar çok önemli, Mart ayının ilk haftasında bu bağlamda toplanacak AB zirvesinden çıkacak kararları da fazlasıyla önemsemek gerekiyor. Hele AB dönem başkanlığının İsveç’te olduğu düşünüldüğünde oldukça bonkör bir AB ile karşılaşmak da olası gözüküyor.
Ancak depremin görüntüleri içindeki rahatsız edici unsurları ve içine girdiğimiz seçim ortamını da değerlendirmemek mümkün değil.
Öncelikle deprem sürecinin başlangıç anından itibaren çok kötü yönetildiğini, bu nedenle pek çok vatandaşımızın gereksiz yere yaşamını yitirdiğini görmezden gelemeyiz. Bütün bu olup bitenin yanı sıra özellikle siyasi hesapların da sürece katıldığını görmek üzüntü verici oldu. Yardımların gecikmesinden, koordinasyonuna kadar her aşamada siyasetin ön plana çıkması her halde siyaseti ön plana çıkartanların işine yaramayacaktır.
Seçimlere çok az kala (14 Mayıs olasılığı ortadan kalktı gibi, Haziran Anayasamız uyarınca kaçınılmaz, Anayasaya rağmen erteleme olur mu? bilinmez) zaten kötü ekonomi yönetimi nedeniyle büyük darbe alan mevcut iktidar deprem beceri yoksunlukları ile tam bir güven erozyonu ile karşı karşıya. Dış politikada çok uzun süredir yaşanan güven erozyonuna iç politikadaki mevcut koşullar da eklenince hepimizin içini karartan ve geleceği öngörmemize imkan tanımayan yeni bir durum ortaya çıktı.
Bu verilerin ışığında Türkiye’nin temel sorununun önünü görebilir hale gelmesi, seçimlerin bir an önce gerçekleştirilmesi olduğu aşikar.
Muhalefet cephesinin de adayını artık bir an önce belirlemesi, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili görüşlerini mahcubiyet çizgisinden çıkartarak yüksek sesle ifade etmesi bir diğer gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.
Zor günlerden geçtiğimiz bir gerçek. Doğal afet bölgesi olmamızı engelleyemeyiz. Ancak sosyal afet bölgesi olmak bize yakışmıyor.
Ense karardı kararmasına da, yine de karartmamak için yapılacak çok iş var.
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.