BAŞÖRTÜSÜ İLE ÖNE ÇIKAN KÖKLÜ DEĞERLER
Başörtüsü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça işaret edildiği (24/31) gibi, İslâm’ın kadın giyimi için öngördüğü örtünmenin vazgeçilmez bir unsurudur. O, örtünmeyi bütünleyişi ile Müslüman giyimini çağrıştırır. Müslüman hanımlar önce başörtüleriyle bilinir ve tanınırlar. Diğerlerinden bununla farkedilirler. Ve başörtüsünün onlar için dinî bir icab oluşu ise, ilmî bakımdan tartışmasızdır.
Müslüman hanımların büyük çoğunluğu başörtüsü gereğine fiilen ve saygı ile uyarlar. Böylece, yaşayışlarının bütünü için olduğu gibi, giyim hususunda da dini meşruiyeti esas tutar ve aynı çizgiyi izleyen geleneği hassasiyetle sürdürürler. Onlardan bir kısmının ise, seküler giyim kültürünün etkisi altında kaldıkları için başörtüsü kullanmadıkları da bir gerçektir. Şerî kuralı tanımaları ve işi inkâra vardırmamaları kaydıyla bu durumun, onlar hesabına günah olmakla beraber, imanlarını tehlikeye atmak anlamına gelmediği, genel kabul gören bir kanaattir. Ancak, bireysel ve müstakil olaylar için böyle düşünmek mümkün ise de, bu davranışın ısrarlı, sistematik ve yaygınlık kazanmış bir eğilim hâlinde süreklilik arzetmesi ve ümmetin bütünlüğünü tehdit etmesi durumunda aynı tahlilin savunulamayacağı da açıktır. Çünkü bu takdirde, böyle yapanlar, inkarcılarla aynı safta yer almış; örtünme karşısında tavır belirlemiş ve onu fiilen kaldırmak anlamına gelen somut bir kararlılık sergilemiş olurlar. Bu aykırılığın, dini hükmü reddetme noktasına götürülmesi hâlinde ise, iman açısından esaslı bir sorun oluşturacağı zaten bellidir.
Sadece bir günah seviyesinde kalarak ya da küfür noktasına götürülmüş ısrarlı bir masiyet hâline dönüştürülerek başörtüsü gereğinden fiilen uzaklaşılması; herhalde İslâm topluluklarının sekülerleşmesinin ve bu bağlamda özellikle yabancı kültürlerin etkisi altında kalmalarının çarpıcı neticelerinden biridir. Bu anlamda tipik bir yabancılaşma olgusudur. Asıl sorun da olayın bu karakterinden kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, başörtüsüne karşı duranlar, konuyu sekülerleşme yönünde stratejik bir fırsat sayar ve başörtüsü için sergiledikleri muhalif tavırlarını onu toplum dışı tutmak hususunda ısrara vardırırlar. Bu kesim için asıl mesele, toplumu İslâm’dan uzaklaştırmak (ya da dinin etki alanını daraltmak) ve böylece de seküler zihniyet için dönüştürmektir. Hedefleri önce başörtüsünü kaldırmak, sonra da onun çağrıştırdığı değerleri bütünüyle unutturmaktır. Müdahaleci ve baskıcı tutumlarının altındaki sebep budur.
Konu sadece Türkiye’nin ve bazı İslâm ülkelerinin bir meselesinden ibaret değildir. Başörtüsü, Müslümanların yaşadığı hemen bütün coğrafyaların; demografik yapısı gayrimüslim ağırlıklı toplumların ve özellikle Batılı ülkelerin de gündemine girmiştir. Her birinde farklı düzeylerde ve değişik gerekçelerle onları da meşgul etmektedir. Bizde toplumu dönüştürme amacıyla yürütülen yasakçı politikanın yansıdığı bu konu; onlar için, Müslümanlığın kendi toplumlarını nasıl etkileyeceğini değerlendirmeye çalıştıkları güncel bir vakıadır. Bazen içlerinde, meseleyi kendileri hesabına potansiyel bir tehdit gibi algılayıp yasakçılığa meyledenler çıksa da, bu gün için genel olarak bizim yasakçılarımıza göre çok daha hoşgörülü ve müsaadekâr davrandıkları bir vakıadır.
Başörtüsü İslâm Dininin belli bir gereği ve örtünen kadının vazgeçilmez bir kıyafet unsuru olduğuna göre, ona yönelik düzenlemenin din özgürlüğü ile doğrudan irtibatlı olacağı açıktır. Onun kullanımının kısıtlandığı ya da baskı altına alındığı bir düzenlemenin ise, din özgürlüğüne ve dinini yaşama hakkına aykırı olacağı belli ve kesindir. Din özgürlüğü, halihazır uluslararası belgelerde daima ‘insan hakları’ kategorisinde temel bir hak ve özgürlük mevzuu olarak kaydedilmişken, buna rağmen başörtüsünü ısrarla yasak hudutları içinde tutmanın hukukî bir izahı elbette olamaz. Şu halde, meşru dayanağı bulunmayan birtakım düzenlemelerle baskıya maruz tutulan Müslüman kadınların bu konuda, esasen ilke düzeyinde tanınmış olan haklarını kullanmak istemeleri; önlerindeki engellerin kaldırılmasını talep etmeleri ve muhataplarına, kendilerini bağlayan hukuk esaslarını ve taahhütlerini hatırlatmaları elbette doğaldır.
Evet, yasal savunma ve hak talebi gereklidir; istenen sonuca gitmek için ilk planda tutulması lazım gelen yoldur. Ancak daha önemli olan, bu hak talebinin arkasındaki ihtiyacın tanıtılması ve anlatılmasıdır. Çünkü en azından bir kısım muhataplarımız bunu hâlâ layıkıyla bilmiyor. Hangi gerçek icaba karşılık olduğu bilinmeyen talepler ise, beklenen ilgi ve saygıyı görmüyor. Asıl anlamlı olan, başörtüsünü de lüzumlu kılan örtünme kavramının nasıl köklü ve soylu bir insanî gerekliliğe karşılık bulunduğunun izahıdır. Kısacası Allah’ın Dininin örtünmeyi hangi hikmetlerle gerekli kıldığıdır.
