SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S.)
EFENDİ HAZRETLERİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.)
(1888 - 1959)
HAYATI VE HİZMETLERİ
KÜNYESİ Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Hazretleri, yakın tarihimizde, zamanının İslâmî ilimlerini tahsil ederek, ilimde en ileri noktaya varmış; müderris, dersiâm, hukûkçu, hadîs ve tefsîrde mütehassıs bir İslâm âlimi, tasavvufta Nakşibendî silsilesinin 32. halkası Buhâralı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin Hazretleri'nin en büyük halîfesi, vekîli, bu silsilenin 33. ve son halkasıdır.
ŞECERESİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri, Rûmî 1304 (Mîlâdî 1888) yılında -bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan- Silistre’nin, Hezargrad kasabasının, Ferhatlar köyünde dünyaya gelmiştir. Pederi, tahsilini İstanbul’da tamamlamış, Satırlı Medresesin'de yıllarca müderrislik yapmış, Hocazâde Osman Efendi'dir.
Osman Efendi, gençlik yıllarında İstanbul’da tahsilde iken bir rüya görür. Rüyâsında vücûdundan kopan bir parça gökyüzüne yükselmiş, oradan dünyaya ışık saçmakta… Osman Efendi, bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlat mânâsına yorar ve Silistre’ye döndüğünde evlenir. Dünyaya gelecek çocuklarından hangisinin rüyâda gördüğü, ışık saçan evlada uygun düşeceğini takibe başlar. Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim, Halil isimli dört erkek ve Zâhide isminde bir kız evladı dünyaya gelir. Bu çocuklarının içinden Süleyman Hilmi dünyaya gelip de, yetişmeye başlayınca, tespit ettiği alâmetlere göre bütün ümidini ona bağlar. O kadar ki; Süleyman Efendi Silistre’de Satırlı Medresesi'nin ilk sınıflarında iken, babasının huzûruna her çıkışında onun ihtirâmla ayağa kalktığına ve “Buyurun Süleyman Efendi oğlum…” diye fevkalâde bir iltifat ve alâka gösterdiğine şâhit olur. Süleyman Efendi, bu halden o kadar mahcûptur ki, babasının huzûruna girmek için, onun başını eğerek kitap okuduğu, mangala cezve sürdüğü veya başka bir işle meşgul bulunduğu anları seçer olmuştur.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin dedeleri, Kaymak Hâfız diye tanınan Mahmut Efendi isimli bir zât olup, 110 yaşlarına doğru vefat etmiştir. Büyük dedeleri, Seyyid İdris Bey'dir. İdris Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna hânı nasbedilmiş ve kendisine kız kardeşi tezvic edilmiş bir zâttır. Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri padişahlığı zamanında, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e olan sevgilerinden dolayı “Yeryüzünde evlâd-ı Resûlden kimler kaldı” diye araştırmış, şeceresine hiç şâibe ve şüphe karışmamış olduğunu tespit ettiği Seyyid İdris Bey’i bulmuş ve kızkardeşi ile evlendirerek, Tuna havalisine hân tâyin etmiş; o bölgenin vergi ve sair mükellefiyetlerini tedvir için vazifelendirmiştir. Bu vazife, Süleyman Efendi'nin babası Osman Efendi’ye kadar devam etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin şeceresi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in pâk nesline dayanmaktadır. Pederleri tarafından Hz. Hüseyin (r.a.)'a nisbeti olup “Seyyid”, anneleri cihetinden Hz. Hasan (r.a.)'a nisbetleri bulunmakla “Şerîf”tirler.
TAHSİL HAYATI VE MEMÛRİYETİ
Süleyman Efendi, ilk tahsilini, babası Osman Efendi'nin de müderris olarak vazife yaptığı Satırlı Medresesi'nde yapmıştı. Daha sonraları pederleri tarafından yüksek tahsil için İstanbul’a gönderildi. Osman Efendi, oğlunu İstanbul’a gönderirken şu tavsiyelerde bulundu: “Oğlum, Usûl-ı Fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun.”
