Uzun bir bayram sürecinin içinden geçiyoruz.
Kendi adıma böylesine uzun tatil süreçlerini pek sevmediğimi söylemeliyim. Üretimin durduğu, düşünme yeteneğinin yerini tatilde ne yapacağız sorusunun aldığı günler nedense uzun süredir hoşuma gitmiyor. “Ben ne mi yaptım?” sorusuna gelince. Tabi ki İstanbul’da kaldım. İstanbul boşalınca, İstanbul yaşanabilir hale geliyor.
Doğal olarak birkaç bayram ziyareti, aile efradı ile buluşma, görüşme şansı, birkaç dost ile oturup sohbet etme imkanı.
Bütün buluşmaların, sohbetlerin tek ortak konusu: “ne olacak bu ekonominin hali?”
Kimi çok karamsar: “iktidar değişse bile gelecek olanlar bu ekonomiyi toparlayamaz” söyleminde.
Kimi biraz daha iyimser: ”artık dibi gördük, bundan sonra çıkışa geçeriz” mealinde bir görüşü savunuyor.
Bana gelince. Türkiye şu anda tam bir çelişkiler yumağı içinde. Dünya sahnesindeki stratejik önemi hiç olmadığı kadar artıyor, ancak bu durumu fırsata çevirecek adımlar atılmadığı için ele geçen şanslar sürekli ıskalanıyor.
Hataların başında hiç kuşkusuz hukukun üstünlüğüne saygılı devlet olmaktan giderek uzaklaşmak yer alıyor. Bana hukuku ve hukuksuzluğu çok basit şekilde anlat dedikleri zaman cevabım: “makul düşünce ile hareket etmek ve makulden giderek uzaklaşmak” şeklinde. Şu sıralarda makulden giderek uzağa düştüğümüz her halde aşikar. Hukukun üstünlüğünden sapıldığı oranda güven erozyonu başlıyor ve bu güven erozyonunun kaçınılmaz sonucu ekonomi üstündeki olumsuz gidişi daha da fazla tetikliyor. Er ya da zamanında yapılacak seçimlerde olası bir iktidar değişikliğinde öncelikle onarılması gereken şey hukuk sistemine olan güveni tekrar tesis etmek olmalı.
İkincisi ise biraz daha çetrefilli duruyor.
Hatırlayalım, uzun tatile girmeden iki hafta önce birbiri ardına zirveler yapıldı. “Grinin tonları” başlıklı yazımda NATO zirvesinin olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışmıştım. NATO Zirvesinin hemen öncesinde de iki zirve daha gerçekleşti. Önce G7, ardından AB zirvesine tanıklık ettik. Şu kadarını söylemekle yetinelim, Türkiye artık AB’nin genişleme perspektifinde yer almıyor. Yukarıda vurguladığımız makulün dışına kaymak, mevcut haliyle demokrasi rayından çıkmak vb. gerekçelerle 20 yıl önceden çok daha gerilere gitmiş durumdayız. AB’ye itirazlarımız olabilir, bunlar zaten iki yüzlü, samimiyetsiz ülkeler gurubu denilebilir. Ben de bu eleştirilerin bir kısmına katılırım, ancak mevcut görünüm bu şekilde. Peki ya NATO zirvesinin değerler manzumesine vurgu yapan sonuç bildirgesi? Neyse daha fazla yorum yapmayalım.
Bütün bunlar olup biterken altılı masanın vizyon eksikliği de dikkat çekmeye devam ediyor. Hiçbir şey yapmasak bile nasıl olsa iktidar oluruz düşüncesi belirli bir rehavet algısını beraberinde getiriyor. İyi de yukarıda kabaca çerçevesini çizmeye çalıştığım AB ile ilişkilerin geleceği, NATO Zirvesinin ardından yeniden şekillenmekte olan dünya paradigması içinde Türkiye’nin yerinin ne olacağı konularına şimdiye kadar herhangi somut bir yanıtın gelmemesi ciddi sorgulamalara yol açıyor.
Tam bu satırları yazarken AİHM’in Osman Kavala ile ilgili kararının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 46/1 maddesinin ihlali olarak kabul edilmesi de herhalde yaranın üstüne tuz biber ekilmesi anlamına geldi. Şimdi ne olacağını büyük belirsizlikler içinde izlemeye devam edeceğiz.
Türkiye’yi kaybetme endişesi ile pek fazla sesini yükseltmemeye çalışan Batı dünyası mı karşımızda olacak? Yoksa Türkiye’den tamamen vaz geçen ve iddia ettiği kendi değerlerine referans gösteren bir Batı mı?
Evet çok zorladık, onlar da zorlanıyor. Politikanın iki yüzlülüğü de her halde bu noktadan kaynaklanıyor.
Neyse, enseyi karartmayalım. Herkese yeniden iyi bayramlar.