Örtünme Eğilimi Fıtrî Yapıdan Kaynaklanıyor
Kadın olsun erkek olsun insanlar için örtünme eğiliminin fıtrî bir temeli vardır. Âdem ile eşinin cennetten inişleri ile sonuçlanan olay da bunu göstermektedir: “Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan çıplaklıklarını (çirkin yerlerini) açmak için, ikisine de vesvese verdi (fısıldadı) ve: ‘Sizi Rabbiniz, başka bir şey için değil, sırf melek olmayasınız yahut ebediyyen kalanlardan olmayasınız diye bu ağaçtan menetti’ dedi ve ‘Herhalde ben sizin hayrınızı isteyenlerdenim’ diye ikisine de yemin etti. Böylece kandırarak ikisini de düşürdü. Bu suretle ne zaman ki o ağacı tattılar, ikisine de çıplaklıkları açılıverdi ve cennet yapraklarından üst üste üzerlerini örtmeye koyuldular...” (7/20-22) “Ey Âdemoğulları! Şeytan ana-babanızı, çıplaklıklarını kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de aldatmasın...” (7/27)
Bunun üzerine onlar, pişmanlık içinde hemen Allah’a sığınarak: “Her ikisi, ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Ve eğer Sen bizi mağfiret etmez, merhamet buyurmazsan, şüphe yok ki, kaybedenlerden oluruz’ dediler.” (7/23)
Ve Allah’a dönüş yapıp tevbe ettiler: “Sonra âdem, Rabbinden kelimeler (birtakım ilhamlar) aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (2/37)
Burada tasvir edilen olayda, insanın mâsiyeti ile ayıp yerlerini farkedişi ya da çıplaklığını hissedişi arasındaki bağlantıya işaret edilmiş; günah ile utandırıcı açıklığın birlikte görünüşüne dikkat çekilmiştir. Bu suretle Âdem ile eşinini şahıslarında insanoğlunun, dosdoğru ilerlemek yerine, kayba uğrayışı ve engellenişi ile neticelenen ve onu açmaza düşüren bu iki tehlikenin birbirine yakınlığına vurgu yapılmış ve buna karşılık kendisinin, pişmanlık içinde hemen örtünerek tevbe edişindeki paralellik de ayrıca resmedilmiştir. Buna göre, günaha ve çıplaklığa karşı bilincin uyanışındaki benzerlik, tevbe ile örtünme arasında da aynen vâriddir. Şu halde, aykırılık çizgisinde ortak olan günah ile çıplaklık konularında insan tutarlı olmalı; hem tevbeye, hem de aynı doğrultuda örtünmeye yönelmelidir. Başka bir ifadeyle örtünme de, aynı tevbe gibi bir kulluk gereği olarak benimsenmeli ve yerine getirilmelidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de günahlar için tevbe gibi, gerekliliğine pek çok yerde işaret edilen ‘istiğfar’ın kelime olarak aslı ‘ğa-fe-ra’dır ki, bu da, “bir nesneyi kirden ve pastan koruyan bir mahfaza ile örtmek” (bkn. El-Müfredat, Râgıb el-Isfahânî, ĞFR maddesi) anlamına gelmektedir. Bununla, insan için günahlarının örtülmesi ve artık onu lekelemekten çıkarılması talep edilmiş olur ki, tevbenin bir başka ifadesidir. Şu halde, temel bir bağışlanma duası olarak istiğfar da, gene örtünme fiilini hatırlatan benzer bir kavramla ifade edilmiştir.
Keza, Allah’ın mü’min kullarının seyyiatlarını bağışlayacağını belirtmek için Kitapta 14 yerde geçen ve sözlükte ‘örtmek, gizlemek; nankörlük etmek’ manalarına gelen ‘küfr’ kökünden ‘keffera’ ‘yükeffiru’ kelimeleri de; gene tamamen ‘örtmek’ ya da ‘silmek’ demektir. Böylece vahyin dilinde bağışlanma ile örtünmenin benzer ve paralel oluşları, -aynen tevbede olduğu gibi- günahları tamamen silip gidermeyi belirten ‘keffera’ ‘yükeffiru’ kelimeleriyle de bir kere daha vurgulanmıştır.
İnsanın giyinen bir varlık olarak diğer yaratılmışlardan ayrılması, Rabbinin ona olan pek özel bir lütfudur: “Ey Âdemoğulları! Size çıplaklıklarınızı gizleyip örtecek elbiseyi elbette Biz indirdik. -Kuş tüyünü de.- Fakat takvâ elbisesi; işte o, sırf hayırdır. İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki, düşünüp hatırlarlar...” (7/26) Böylece giyinerek çıplaklığımızı örtüyor ve hoş bir görünüm kazanıyoruz. Elbisenin Allah tarafından indirilmesi, insan için giyinip-örtünerek çıplaklıktan kurtulmanın, Rabbimizin bir emri olduğu anlamına gelir. O’nun, insanın giyinip örtünmesinden hoşnut olacağının bir ifadesidir.
Âyette yer alan ve ‘sırf hayr’ olarak nitelenen ‘takvâ elbisesi’ ibaresi ise, elbisenin ve örtünmenin amacını ve asıl hedefini belirtmektedir. Bu da takvâ sahibi olmaktır. Takvâ, insanın kendisini, âhirette telâfisi olmayan ağır kayıplara ve kalıcı bir azaba sürükleyecek olan; dünyada da onun için sıkıntı ve yıkımla sonuçlanacak bulunan şeylerden sakınması; korkup çekinmesi anlamına gelmektedir. Günah ve isyandan korunmanın yolu budur. Takvânın bir elbise gibi resmedilmesi ise, onun insanı, her yönden bütünüyle kuşatan; ahlâkî tehlikelere kapatan; kötülük ve uygunsuzluklara sürüklenmesini engelleyen manevî bir örtü mesabesinde oluşundandır. Örtünmenin, asıl amaç olan ahlakî korunma için, onu ifham eden bir başlangıç ve amelî bir gereklilik olduğuna da böylece dikkat çekilmiştir. Evet elbise, takvâyı çağrıştırır ve aynı zamanda ona hizmet eder. Cenâb-ı Hakk, Âdemoğullarına elbise nimetini indirirken aslında onlarda takvâ bilincini uyandırmayı murad etmiştir. Çünkü bu fizikî icab, takvâ için bir hazırlık mahiyetindedir. Giyinip örtünmenin, düşünülmesi gereken asıl anlamı da buradadır. Şu hâlde giyinmek ve örtünmekle aslında takvâ bilincine vararak ona yönelmiş olmalıyız.
Bu bakımdan, örtünün arkasında sakınma psikolojisi ve edep daima hissedilmeli; takvâya bakan niyet ve irade kararlılığı iyice anlaşılmalıdır. Örtünen insan, kendisini haramdan uzaklaştıran, başkaları için kendi fiziğini bir fitne mevzuu olmaktan çıkaran örtülerini severek-sevinerek bürünmelidir. Ona, nâmusu ve haysiyeti için koruyucu bir tedbir, bir vasıta olarak sarılmalıdır. Onun içinde huzur ve sekînet bulmalı; onu teennî ile, mazbut ve abartısız bir içtenlikle taşımalıdır.
Burada ‘kuş tüyü’ anlamına gelen ve istiare olarak ‘süs kıyafeti’ni ifade eden ‘rîş’ kelimesi ise; avret yerlerini (çıplaklığı) örten (çamaşır gibi) temel giyim unsurlarına ek olarak, örfen yakışıklılık ve zarafet için giyilen kıyafeti belirtmektedir. O da giyimin, ifa ettiği rolü daha üst bir düzeye yükselten nitelikli bir tezahürü ve elbette gene Allah tarafından bahşedilmiş -ve insana yakıştırılmış- ayrı bir lütuftur.
Evli çiftler için: “... Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz ...” (2/187) buyurulmuştur. Burada da eşler, daima birlikte, içli dışlı oldukları; birbirlerinin cinselliklerini gayri meşru yönelişlerden korudukları ve ayıplarını dışarıya karşı gizledikleri için elbiseye benzetilmişlerdir. İnsan cinselliğini nikah esasına bağlayan ve aile kurumu içinde çözen kadîm ahlâkı ve eşler arasındaki sıcak muhabbeti vurgulayan pek hoş bir istiaredir.