Süleyman Efendi, İstanbul Fâtih Medreseleri'ne geldiklerinde, medresede yer kalmamıştı. Bu sebeple, bazı ilim âşığı talebeler yer olmadığından bodrumda yatıp kalkıyorlardı. Süleyman Efendi de bir müddet orada kaldılar. İmkân olmadığı için çok zor şartlar altında, mum ışığında ders çalıştılar. (Son devrin İslâm âlimlerinden Mahmud Esad Efendi de o bodrumda kalanlardandır).
Süleyman Efendi, Fâtih Câmii'nde ders vermekte olan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin rahle-i tedrîsinde derslere başladı. Dersleri, sesleri yankılandırmadığından minber karşısındaki mahfelin alt kısmında okurlardı.
Bafralı Ahmed Hamdi Efendi, onun aklını ve derslerini öğrenme husûsundaki kâbiliyetini takdir ediyor; medrese muhîtinde ise, onun hakkında “Zeki çocuk, yetişirse iyi bir âlim olacak” diye bahsediliyordu. Nitekim kısa zamanda yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsıyla bütün hocalarının dikkat nazarlarını üzerine çekti.
İlim tahsili husûsunda irâdelerini o derece zorluyorlardı ki; okuduğu kitapların sahifeleri üzerine burunlarından kan damlıyor, gözleri uykusuzluktan âdetâ kan çanağı haline geliyordu. Soğuk kış günlerinde pencereden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkıp ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyuyor, kar parçasının vücût harâretinde yavaş yavaş erimesi neticesinde sırtlarından aşağı inen ince su yolu daima uyanık bulunmalarını temin ediyordu.
1913 yılına kadar Bafralı Hamdi Efendi'nin yanında âlet ilimleri tâbir edilen sarf, nahiv, belâgat, mantık, vaz’, cedel ve münâzara gibi ilimleri ve âlî (yüksek) ilimler denilen fıkıh, kelâm, hadis, tefsir ve usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i tefsir gibi ilimleri tamamlayarak icâzet aldı.
1913 yılında, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri, Kısm-ı Âli’sine girdi. Ancak diğer talebeler gibi birinci sınıftan değil, doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915’te 3. Sınıfın birinci şubesini 90 üzerinden 88 puanla birinci,
1916’da 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 puanla beşinci olarak bitirdi. 1916 yılında ilim silsilesinden gelme bir dersiâmdan icâzetli oldu. Artık O, zamanının en yüksek medresesinden mezûn bir din âlimi idi.
30 Eylül 1916’da ihtisâs (doktora) yapmak ve dersiam (Profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Medresesi'ne bağlı Medresetü’l-Mütehassisîn’e kaydoldu.
Bu medresenin ilk iki yılını tam bir muvaffakiyetle tamamlayarak Eylül 1918’de kendisine, 20 kişi ile birlikte, İstanbul Müderrisliği Ruûsluğu (akademik bir kariyer) verildi.
Ayrıca Süleymaniye Medresesi'ne girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın (Hukûk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmıştı. Bunu büyük bir sevinçle pederi Osman Efendiye mektupla bildirdi, ancak ondan şu cevabî telgrafı aldı: “Süleyman! Ben seni İstanbul’a, cehenneme gitmen için göndermedim”. Osman Efendi bu ikazlarıyla, “Üç kâdıdan ikisi cehennemdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi hatırlatıyordu. Süleyman Efendi, babasına verdiği cevapta; maksadının hâkimlik mesleğine geçmek olmayıp, devrin bütün zâhirî din ilimlerinde kemâle ermek olduğunu bildirdi. (Nitekim ileride Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'ne hâkim olarak tâyin edilecek ve bu mesleğe tâlip olmadığını bildirerek, kadılığı reddecektir).