Kendi adıma böylesine uzun tatil süreçlerini pek sevmediğimi söylemeliyim. Üretimin durduğu, düşünme yeteneğinin yerini tatilde ne yapacağız sorusunun aldığı günler nedense uzun süredir hoşuma gitmiyor. “Ben ne mi yaptım?” sorusuna gelince. Tabi ki İstanbul’da kaldım. İstanbul boşalınca, İstanbul yaşanabilir hale geliyor.
Doğal olarak birkaç bayram ziyareti, aile efradı ile buluşma, görüşme şansı, birkaç dost ile oturup sohbet etme imkanı.
Bütün buluşmaların, sohbetlerin tek ortak konusu: “ne olacak bu ekonominin hali?”
Kimi çok karamsar: “iktidar değişse bile gelecek olanlar bu ekonomiyi toparlayamaz” söyleminde.
Kimi biraz daha iyimser: ”artık dibi gördük, bundan sonra çıkışa geçeriz” mealinde bir görüşü savunuyor.
Bana gelince. Türkiye şu anda tam bir çelişkiler yumağı içinde. Dünya sahnesindeki stratejik önemi hiç olmadığı kadar artıyor, ancak bu durumu fırsata çevirecek adımlar atılmadığı için ele geçen şanslar sürekli ıskalanıyor.
Hataların başında hiç kuşkusuz hukukun üstünlüğüne saygılı devlet olmaktan giderek uzaklaşmak yer alıyor. Bana hukuku ve hukuksuzluğu çok basit şekilde anlat dedikleri zaman cevabım: “makul düşünce ile hareket etmek ve makulden giderek uzaklaşmak” şeklinde. Şu sıralarda makulden giderek uzağa düştüğümüz her halde aşikar. Hukukun üstünlüğünden sapıldığı oranda güven erozyonu başlıyor ve bu güven erozyonunun kaçınılmaz sonucu ekonomi üstündeki olumsuz gidişi daha da fazla tetikliyor. Er ya da zamanında yapılacak seçimlerde olası bir iktidar değişikliğinde öncelikle onarılması gereken şey hukuk sistemine olan güveni tekrar tesis etmek olmalı.
İkincisi ise biraz daha çetrefilli duruyor.
Hatırlayalım, uzun tatile girmeden iki hafta önce birbiri ardına zirveler yapıldı. “Grinin tonları” başlıklı yazımda NATO zirvesinin olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışmıştım. NATO Zirvesinin hemen öncesinde de iki zirve daha gerçekleşti. Önce G7, ardından AB zirvesine tanıklık ettik. Şu kadarını söylemekle yetinelim, Türkiye artık AB’nin genişleme perspektifinde yer almıyor. Yukarıda vurguladığımız makulün dışına kaymak, mevcut haliyle demokrasi rayından çıkmak vb. gerekçelerle 20 yıl önceden çok daha gerilere gitmiş durumdayız. AB’ye itirazlarımız olabilir, bunlar zaten iki yüzlü, samimiyetsiz ülkeler gurubu denilebilir. Ben de bu eleştirilerin bir kısmına katılırım, ancak mevcut görünüm bu şekilde. Peki ya NATO zirvesinin değerler manzumesine vurgu yapan sonuç bildirgesi? Neyse daha fazla yorum yapmayalım.
Bütün bunlar olup biterken altılı masanın vizyon eksikliği de dikkat çekmeye devam ediyor. Hiçbir şey yapmasak bile nasıl olsa iktidar oluruz düşüncesi belirli bir rehavet algısını beraberinde getiriyor. İyi de yukarıda kabaca çerçevesini çizmeye çalıştığım AB ile ilişkilerin geleceği, NATO Zirvesinin ardından yeniden şekillenmekte olan dünya paradigması içinde Türkiye’nin yerinin ne olacağı konularına şimdiye kadar herhangi somut bir yanıtın gelmemesi ciddi sorgulamalara yol açıyor.
Tam bu satırları yazarken AİHM’in Osman Kavala ile ilgili kararının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 46/1 maddesinin ihlali olarak kabul edilmesi de herhalde yaranın üstüne tuz biber ekilmesi anlamına geldi. Şimdi ne olacağını büyük belirsizlikler içinde izlemeye devam edeceğiz.
Türkiye’yi kaybetme endişesi ile pek fazla sesini yükseltmemeye çalışan Batı dünyası mı karşımızda olacak? Yoksa Türkiye’den tamamen vaz geçen ve iddia ettiği kendi değerlerine referans gösteren bir Batı mı?
Evet çok zorladık, onlar da zorlanıyor. Politikanın iki yüzlülüğü de her halde bu noktadan kaynaklanıyor.
Neyse, enseyi karartmayalım. Herkese yeniden iyi bayramlar.