İnsan zaman zaman tefekkür için yalnız kalmaya, kendini toplumdan tecride ihtiyaç hisseder. Bazen inzivaya çekilerek nefsi ile baş başa kalmak ve böylece sekinet içinde kendini dinlemek özlenen bir şeydir. Bu konuda mescidlerde tek başına kalarak kendini ibadete ve tefekküre vermeyi belirten itikafı hatırlamalıyız. Ayrıca, bildiğimiz oruçtan başka, eskiden bazen, hiç dünya kelamı etmemek şeklinde bir oruç türü uygulandığı ya da bunun, orucun bir gereği gibi telâkki edildiği de bilinmektedir. (msl. 19/26) Bütün bunlarda imsâkı esas alan bir tutum ile insanın nefsini varlık alanından mümkün olduğunca çekmesi söz konusudur. İbadet kastıyla nefsin, mutad faaliyetlerden bir süre uzaklaştırılması ve sıradan meşgalelerin dışında tutulması hedeflenmektedir. Bedenin örtülmesinde de böyle bir imsâk; nefsini tutma, tecrid etme ve geri çekme esprisi vardır. Genel olarak ibadet psikolojisinin bir yansıması olan imsâk, bir sakınma davranışı olarak örtünmede de hissedilir. Giyinip örtünmek, vücudu gözlerden gizlemek, yabancı bakışlardan çekmek demektir. Şüphesiz, bu amaç için kıyafetlerini bir disiplin içinde belirli sınırlar içine çekip düzenlemek de özel bir çaba ister, dikkat ve itina işidir. Şu halde ibadetlerin imsâkî tabiatı, örtünme sonucuna yönelen gayretlerin de ana hassasiyetidir.
Aynı çizgide, bazen olağan dışı durumlarda, hatta fevrî bir davranışla, sarınıp örtünmek de gerilimden kurtulmak için arzulanabilir. Tabii hâletine dönene kadar, heyecanını yatıştırmak için sarınmak ihtiyacı hissedilebilir. Zaten elbise ve örtü de bir çeşit sığınak gibidir. Peygamberimiz (sav) vahyin başlangıç döneminde böyle hâller yaşamıştır. Muhatabı olduğu vahyin azameti karşısında ürpermiş ve sükûn bulmak için iyice bürünüp örtünmüştür. Müzzemmil sûresinin “Ey o örtünen!” ve Müddessir sûresinin de “Ey bürünen!” şeklinde Rasûlullah’a hitapları bunun delilleridir. Belki bu hitaplarda bir ilâhî rıza ve iltifat nüktesi bulunduğu; çünkü tertemiz heyecanlarıyla Rasûlullah’ın örtünmesinin, beşerin kendine özgü soylu bir hâlini temsil ettiği düşünülebilir.
Örtünme, inanan insanın yaşayışına merkez edindiği ibadetinin de temel bir şartıdır. Bu da onun aslî önemini zaten ortaya koymaktadır. Şu bilinir ki, namaz kılmak için önce vücudun görünmemesi gereken yerlerinin örtülmesi lazımdır. (Setr-i avret bahsi.) İnsanın yaratılış hikmetine yaraşan en soylu davranışı ibadetlerinde, özellikle de namazlarında görünür. Bu bakımdan, namazında örtünmenin vazgeçilmezliğini bilen bir mü’min, bunu hâliyle ibadetini bütünleyen bütün öbür etkinliklerine de taşıyacaktır. Çünkü ibadetleri ile tutarlı bir doğrultuda yaşamak onun için ahlâkî olan yoldur. Bu anlamda ibadet için örtünme, sırf orada kalmaz ve insan hayatının bütününe hâkim bir gereklilik hâlinde özümsenir.
Ego ve Dini Bilincin Uyanışı
Varlığa getirildiği andan itibaren insan, kendisini çepeçevre kuşatan dış âlemi gözlemlemekle, orada Allah’ın âyetlerini (O’nu işaret eden belirti ve delilleri) okur ve her şeye hükümran olan ilâhî gerçekliği derinden hisseder. O’nun aşkın kuşatıcılığı ile muhatap bulunduğunu anlar. Kendi benliği ile dış âlemin ayrılığını farkeder. Egosunun (kendi mevcudiyetinin) şâhidi olur. Böylece korunma/sakınma duygusu ile donanır ve insiyakî bir eğilimle kendi ‘özel’liğini kıskanan bir varlık hâline gelir. Kendisinde uyanan güçlü hâyâ duygusunun kaynağında da bu vardır. Kusurlardan, çirkinliklerden, hata ve uygunsuzluklardan hep utanılır. Kişisel zaaflar da böyledir. Çünkü bunların, Allah’ın huzurunda ve hemcinslerinin arasında kendi varlığı için yakışıksız düştüğünü sezmiştir.
Egonun belki en uç ve en çetin tezahürü cinsellikte ortaya çıkar. Benliğin bu zorlu belirişi ile insan, bireyliğini ve kendine özgü bir varlık oluşunu çarpıcı bir şekilde algılar. Bu yüzden hâyâ duygusu özellikle cinsellik etrafında gözlemlenir. Sonra, psiko-sosyal mahiyette bir manevî disiplin olan edep, hâyâ hissinin bir türevi olarak gelişir. Yüksek ahlâka özenen ve beşerî ilişkileri güzelleştiren kişilik yapılanışı böylece vücut bulur. İnsanın kulluğunu idraki ve dinî bilincinin canlanması da bu yapı üzerinde gerçekleşir. Çünkü imana erişmek, kendi nefsinin farkında olmakla yakından alâkalıdır.
Giyimin, Zarurî Olmaktan Öte Hizmetleri Vardır
Cenâb-ı Hakk, insan vücudunu nahif yaratmış, diğer canlılardan farklı olarak ona ilk planda doğa ve iklim şartlarına karşı giyinerek korunma zaruretinde olan bir beden vermiştir. Aynı zamanda, onda ben şuurunu ve hâyâ hissini var etmiş; giyinmek için kendisine gereken her şeyi hazırlamış ve bunları kullanıp yararlanacak zeka ile de donatmıştır. Fakat giyimin asıl görevi -yukarıda da temas ettiğimiz gibi- onun takvâya hizmet etmesi ve muttaki insan idealine zemin oluşturmasıdır. Bunun için beşerî ilişkilere yüksek bir vasat hazırlaması; edep, zarafet ve insanî güzelliklerin mümkün olacağı uygun bir düzey sağlaması ve herhalde ortamı cinsel istismara elverişli olmaktan çıkarmasıdır. Ama bunun gerçekleşmesi örtünmedeki hikmetin kavranmasına ve ona saygı duyularak sadâkat gösterilmesine bağlıdır. Tesettüre aldırmayanlara gelince, seküler tutumlarıyla onlar, giyimi asıl esprisinden saptırıp dönüştürmüş ve takvâ hedefi ile uyuşmayan bir yöne çekerek kötüye kullanmış oluyorlar. İman ile ve kulluk esası ile bağdaşmayan bir tavır üzere gidiyorlar.
İnsan cinselliği inkâr edilemez. Onu görmezden gelen ya da yok farzeden bir toplum yapılanması sağlıklı olamaz. İki cinsin karşılıklı konumlarını ve hassasiyetlerini göz ardı eden ve bu bağlamda giyim konusunda cinselliği görmezden gelen bir yaklaşımla isabetli çözümlere ulaşılamaz. Bu alanda insan cinselliğini temel ve gerçek bir veri olarak hep dikkate almak zarureti vardır.
Her iki cinsin fizikî ve psikolojik bütün varlıkları, karşılıklı olarak birbirleri için cinsel anlam ve değer taşır ve bu yüzden de mahremiyet çerçevesi içinde yer alır. Kadîm cinsel ahlâk ve evlilik kurumu önemini koruduğu sürece, mahremiyet ve örtünmede temel kriter bu olacak ve meselenin fıkhı (düzenleyici hükümleri) bu esasın etrafında şekillenecektir. Özetle, cinsel olan evliliğe hasredilecek ve dışarıya karşı örtülecektir.