Süleymaniye Medresesi'nin "tefsir-hadis" kısmından icâzetini alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü’l-Kuzât’dan da diplomasını iyi derece ile alıp kâdılık (hâkimlik) rütbesine ulaştı. Böylelikle devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek dereceyi ihrâz etti.
1 Haziran 1920 tarihinde dersiâm olarak vazifeye başladı. Bu onun ilk memuriyeti idi. 27 Nisan 1921 tarihine kadar dersiâmlığa devam etti.
1922 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi'nin birinci kısmında Türkçe müderrisliği vazifesine başladı.
29 Mart 1923 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi İbtidâ-i Hâric Kısmı, Sarf-ı Arabî Müderrisliği'ne tâyin olundu.
25 Eylül 1923 tarihinde tekrar Türkçe Müderrisliği'ne tâyin olundu.
3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu çıkınca medreseler, önce Maârif Nezareti'ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlandı ve bilâhare tamamen ilga olundu. Süleyman Efendi Hazretleri'nin vazife yaptığı İbtidâ-i Hâric Medreseleri ise, İmam Hatip mektebine tahvîl edildi. Süleyman Efendi bu okulun eğitim kadrosuna alındı ise de, dersiâmlık uhdesinde kalmak şartı ile müderrislikten kendi isteği ile ayrıldı.
1924 yılında kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin kapatılmasına karar verilmişti. Böylelikle dinin klasik medrese usûlüne uygun olarak okutulması yasaklanmıştı. Süleyman Efendi Hazretleri bu vaziyet karşısında büyük bir azim ve gayretle usûlüne uygun olarak aynı tedrîsâtı devam ettirmek istemiş ve bu hususta çareler aramaya başlamıştı. Müderrisler cemiyetinin lağv ve fesh edilmesine dair gelen emir üzerine de bir toplantı yapılmıştı. 520 kadar dersiâmın bulunduğu o toplantıda söz alarak şunları söyledi:
“Arkadaşlar, medreseler lağvedildi. Bu vaziyet karşısında milletin dini ne olacak? Buradan dağılmadan aramızda bir karar alalım. Biz 520 dersiâmız, her birimiz memleketin bir köşesinden gelmişiz. Bizler ilim adamları olarak, bu milletin dînî ihtiyacını daha 50 yıl karşılarız. Memleketlerimize dönünce ikişer talebe bularak, onlara Allah’ın ilmini okutup, dinini belletecek olursak, bu talebeler, 50 sene daha bu milletin dinine kâfî gelirler. Zaten her yüz senenin başında Allah-ü zû'lcelâl'in bir müceddid göndereceği, hadis-i şerîfle haber verilmiştir. Bunu yapmazsak huzûr-i ilâhîde yakamızı mesûliyetten kurtaramayız.”
O, bu sözleriyle kapatılmış olan medreseleri fiilen açık tutmanın çarelerini arıyordu. Süleyman Efendi'nin bu teklifinden sonra bazı dersiâmlar söz alıp dediler ki: “Çok doğru söylüyorsun Süleyman Efendi; ancak, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüğe girdi. Ortalık toz-duman, hayatlarımız tehlikede, bu vaziyet karşısında tekliflerinizi tatbik etmek mümkün olmasa gerek!” Bunun üzerine tekrar söz alan Süleyman Efendi Hazretleri:
“Arkadaşlar, Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu cemiyet hâlinde tedrîsât yapmayı yasaklıyor, bir iki kişiyi yasaklamıyor. Çünkü bir-iki de cem’iyyet yoktur. Ben de size, bir iki kişi okutalım diyorum” dedi. Bunun üzerine bazı müderrisler mahkeme ve hapse düşmekten korktular: “Bu şiddet zamanında bunu da yapamayız” dediler.