Örtünmede cinselliğe ait olanı -haram hudutları içinde bulunduğundan- tecrid etme ve gizleme vardır. Taa ki, cinsel anlam ve değer taşıdığı için kişisel sakınmaya bir vesile olan insan vücudu örtülerek korunsun, serbestçe ulaşılamayan bir hususiyet olarak saklı kalsın ve haram ilgilerin konusu olabilmek ihtimalinden çıkarılsın. Bu köklü tavır, evlilik dışı cinsel ilgilerin tamamını -hangi düzeyde olursa olsun- (zinaya varmasa bile) mübah saymamak ve insan bedenini mahrem olmayan kimseler için, onların ilgilerinden sakınmak demektir. Örtünmenin kapsamı da bunun için geniş tutulmuştur.
Burada fıtrata uygun bir tutum, cinsel potansiyelin doğasını olduğu gibi gözeten gerçekçi/köktenci bir değerlendirme ve sonuç itibariyle sağlıklı bir tavır söz konusudur. En önemlisi de bunun, kulluk bilinci ve ibadet yönlenişine hizmet etme bakımından haiz olduğu elverişliliktir. Bu noktada cinselliğin makul şekilde tecridi ve insan üzerindeki cinsel baskının -mümkün olduğunca- azaltılması kastedilmiştir ki, bu da helâl-haram ayırımının netleşmesi sonucu, bu ayırımı esas alan bir örtünme ile kabildir.
Aile ve Etrafındaki Değerler Korunmak İsteniyorsa
Allah’ın Dini’ne dayanan kadîm ahlâk, insan cinselliğini nikah bağına ve aile yapılanmasına hasretmiştir. Bunun dışı hukuken tanınmaz ve himaye görmez. Bu sebeple erkek ile kadın ilişkilerinde serbestlik anlayışının, imanlı ve dindar insanlarca kabulü söz konusu olamaz. İki cins arasında serbestliğe rıza gösteren, müsaadekâr davranan veya en azından müsamaha gösteren tavrın tamamen ters olduğu pek açıktır. Kadîm ahlâkı yaşatan İslâmiyet, bu konuyu disiplin altına almış; erkek ile kadın arasında birlikteliği hayli sınırlayarak net kurallara bağlamıştır. Örtünmeyi ilke edinmesi de bunun bir devamı mahiyetindedir. Bu bakımdan, genel olarak Batı’da bu konuda fiilen (de facto) ve hukuken (de jure) geçerli olan anlayışı, gevşeklik ifade eden alışkanlıkları ve değer yargılarındaki çözülmeyi Müslüman toplumundan beklemek ve ona taşımaya kalkışmak boşunadır. Bu tesbit elbette, konunun bir devamı olarak şekillenen seküler giyim hususunda da aynen geçerlidir.
Şu bir gerçek ki, örtünmenin egemen olduğu bir kültürde, cinselliğin evlilik yoluyla tabii ve ahlâkî çözümüne doğru güçlü bir yönleniş olacak, herkes uygun çözümün evlilikte olduğu bilincini kazanacaktır. Böyle bir toplumda gençler, çok erken çağlarından itibaren cinsel ilgi ve yönlenişlerini, kendilerine bu yönde akseden toplum şuuruna göre belirleme (ya da terbiye etme) yoluna gireceklerdir.
Görülüyor ki, aile yapılanması ve onun etrafında şekillenen mahremiyet kavramı örtünme ile bütünlenir. O gözetilmemişse, toplumun nüvesi, güçlü bir desteğinden mahrum kalır ve cinsellik yavaş yavaş aile dışı çözümlere yönelir. Bu sadece nazarî bir ihtimal değil, tecrübe edilmiş yaşanan bir vakıadır. Bu durumda, hâlen Batı’da görüldüğü gibi, evlenme bir külfet gibi görülür, nikahsız birliktelikler sıradanlaşır ve evlilik dışı çocuk sayısı gitgide artar. Nesep sağlığı ve hukuku tehlikeye girer. Akrabalık bağları gölgelenir. Mal varlığının nesiller arasında intikalini düzenleyen miras hükümleri de anlamını yitirir. Kadîm ahlâktan destek alan kavramların oturmuşluğu tamamen sarsılır. Başta aile olmak üzere, onun vücut verdiği kavram ve kurumlar, temellerini kaybeder ve istikrarlarını borçlu oldukları zeminleri altlarından kayar.
Manevî ve Psikolojik Sağlık Örtünmeyi İşaret Ediyor
Bütün insanlar şu veya bu şekilde giyinirler. Ancak giyinmenin takvâya yönelik, onu çağrıştıran ruhunu sezgileriyle ve onun da ötesinde bilinçle yakalayanlar imanlı insanlardır. Onlar ilk bakışta sıradan bir iş gibi görünen giyim konusunu, örtünmeyi esas alarak “Müslümanca bir iş ve tavır” hâline dönüştürmüş; kıyafet kültürlerini dinî ve ahlâkî hassasiyetlerinin yansıdığı mazbut bir çizgide şekillendirmişlerdir. Böylece onların giyinişleri, başlı başına ahlâkî bir titizlik ve özen ifadesi olmuştur.
Açıklığın bir çeşit cinsel istismar olduğu ortadadır. Kışkırtıcı rolü ile o, karşı cins için ister istemez istismar anlamı taşır. Çünkü açıklıkta kaba ve ilkel bir çekicilik vardır. Zaten bu çekicilik kötüye kullanılmak suretiyle insanlar etkilenmek istendiği için bu yola gidilmiştir. Yaygın bir şekilde açıklığın geçerli olduğu bir kültürde alışkanlık ve olayın sıradanlığı, içinde yaşanan ilkel yapının istismara elverişli karakterini değiştirmez. Hâkim kültürün böyle yapılanmış olması ve buna alışılmış olunması cinsel câzibenin etkileyiciliğini kaldırmaz. Açıklıkta karşı cins ile, cinselliğin sürekli dahil bulunduğu bir iletişim ortamı vardır; istismar da her zaman mümkün ve kolaydır. Karşı cinsin zaaflarına ve ahlâkî hafifliklerine meydan açıktır. İnsanlar iletişim ve ilişkilerini, böylesine ilkellikle malûl bir ortamda sürdürmek durumundadırlar. Zira açıklığı ve sonuç olarak cinsel câzibeyi olağan ve sıradan bir olay hâlinde serbest bırakmak, insanlar için onu öne çıkarmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu da ortamı kaba ilkelliğe açık tutmak anlamına gelir. Böyle bir ortamda karşı cins -hiç değilse ilk planda- bir nesne, bir eşya gibi görsel yönü ile algılanabilir. Oysa insana asla bu gözle bakılmamalıdır. Çünkü o, herhangi bir obje değil, fizikî ve anatomik yapısının ötesindeki hüviyeti ile muhatap alınması gereken bir varlıktır.
Şunun açıklıkla ve dürüstçe teslim edilmesi gerekir: Haddizatında çok güçlü ve baskın bir eğilim olan cinsellik, özellikle gençlik yıllarında insanların çok büyük bir kısmı için zaten denetimi çetin bir sorundur. Bu zor sorunlarında, üzerlerindeki baskıyı azaltmak için insanlara yardımcı olmak gerekirken, bunun aksini yapmak; yani, nikah ve aile kavramını umursamayan bir tavırla açıklığı benimsemek ve mahremiyete ilişkin ahlâkî endişeleri göz ardı ederek erkek-kadın beraberliğine alabildiğine müsaadekâr davranmak, işi tamamen zorlaştırıp çıkmaza götürmekten başka bir şey değildir.
Böyle zorlaştırılmış bir ortamda beşerî ilişkiler rahatsız ve ruhen yorucudur. Özellikle ibadet psikolojisi yönünden pek aykırı, hırpalayıcı ve hayli zorlaştırıcı münasebetlerdir. İnanan insan için temel öncelik olan kulluğunu yaşama esprisine ve nefsin arınmasını ve terbiyesini amaçlayan dinî öğretimin bütününe terstir.
Örten Kıyafet Hem Ahlâkî Hem de Güzeldir
Örtünmeye karşı olanlar onu estetik bulmuyorlar. Halbuki örten kıyafet, hem etik icapların; hem de estetiğin gereklerini karşılayan bir sonuçtur. Önce şu esasta anlaşmak gerekiyor; estetik tek başına ele alınamaz. Nasıl insan ancak bütün vecihleriyle birlikte düşünülüyorsa, estetik de etik ile aynı anlam bütünlüğü içinde mütalaa edilmek gerekir. Çünkü bu iki kavram, ilâhî hikmetin iki ayrı vechine karşılıktır. Ama farklı boyutlara karşılık oluşları zıtlık ya da aykırılık anlamı taşımaz. Birbirini bütünler ve asla ters düşmezler. Bu yüzden ürettikleri çözümler aynı doğrultuda ve paraleldir. Estetik sonuçların etik değerleri askıya aldırması veya ahlâkî icapların estetik yönden aykırı sonuçlar doğurması söz konusu olamaz. Birbirini tamamlayan değerlerde çelişkiden bahsedilemez. Bir şeyi ahlâken benimsemişsek, estetik yönden de severiz. Gene bir şey estetik bulunmuşsa, bu onun esasen ahlâkî değer taşıdığındandır.
Ama fıtrata ve kadîm ahlâkî değerlere yabancılaşmış gönülleri bu konuda ikna etmek kolay olmuyor. Onların gerçeklik algıları bölünmüş olduğu için, etiği hiç hatıra getirmeden hep estetikten söz edebiliyorlar. Oysa imanlı insan, bu ikisini birlikte düşünmek ve gözetmek durumunda olduğunun farkındadır.
Fizikî yapılarıyla güzel sayılanların bunu teşhirleri, ondan yoksun bulunanlar için bir tür ayırımcılık olduğundan utandırıcıdır; edep ve ahlâk dışı bir davranıştır. Her açıklık girişiminde aynı etik mahzur vardır. Çünkü açıklık, güzel olduğu düşünüleni göstermekle ilgilidir. Aslında sadece dünya hayatına ait geçici ve aldatıcı ölçülere dayandığı hâlde, sırf bir kısım insanlarca önem atfedildiği için birtakım izafî farklılıklara değer vermek elbette ayıptır, hiç yakışık almaz. Güzellik ve kusursuzluk bir ayrıcalık değildir. Dünya hayatında o bir imtihan konusu olarak verilmiş özel bir nasiptir. İnsanın onu hemcinsleri için bir fitne mevzuu hâline getirmemesi lazımdır. Oysa örtünmede, güzel sayılanlarla bundan mahrum olanların ya da kusurlu bulunanların aralarında mevcut olan fizikî farklıların alenen izlenmesine fırsat tanımamak bakımından sorun kapanmakta ve herkes için rahatlatıcı olan çözüm ortaya çıkmaktadır. Konu, özellikle yoksun ve kusurlu bulunanların ruh hâletleri açısından düşünüldüğünde, bunun ne kadar önemli bir manevî destek ve ferahlama sebebi olduğu ve özellikle de ne kadar müşfik bir tutum oluşturduğu herhalde kabul edilecektir.
Fizik alanında insan eliyle yapılan estetik düzenleme ve müdahalelerde de her zaman mutlaka ‘saklama’ veya ‘gizleme’ (kamuflaj) unsuru mevcuttur. Güzellik bu usulle sağlanmaya çalışılır. Bu da örtünme kavramının paralelinde olan bir başka vakıadır. Mimariden şehirciliğe, dekorasyondan resme, makyajdan terzilik sanatına, hatta belki müziğe kadar bu hep böyledir.
* * *
Alışkanlık psikolojisi bir kısım insanları, içinde yaşadığı ortamı olduğu gibi kabule sevkeder. Bu gibiler genelde sorgulama yapmaz ve mevcut ortamı tartışmayı aklına getirmez. Hâkim durumda olan ve yaygınlık kazanmış bulunan kültür, onlara fıtrî eğilimlerini kaybettirebilir ve nihayet kulluk gereklerini de unutturabilir. Böylece onlar alışkanlığın sevkiyle yaşarlar. Kalabalıklar için durum çoğunlukla böyledir; onlar için genelde gaflet ağır basmaktadır. Bu yüzden açıklıktan rahatsızlık duyarak onu sorgulamak, daima, iman ve kulluk bilinci ile donanmış insanların bir meselesi olmuştur.
Başörtüsü ve onun ayrılmaz bir unsuru bulunduğu örtünme, kadîm medenî toplumlarda ve hemen her devirde, insanî ve ahlakî bir değer kabul edilmiş ve hep var olmuştur. Onun, sadece İslâm Dininde değil, Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da dini bir icab olarak benimsendiğini biliyoruz. Başlangıçtan itibaren insanlar arasında her devirde, iman ile nifakın; salâh ve takvâ ile isyan ve bozgunculuğun; ahlâk ile fıskın aynı anda farklı gruplar üzerinde bir arada gözlemlenişinde olduğu gibi; giyim konusunda da örtünme esaslarını gözeten bir geleneğin yanı sıra, onu dışlayan veya umursamayan seküler bir tavır da hep görülmüştür. İnsanların imana veya tam aksine küfür ve nifaka yönelik temel tutumları, nasıl tarihî süreçle ilgili bir mesele değilse, örtünme konusundaki temel tercih ve yaklaşımları da öyledir. Bu bakımdan, örtünmeyi yadırgayan ve ona karşı tavır koyan davranış, gerçekte sadece (belli bir tarih kesitini ilgilendirdiğini zannettikleri) İslâm’ın bir şiârına ve gereğine cephe almış olmuyor; aynı zamanda insan için fıtrî olan ve onun ibadet hayatını bütünleyen kadîm hayat kültürüne de ters düştüğünü ve yabancılaşma içinde bulunduğunu açığa çıkarıyor.
Allah’ın Dini, insan cinsinin yaratılışından itibaren onun için geçerli kılınmış ve Âdem (as) ile başlayan dünya sürecinde o, daima Allah’a teslimiyet (Müslüman olmak) gereğinin sorumluluğunu taşımıştır. Hep süregelen bu hikmet, Hz. Muhammed’e (sav) gelen ilâhî vahiy ile de teyid ve ihya edilmiştir. Kozmik bir varlık olan insana, dünyada da âhirette de başarı vaad eden, onu kurtuluş ve mutluluğa ulaştıracak olan yol budur. Onun ötesi ise, bir çıkmazdır. Şu halde anlamayan, anlamak istemeyen ve ısrarla muhalefet edenler, bu zulümleriyle gerçekte sadece kendilerine yazık ediyor ve kendi geleceklerini karartmış oluyorlar.
Alıntıdır.
Başörtüsü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça işaret edildiği (24/31) gibi, İslâm’ın kadın giyimi için öngördüğü örtünmenin vazgeçilmez bir unsurudur. O, örtünmeyi bütünleyişi ile Müslüman giyimini çağrıştırır. Müslüman hanımlar önce başörtüleriyle bilinir ve tanınırlar. Diğerlerinden bununla farkedilirler. Ve başörtüsünün onlar için dinî bir icab oluşu ise, ilmî bakımdan tartışmasızdır.