Bu defa Süleyman Efendi Hazretleri, dinî tedrisat vazifesini fahriyyen (maaşsız-ücretsiz) yapmağa hazır olduklarını bildirmek üzere, zamanın hükümetine, (TBMM Başkanlığına) bir telgrafla mürâcaatta bulunmayı teklif etti. Ancak, zamanın idaresi tarafından İslâmi faaliyetlere menfi nazarlarla bakıldığını iyi bilen dersiâmlardan bir çokları, böyle bir teklifi de benimsemediler.
Süleyman Efendi de bu teşebbüsün, o günün şartları içinde müsbet karşılanmayacağını çok iyi biliyordu. Ne var ki O, yarın âhirette ellerinde bir belge bulunmasını, bu belgenin belki de bir çok dersiâm için ”Yâ Rabbi! biz senin dinini okutmak istedik, ama imkân bulamadık” kabilinden bir vesîle-i necât olabileceğini düşünüyordu. Uzun müzakerelerden sonra neticede bir kısım dersiâmlar şu meâlde telgraf çekilmesinde mutâbık kaldılar. “… biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, hükümetimizin harb-ı umûmi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısı ile mâlî müzâyaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ilimleri fahriyyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir….” Bu telgrafa gelen cevap: “... Memlekette Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu yürürlüktedir, hilâfına hareket şiddetle cezâyı müstelzimdir” diyordu. Cevap çok açık ve kesindi. Bu hâdiseyi bilâhare talebelerine nakleden Süleyman Efendi şöyle buyururlar:
“Evlatlarım, bir çok dersiâmlar korktular, okutmadılar. Biz korkmadık okuttuk. Allah’a şükür yaşıyoruz. Ama korkanlardan bir çokları ölüp gittiler. Korkunun ölüme faydası yoktur.”
İşte o toplantılarda kabul görmeyen talebe okutma fikir ve hizmetini, kendi evinde iki kızını bizzat okutarak başlattı.
Dersiâmlığın kaldırılmasından sonra vaizliğe başlayan Süleyman Efendi, hayatının son senelerine kadar Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicâmii, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa Camii Kebir'i gibi İstanbul’un büyük câmilerinde halka va'z ederek irşâd vazifesine devam etti.
EFENDİ HAZRETLERİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.)
(1888 - 1959)
HAYATI VE HİZMETLERİ
KÜNYESİ Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Hazretleri, yakın tarihimizde, zamanının İslâmî ilimlerini tahsil ederek, ilimde en ileri noktaya varmış; müderris, dersiâm, hukûkçu, hadîs ve tefsîrde mütehassıs bir İslâm âlimi, tasavvufta Nakşibendî silsilesinin 32. halkası Buhâralı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin Hazretleri'nin en büyük halîfesi, vekîli, bu silsilenin 33. ve son halkasıdır.
ŞECERESİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri, Rûmî 1304 (Mîlâdî 1888) yılında -bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan- Silistre’nin, Hezargrad kasabasının, Ferhatlar köyünde dünyaya gelmiştir. Pederi, tahsilini İstanbul’da tamamlamış, Satırlı Medresesin'de yıllarca müderrislik yapmış, Hocazâde Osman Efendi'dir.