Müslüman hanımların büyük çoğunluğu başörtüsü gereğine fiilen ve saygı ile uyarlar. Böylece, yaşayışlarının bütünü için olduğu gibi, giyim hususunda da dini meşruiyeti esas tutar ve aynı çizgiyi izleyen geleneği hassasiyetle sürdürürler. Onlardan bir kısmının ise, seküler giyim kültürünün etkisi altında kaldıkları için başörtüsü kullanmadıkları da bir gerçektir. Şerî kuralı tanımaları ve işi inkâra vardırmamaları kaydıyla bu durumun, onlar hesabına günah olmakla beraber, imanlarını tehlikeye atmak anlamına gelmediği, genel kabul gören bir kanaattir. Ancak, bireysel ve müstakil olaylar için böyle düşünmek mümkün ise de, bu davranışın ısrarlı, sistematik ve yaygınlık kazanmış bir eğilim hâlinde süreklilik arzetmesi ve ümmetin bütünlüğünü tehdit etmesi durumunda aynı tahlilin savunulamayacağı da açıktır. Çünkü bu takdirde, böyle yapanlar, inkarcılarla aynı safta yer almış; örtünme karşısında tavır belirlemiş ve onu fiilen kaldırmak anlamına gelen somut bir kararlılık sergilemiş olurlar. Bu aykırılığın, dini hükmü reddetme noktasına götürülmesi hâlinde ise, iman açısından esaslı bir sorun oluşturacağı zaten bellidir.
Sadece bir günah seviyesinde kalarak ya da küfür noktasına götürülmüş ısrarlı bir masiyet hâline dönüştürülerek başörtüsü gereğinden fiilen uzaklaşılması; herhalde İslâm topluluklarının sekülerleşmesinin ve bu bağlamda özellikle yabancı kültürlerin etkisi altında kalmalarının çarpıcı neticelerinden biridir. Bu anlamda tipik bir yabancılaşma olgusudur. Asıl sorun da olayın bu karakterinden kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, başörtüsüne karşı duranlar, konuyu sekülerleşme yönünde stratejik bir fırsat sayar ve başörtüsü için sergiledikleri muhalif tavırlarını onu toplum dışı tutmak hususunda ısrara vardırırlar. Bu kesim için asıl mesele, toplumu İslâm’dan uzaklaştırmak (ya da dinin etki alanını daraltmak) ve böylece de seküler zihniyet için dönüştürmektir. Hedefleri önce başörtüsünü kaldırmak, sonra da onun çağrıştırdığı değerleri bütünüyle unutturmaktır. Müdahaleci ve baskıcı tutumlarının altındaki sebep budur.
Konu sadece Türkiye’nin ve bazı İslâm ülkelerinin bir meselesinden ibaret değildir. Başörtüsü, Müslümanların yaşadığı hemen bütün coğrafyaların; demografik yapısı gayrimüslim ağırlıklı toplumların ve özellikle Batılı ülkelerin de gündemine girmiştir. Her birinde farklı düzeylerde ve değişik gerekçelerle onları da meşgul etmektedir. Bizde toplumu dönüştürme amacıyla yürütülen yasakçı politikanın yansıdığı bu konu; onlar için, Müslümanlığın kendi toplumlarını nasıl etkileyeceğini değerlendirmeye çalıştıkları güncel bir vakıadır. Bazen içlerinde, meseleyi kendileri hesabına potansiyel bir tehdit gibi algılayıp yasakçılığa meyledenler çıksa da, bu gün için genel olarak bizim yasakçılarımıza göre çok daha hoşgörülü ve müsaadekâr davrandıkları bir vakıadır.
Başörtüsü İslâm Dininin belli bir gereği ve örtünen kadının vazgeçilmez bir kıyafet unsuru olduğuna göre, ona yönelik düzenlemenin din özgürlüğü ile doğrudan irtibatlı olacağı açıktır. Onun kullanımının kısıtlandığı ya da baskı altına alındığı bir düzenlemenin ise, din özgürlüğüne ve dinini yaşama hakkına aykırı olacağı belli ve kesindir. Din özgürlüğü, halihazır uluslararası belgelerde daima ‘insan hakları’ kategorisinde temel bir hak ve özgürlük mevzuu olarak kaydedilmişken, buna rağmen başörtüsünü ısrarla yasak hudutları içinde tutmanın hukukî bir izahı elbette olamaz. Şu halde, meşru dayanağı bulunmayan birtakım düzenlemelerle baskıya maruz tutulan Müslüman kadınların bu konuda, esasen ilke düzeyinde tanınmış olan haklarını kullanmak istemeleri; önlerindeki engellerin kaldırılmasını talep etmeleri ve muhataplarına, kendilerini bağlayan hukuk esaslarını ve taahhütlerini hatırlatmaları elbette doğaldır.
Evet, yasal savunma ve hak talebi gereklidir; istenen sonuca gitmek için ilk planda tutulması lazım gelen yoldur. Ancak daha önemli olan, bu hak talebinin arkasındaki ihtiyacın tanıtılması ve anlatılmasıdır. Çünkü en azından bir kısım muhataplarımız bunu hâlâ layıkıyla bilmiyor. Hangi gerçek icaba karşılık olduğu bilinmeyen talepler ise, beklenen ilgi ve saygıyı görmüyor. Asıl anlamlı olan, başörtüsünü de lüzumlu kılan örtünme kavramının nasıl köklü ve soylu bir insanî gerekliliğe karşılık bulunduğunun izahıdır. Kısacası Allah’ın Dininin örtünmeyi hangi hikmetlerle gerekli kıldığıdır.
Örtünme Eğilimi Fıtrî Yapıdan Kaynaklanıyor
Kadın olsun erkek olsun insanlar için örtünme eğiliminin fıtrî bir temeli vardır. Âdem ile eşinin cennetten inişleri ile sonuçlanan olay da bunu göstermektedir: “Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan çıplaklıklarını (çirkin yerlerini) açmak için, ikisine de vesvese verdi (fısıldadı) ve: ‘Sizi Rabbiniz, başka bir şey için değil, sırf melek olmayasınız yahut ebediyyen kalanlardan olmayasınız diye bu ağaçtan menetti’ dedi ve ‘Herhalde ben sizin hayrınızı isteyenlerdenim’ diye ikisine de yemin etti. Böylece kandırarak ikisini de düşürdü. Bu suretle ne zaman ki o ağacı tattılar, ikisine de çıplaklıkları açılıverdi ve cennet yapraklarından üst üste üzerlerini örtmeye koyuldular...” (7/20-22) “Ey Âdemoğulları! Şeytan ana-babanızı, çıplaklıklarını kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de aldatmasın...” (7/27)
Bunun üzerine onlar, pişmanlık içinde hemen Allah’a sığınarak: “Her ikisi, ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Ve eğer Sen bizi mağfiret etmez, merhamet buyurmazsan, şüphe yok ki, kaybedenlerden oluruz’ dediler.” (7/23)
Ve Allah’a dönüş yapıp tevbe ettiler: “Sonra âdem, Rabbinden kelimeler (birtakım ilhamlar) aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (2/37)
Burada tasvir edilen olayda, insanın mâsiyeti ile ayıp yerlerini farkedişi ya da çıplaklığını hissedişi arasındaki bağlantıya işaret edilmiş; günah ile utandırıcı açıklığın birlikte görünüşüne dikkat çekilmiştir. Bu suretle Âdem ile eşinini şahıslarında insanoğlunun, dosdoğru ilerlemek yerine, kayba uğrayışı ve engellenişi ile neticelenen ve onu açmaza düşüren bu iki tehlikenin birbirine yakınlığına vurgu yapılmış ve buna karşılık kendisinin, pişmanlık içinde hemen örtünerek tevbe edişindeki paralellik de ayrıca resmedilmiştir. Buna göre, günaha ve çıplaklığa karşı bilincin uyanışındaki benzerlik, tevbe ile örtünme arasında da aynen vâriddir. Şu halde, aykırılık çizgisinde ortak olan günah ile çıplaklık konularında insan tutarlı olmalı; hem tevbeye, hem de aynı doğrultuda örtünmeye yönelmelidir. Başka bir ifadeyle örtünme de, aynı tevbe gibi bir kulluk gereği olarak benimsenmeli ve yerine getirilmelidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de günahlar için tevbe gibi, gerekliliğine pek çok yerde işaret edilen ‘istiğfar’ın kelime olarak aslı ‘ğa-fe-ra’dır ki, bu da, “bir nesneyi kirden ve pastan koruyan bir mahfaza ile örtmek” (bkn. El-Müfredat, Râgıb el-Isfahânî, ĞFR maddesi) anlamına gelmektedir. Bununla, insan için günahlarının örtülmesi ve artık onu lekelemekten çıkarılması talep edilmiş olur ki, tevbenin bir başka ifadesidir. Şu halde, temel bir bağışlanma duası olarak istiğfar da, gene örtünme fiilini hatırlatan benzer bir kavramla ifade edilmiştir.
Keza, Allah’ın mü’min kullarının seyyiatlarını bağışlayacağını belirtmek için Kitapta 14 yerde geçen ve sözlükte ‘örtmek, gizlemek; nankörlük etmek’ manalarına gelen ‘küfr’ kökünden ‘keffera’ ‘yükeffiru’ kelimeleri de; gene tamamen ‘örtmek’ ya da ‘silmek’ demektir. Böylece vahyin dilinde bağışlanma ile örtünmenin benzer ve paralel oluşları, -aynen tevbede olduğu gibi- günahları tamamen silip gidermeyi belirten ‘keffera’ ‘yükeffiru’ kelimeleriyle de bir kere daha vurgulanmıştır.
İnsanın giyinen bir varlık olarak diğer yaratılmışlardan ayrılması, Rabbinin ona olan pek özel bir lütfudur: “Ey Âdemoğulları! Size çıplaklıklarınızı gizleyip örtecek elbiseyi elbette Biz indirdik. -Kuş tüyünü de.- Fakat takvâ elbisesi; işte o, sırf hayırdır. İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki, düşünüp hatırlarlar...” (7/26) Böylece giyinerek çıplaklığımızı örtüyor ve hoş bir görünüm kazanıyoruz. Elbisenin Allah tarafından indirilmesi, insan için giyinip-örtünerek çıplaklıktan kurtulmanın, Rabbimizin bir emri olduğu anlamına gelir. O’nun, insanın giyinip örtünmesinden hoşnut olacağının bir ifadesidir.
Âyette yer alan ve ‘sırf hayr’ olarak nitelenen ‘takvâ elbisesi’ ibaresi ise, elbisenin ve örtünmenin amacını ve asıl hedefini belirtmektedir. Bu da takvâ sahibi olmaktır. Takvâ, insanın kendisini, âhirette telâfisi olmayan ağır kayıplara ve kalıcı bir azaba sürükleyecek olan; dünyada da onun için sıkıntı ve yıkımla sonuçlanacak bulunan şeylerden sakınması; korkup çekinmesi anlamına gelmektedir. Günah ve isyandan korunmanın yolu budur. Takvânın bir elbise gibi resmedilmesi ise, onun insanı, her yönden bütünüyle kuşatan; ahlâkî tehlikelere kapatan; kötülük ve uygunsuzluklara sürüklenmesini engelleyen manevî bir örtü mesabesinde oluşundandır. Örtünmenin, asıl amaç olan ahlakî korunma için, onu ifham eden bir başlangıç ve amelî bir gereklilik olduğuna da böylece dikkat çekilmiştir. Evet elbise, takvâyı çağrıştırır ve aynı zamanda ona hizmet eder. Cenâb-ı Hakk, Âdemoğullarına elbise nimetini indirirken aslında onlarda takvâ bilincini uyandırmayı murad etmiştir. Çünkü bu fizikî icab, takvâ için bir hazırlık mahiyetindedir. Giyinip örtünmenin, düşünülmesi gereken asıl anlamı da buradadır. Şu hâlde giyinmek ve örtünmekle aslında takvâ bilincine vararak ona yönelmiş olmalıyız.
Bu bakımdan, örtünün arkasında sakınma psikolojisi ve edep daima hissedilmeli; takvâya bakan niyet ve irade kararlılığı iyice anlaşılmalıdır. Örtünen insan, kendisini haramdan uzaklaştıran, başkaları için kendi fiziğini bir fitne mevzuu olmaktan çıkaran örtülerini severek-sevinerek bürünmelidir. Ona, nâmusu ve haysiyeti için koruyucu bir tedbir, bir vasıta olarak sarılmalıdır. Onun içinde huzur ve sekînet bulmalı; onu teennî ile, mazbut ve abartısız bir içtenlikle taşımalıdır.
Burada ‘kuş tüyü’ anlamına gelen ve istiare olarak ‘süs kıyafeti’ni ifade eden ‘rîş’ kelimesi ise; avret yerlerini (çıplaklığı) örten (çamaşır gibi) temel giyim unsurlarına ek olarak, örfen yakışıklılık ve zarafet için giyilen kıyafeti belirtmektedir. O da giyimin, ifa ettiği rolü daha üst bir düzeye yükselten nitelikli bir tezahürü ve elbette gene Allah tarafından bahşedilmiş -ve insana yakıştırılmış- ayrı bir lütuftur.
Evli çiftler için: “... Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz ...” (2/187) buyurulmuştur. Burada da eşler, daima birlikte, içli dışlı oldukları; birbirlerinin cinselliklerini gayri meşru yönelişlerden korudukları ve ayıplarını dışarıya karşı gizledikleri için elbiseye benzetilmişlerdir. İnsan cinselliğini nikah esasına bağlayan ve aile kurumu içinde çözen kadîm ahlâkı ve eşler arasındaki sıcak muhabbeti vurgulayan pek hoş bir istiaredir.
İnsan zaman zaman tefekkür için yalnız kalmaya, kendini toplumdan tecride ihtiyaç hisseder. Bazen inzivaya çekilerek nefsi ile baş başa kalmak ve böylece sekinet içinde kendini dinlemek özlenen bir şeydir. Bu konuda mescidlerde tek başına kalarak kendini ibadete ve tefekküre vermeyi belirten itikafı hatırlamalıyız. Ayrıca, bildiğimiz oruçtan başka, eskiden bazen, hiç dünya kelamı etmemek şeklinde bir oruç türü uygulandığı ya da bunun, orucun bir gereği gibi telâkki edildiği de bilinmektedir. (msl. 19/26) Bütün bunlarda imsâkı esas alan bir tutum ile insanın nefsini varlık alanından mümkün olduğunca çekmesi söz konusudur. İbadet kastıyla nefsin, mutad faaliyetlerden bir süre uzaklaştırılması ve sıradan meşgalelerin dışında tutulması hedeflenmektedir. Bedenin örtülmesinde de böyle bir imsâk; nefsini tutma, tecrid etme ve geri çekme esprisi vardır. Genel olarak ibadet psikolojisinin bir yansıması olan imsâk, bir sakınma davranışı olarak örtünmede de hissedilir. Giyinip örtünmek, vücudu gözlerden gizlemek, yabancı bakışlardan çekmek demektir. Şüphesiz, bu amaç için kıyafetlerini bir disiplin içinde belirli sınırlar içine çekip düzenlemek de özel bir çaba ister, dikkat ve itina işidir. Şu halde ibadetlerin imsâkî tabiatı, örtünme sonucuna yönelen gayretlerin de ana hassasiyetidir.