Osman Efendi, gençlik yıllarında İstanbul’da tahsilde iken bir rüya görür. Rüyâsında vücûdundan kopan bir parça gökyüzüne yükselmiş, oradan dünyaya ışık saçmakta… Osman Efendi, bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlat mânâsına yorar ve Silistre’ye döndüğünde evlenir. Dünyaya gelecek çocuklarından hangisinin rüyâda gördüğü, ışık saçan evlada uygun düşeceğini takibe başlar. Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim, Halil isimli dört erkek ve Zâhide isminde bir kız evladı dünyaya gelir. Bu çocuklarının içinden Süleyman Hilmi dünyaya gelip de, yetişmeye başlayınca, tespit ettiği alâmetlere göre bütün ümidini ona bağlar. O kadar ki; Süleyman Efendi Silistre’de Satırlı Medresesi'nin ilk sınıflarında iken, babasının huzûruna her çıkışında onun ihtirâmla ayağa kalktığına ve “Buyurun Süleyman Efendi oğlum…” diye fevkalâde bir iltifat ve alâka gösterdiğine şâhit olur. Süleyman Efendi, bu halden o kadar mahcûptur ki, babasının huzûruna girmek için, onun başını eğerek kitap okuduğu, mangala cezve sürdüğü veya başka bir işle meşgul bulunduğu anları seçer olmuştur.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin dedeleri, Kaymak Hâfız diye tanınan Mahmut Efendi isimli bir zât olup, 110 yaşlarına doğru vefat etmiştir. Büyük dedeleri, Seyyid İdris Bey'dir. İdris Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna hânı nasbedilmiş ve kendisine kız kardeşi tezvic edilmiş bir zâttır. Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri padişahlığı zamanında, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'e olan sevgilerinden dolayı “Yeryüzünde evlâd-ı Resûlden kimler kaldı” diye araştırmış, şeceresine hiç şâibe ve şüphe karışmamış olduğunu tespit ettiği Seyyid İdris Bey’i bulmuş ve kızkardeşi ile evlendirerek, Tuna havalisine hân tâyin etmiş; o bölgenin vergi ve sair mükellefiyetlerini tedvir için vazifelendirmiştir. Bu vazife, Süleyman Efendi'nin babası Osman Efendi’ye kadar devam etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri'nin şeceresi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in pâk nesline dayanmaktadır. Pederleri tarafından Hz. Hüseyin (r.a.)'a nisbeti olup “Seyyid”, anneleri cihetinden Hz. Hasan (r.a.)'a nisbetleri bulunmakla “Şerîf”tirler.
TAHSİL HAYATI VE MEMÛRİYETİ
Süleyman Efendi, ilk tahsilini, babası Osman Efendi'nin de müderris olarak vazife yaptığı Satırlı Medresesi'nde yapmıştı. Daha sonraları pederleri tarafından yüksek tahsil için İstanbul’a gönderildi. Osman Efendi, oğlunu İstanbul’a gönderirken şu tavsiyelerde bulundu: “Oğlum, Usûl-ı Fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun.”
Süleyman Efendi, İstanbul Fâtih Medreseleri'ne geldiklerinde, medresede yer kalmamıştı. Bu sebeple, bazı ilim âşığı talebeler yer olmadığından bodrumda yatıp kalkıyorlardı. Süleyman Efendi de bir müddet orada kaldılar. İmkân olmadığı için çok zor şartlar altında, mum ışığında ders çalıştılar. (Son devrin İslâm âlimlerinden Mahmud Esad Efendi de o bodrumda kalanlardandır).
Süleyman Efendi, Fâtih Câmii'nde ders vermekte olan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin rahle-i tedrîsinde derslere başladı. Dersleri, sesleri yankılandırmadığından minber karşısındaki mahfelin alt kısmında okurlardı.
Bafralı Ahmed Hamdi Efendi, onun aklını ve derslerini öğrenme husûsundaki kâbiliyetini takdir ediyor; medrese muhîtinde ise, onun hakkında “Zeki çocuk, yetişirse iyi bir âlim olacak” diye bahsediliyordu. Nitekim kısa zamanda yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsıyla bütün hocalarının dikkat nazarlarını üzerine çekti.
İlim tahsili husûsunda irâdelerini o derece zorluyorlardı ki; okuduğu kitapların sahifeleri üzerine burunlarından kan damlıyor, gözleri uykusuzluktan âdetâ kan çanağı haline geliyordu. Soğuk kış günlerinde pencereden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkıp ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyuyor, kar parçasının vücût harâretinde yavaş yavaş erimesi neticesinde sırtlarından aşağı inen ince su yolu daima uyanık bulunmalarını temin ediyordu.
1913 yılına kadar Bafralı Hamdi Efendi'nin yanında âlet ilimleri tâbir edilen sarf, nahiv, belâgat, mantık, vaz’, cedel ve münâzara gibi ilimleri ve âlî (yüksek) ilimler denilen fıkıh, kelâm, hadis, tefsir ve usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i tefsir gibi ilimleri tamamlayarak icâzet aldı.
1913 yılında, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri, Kısm-ı Âli’sine girdi. Ancak diğer talebeler gibi birinci sınıftan değil, doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915’te 3. Sınıfın birinci şubesini 90 üzerinden 88 puanla birinci,
1916’da 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 puanla beşinci olarak bitirdi. 1916 yılında ilim silsilesinden gelme bir dersiâmdan icâzetli oldu. Artık O, zamanının en yüksek medresesinden mezûn bir din âlimi idi.
30 Eylül 1916’da ihtisâs (doktora) yapmak ve dersiam (Profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Medresesi'ne bağlı Medresetü’l-Mütehassisîn’e kaydoldu.
Bu medresenin ilk iki yılını tam bir muvaffakiyetle tamamlayarak Eylül 1918’de kendisine, 20 kişi ile birlikte, İstanbul Müderrisliği Ruûsluğu (akademik bir kariyer) verildi.
Ayrıca Süleymaniye Medresesi'ne girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın (Hukûk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmıştı. Bunu büyük bir sevinçle pederi Osman Efendiye mektupla bildirdi, ancak ondan şu cevabî telgrafı aldı: “Süleyman! Ben seni İstanbul’a, cehenneme gitmen için göndermedim”. Osman Efendi bu ikazlarıyla, “Üç kâdıdan ikisi cehennemdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi hatırlatıyordu. Süleyman Efendi, babasına verdiği cevapta; maksadının hâkimlik mesleğine geçmek olmayıp, devrin bütün zâhirî din ilimlerinde kemâle ermek olduğunu bildirdi. (Nitekim ileride Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'ne hâkim olarak tâyin edilecek ve bu mesleğe tâlip olmadığını bildirerek, kadılığı reddecektir).
Süleymaniye Medresesi'nin "tefsir-hadis" kısmından icâzetini alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü’l-Kuzât’dan da diplomasını iyi derece ile alıp kâdılık (hâkimlik) rütbesine ulaştı. Böylelikle devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek dereceyi ihrâz etti.
1 Haziran 1920 tarihinde dersiâm olarak vazifeye başladı. Bu onun ilk memuriyeti idi. 27 Nisan 1921 tarihine kadar dersiâmlığa devam etti.
1922 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi'nin birinci kısmında Türkçe müderrisliği vazifesine başladı.
29 Mart 1923 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi İbtidâ-i Hâric Kısmı, Sarf-ı Arabî Müderrisliği'ne tâyin olundu.
25 Eylül 1923 tarihinde tekrar Türkçe Müderrisliği'ne tâyin olundu.
3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu çıkınca medreseler, önce Maârif Nezareti'ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlandı ve bilâhare tamamen ilga olundu. Süleyman Efendi Hazretleri'nin vazife yaptığı İbtidâ-i Hâric Medreseleri ise, İmam Hatip mektebine tahvîl edildi. Süleyman Efendi bu okulun eğitim kadrosuna alındı ise de, dersiâmlık uhdesinde kalmak şartı ile müderrislikten kendi isteği ile ayrıldı.
1924 yılında kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin kapatılmasına karar verilmişti. Böylelikle dinin klasik medrese usûlüne uygun olarak okutulması yasaklanmıştı. Süleyman Efendi Hazretleri bu vaziyet karşısında büyük bir azim ve gayretle usûlüne uygun olarak aynı tedrîsâtı devam ettirmek istemiş ve bu hususta çareler aramaya başlamıştı. Müderrisler cemiyetinin lağv ve fesh edilmesine dair gelen emir üzerine de bir toplantı yapılmıştı. 520 kadar dersiâmın bulunduğu o toplantıda söz alarak şunları söyledi:
“Arkadaşlar, medreseler lağvedildi. Bu vaziyet karşısında milletin dini ne olacak? Buradan dağılmadan aramızda bir karar alalım. Biz 520 dersiâmız, her birimiz memleketin bir köşesinden gelmişiz. Bizler ilim adamları olarak, bu milletin dînî ihtiyacını daha 50 yıl karşılarız. Memleketlerimize dönünce ikişer talebe bularak, onlara Allah’ın ilmini okutup, dinini belletecek olursak, bu talebeler, 50 sene daha bu milletin dinine kâfî gelirler. Zaten her yüz senenin başında Allah-ü zû'lcelâl'in bir müceddid göndereceği, hadis-i şerîfle haber verilmiştir. Bunu yapmazsak huzûr-i ilâhîde yakamızı mesûliyetten kurtaramayız.”
O, bu sözleriyle kapatılmış olan medreseleri fiilen açık tutmanın çarelerini arıyordu. Süleyman Efendi'nin bu teklifinden sonra bazı dersiâmlar söz alıp dediler ki: “Çok doğru söylüyorsun Süleyman Efendi; ancak, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüğe girdi. Ortalık toz-duman, hayatlarımız tehlikede, bu vaziyet karşısında tekliflerinizi tatbik etmek mümkün olmasa gerek!” Bunun üzerine tekrar söz alan Süleyman Efendi Hazretleri:
“Arkadaşlar, Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu cemiyet hâlinde tedrîsât yapmayı yasaklıyor, bir iki kişiyi yasaklamıyor. Çünkü bir-iki de cem’iyyet yoktur. Ben de size, bir iki kişi okutalım diyorum” dedi. Bunun üzerine bazı müderrisler mahkeme ve hapse düşmekten korktular: “Bu şiddet zamanında bunu da yapamayız” dediler.
Bu defa Süleyman Efendi Hazretleri, dinî tedrisat vazifesini fahriyyen (maaşsız-ücretsiz) yapmağa hazır olduklarını bildirmek üzere, zamanın hükümetine, (TBMM Başkanlığına) bir telgrafla mürâcaatta bulunmayı teklif etti. Ancak, zamanın idaresi tarafından İslâmi faaliyetlere menfi nazarlarla bakıldığını iyi bilen dersiâmlardan bir çokları, böyle bir teklifi de benimsemediler.
Süleyman Efendi de bu teşebbüsün, o günün şartları içinde müsbet karşılanmayacağını çok iyi biliyordu. Ne var ki O, yarın âhirette ellerinde bir belge bulunmasını, bu belgenin belki de bir çok dersiâm için ”Yâ Rabbi! biz senin dinini okutmak istedik, ama imkân bulamadık” kabilinden bir vesîle-i necât olabileceğini düşünüyordu. Uzun müzakerelerden sonra neticede bir kısım dersiâmlar şu meâlde telgraf çekilmesinde mutâbık kaldılar. “… biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, hükümetimizin harb-ı umûmi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısı ile mâlî müzâyaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ilimleri fahriyyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir….” Bu telgrafa gelen cevap: “... Memlekette Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu yürürlüktedir, hilâfına hareket şiddetle cezâyı müstelzimdir” diyordu. Cevap çok açık ve kesindi. Bu hâdiseyi bilâhare talebelerine nakleden Süleyman Efendi şöyle buyururlar:
“Evlatlarım, bir çok dersiâmlar korktular, okutmadılar. Biz korkmadık okuttuk. Allah’a şükür yaşıyoruz. Ama korkanlardan bir çokları ölüp gittiler. Korkunun ölüme faydası yoktur.”
İşte o toplantılarda kabul görmeyen talebe okutma fikir ve hizmetini, kendi evinde iki kızını bizzat okutarak başlattı.
Dersiâmlığın kaldırılmasından sonra vaizliğe başlayan Süleyman Efendi, hayatının son senelerine kadar Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicâmii, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa Camii Kebir'i gibi İstanbul’un büyük câmilerinde halka va'z ederek irşâd vazifesine devam etti.