Aynı çizgide, bazen olağan dışı durumlarda, hatta fevrî bir davranışla, sarınıp örtünmek de gerilimden kurtulmak için arzulanabilir. Tabii hâletine dönene kadar, heyecanını yatıştırmak için sarınmak ihtiyacı hissedilebilir. Zaten elbise ve örtü de bir çeşit sığınak gibidir. Peygamberimiz (sav) vahyin başlangıç döneminde böyle hâller yaşamıştır. Muhatabı olduğu vahyin azameti karşısında ürpermiş ve sükûn bulmak için iyice bürünüp örtünmüştür. Müzzemmil sûresinin “Ey o örtünen!” ve Müddessir sûresinin de “Ey bürünen!” şeklinde Rasûlullah’a hitapları bunun delilleridir. Belki bu hitaplarda bir ilâhî rıza ve iltifat nüktesi bulunduğu; çünkü tertemiz heyecanlarıyla Rasûlullah’ın örtünmesinin, beşerin kendine özgü soylu bir hâlini temsil ettiği düşünülebilir.
Örtünme, inanan insanın yaşayışına merkez edindiği ibadetinin de temel bir şartıdır. Bu da onun aslî önemini zaten ortaya koymaktadır. Şu bilinir ki, namaz kılmak için önce vücudun görünmemesi gereken yerlerinin örtülmesi lazımdır. (Setr-i avret bahsi.) İnsanın yaratılış hikmetine yaraşan en soylu davranışı ibadetlerinde, özellikle de namazlarında görünür. Bu bakımdan, namazında örtünmenin vazgeçilmezliğini bilen bir mü’min, bunu hâliyle ibadetini bütünleyen bütün öbür etkinliklerine de taşıyacaktır. Çünkü ibadetleri ile tutarlı bir doğrultuda yaşamak onun için ahlâkî olan yoldur. Bu anlamda ibadet için örtünme, sırf orada kalmaz ve insan hayatının bütününe hâkim bir gereklilik hâlinde özümsenir.
Ego ve Dini Bilincin Uyanışı
Varlığa getirildiği andan itibaren insan, kendisini çepeçevre kuşatan dış âlemi gözlemlemekle, orada Allah’ın âyetlerini (O’nu işaret eden belirti ve delilleri) okur ve her şeye hükümran olan ilâhî gerçekliği derinden hisseder. O’nun aşkın kuşatıcılığı ile muhatap bulunduğunu anlar. Kendi benliği ile dış âlemin ayrılığını farkeder. Egosunun (kendi mevcudiyetinin) şâhidi olur. Böylece korunma/sakınma duygusu ile donanır ve insiyakî bir eğilimle kendi ‘özel’liğini kıskanan bir varlık hâline gelir. Kendisinde uyanan güçlü hâyâ duygusunun kaynağında da bu vardır. Kusurlardan, çirkinliklerden, hata ve uygunsuzluklardan hep utanılır. Kişisel zaaflar da böyledir. Çünkü bunların, Allah’ın huzurunda ve hemcinslerinin arasında kendi varlığı için yakışıksız düştüğünü sezmiştir.
Egonun belki en uç ve en çetin tezahürü cinsellikte ortaya çıkar. Benliğin bu zorlu belirişi ile insan, bireyliğini ve kendine özgü bir varlık oluşunu çarpıcı bir şekilde algılar. Bu yüzden hâyâ duygusu özellikle cinsellik etrafında gözlemlenir. Sonra, psiko-sosyal mahiyette bir manevî disiplin olan edep, hâyâ hissinin bir türevi olarak gelişir. Yüksek ahlâka özenen ve beşerî ilişkileri güzelleştiren kişilik yapılanışı böylece vücut bulur. İnsanın kulluğunu idraki ve dinî bilincinin canlanması da bu yapı üzerinde gerçekleşir. Çünkü imana erişmek, kendi nefsinin farkında olmakla yakından alâkalıdır.
Giyimin, Zarurî Olmaktan Öte Hizmetleri Vardır
Cenâb-ı Hakk, insan vücudunu nahif yaratmış, diğer canlılardan farklı olarak ona ilk planda doğa ve iklim şartlarına karşı giyinerek korunma zaruretinde olan bir beden vermiştir. Aynı zamanda, onda ben şuurunu ve hâyâ hissini var etmiş; giyinmek için kendisine gereken her şeyi hazırlamış ve bunları kullanıp yararlanacak zeka ile de donatmıştır. Fakat giyimin asıl görevi -yukarıda da temas ettiğimiz gibi- onun takvâya hizmet etmesi ve muttaki insan idealine zemin oluşturmasıdır. Bunun için beşerî ilişkilere yüksek bir vasat hazırlaması; edep, zarafet ve insanî güzelliklerin mümkün olacağı uygun bir düzey sağlaması ve herhalde ortamı cinsel istismara elverişli olmaktan çıkarmasıdır. Ama bunun gerçekleşmesi örtünmedeki hikmetin kavranmasına ve ona saygı duyularak sadâkat gösterilmesine bağlıdır. Tesettüre aldırmayanlara gelince, seküler tutumlarıyla onlar, giyimi asıl esprisinden saptırıp dönüştürmüş ve takvâ hedefi ile uyuşmayan bir yöne çekerek kötüye kullanmış oluyorlar. İman ile ve kulluk esası ile bağdaşmayan bir tavır üzere gidiyorlar.
İnsan cinselliği inkâr edilemez. Onu görmezden gelen ya da yok farzeden bir toplum yapılanması sağlıklı olamaz. İki cinsin karşılıklı konumlarını ve hassasiyetlerini göz ardı eden ve bu bağlamda giyim konusunda cinselliği görmezden gelen bir yaklaşımla isabetli çözümlere ulaşılamaz. Bu alanda insan cinselliğini temel ve gerçek bir veri olarak hep dikkate almak zarureti vardır.
Her iki cinsin fizikî ve psikolojik bütün varlıkları, karşılıklı olarak birbirleri için cinsel anlam ve değer taşır ve bu yüzden de mahremiyet çerçevesi içinde yer alır. Kadîm cinsel ahlâk ve evlilik kurumu önemini koruduğu sürece, mahremiyet ve örtünmede temel kriter bu olacak ve meselenin fıkhı (düzenleyici hükümleri) bu esasın etrafında şekillenecektir. Özetle, cinsel olan evliliğe hasredilecek ve dışarıya karşı örtülecektir.
Örtünmede cinselliğe ait olanı -haram hudutları içinde bulunduğundan- tecrid etme ve gizleme vardır. Taa ki, cinsel anlam ve değer taşıdığı için kişisel sakınmaya bir vesile olan insan vücudu örtülerek korunsun, serbestçe ulaşılamayan bir hususiyet olarak saklı kalsın ve haram ilgilerin konusu olabilmek ihtimalinden çıkarılsın. Bu köklü tavır, evlilik dışı cinsel ilgilerin tamamını -hangi düzeyde olursa olsun- (zinaya varmasa bile) mübah saymamak ve insan bedenini mahrem olmayan kimseler için, onların ilgilerinden sakınmak demektir. Örtünmenin kapsamı da bunun için geniş tutulmuştur.
Burada fıtrata uygun bir tutum, cinsel potansiyelin doğasını olduğu gibi gözeten gerçekçi/köktenci bir değerlendirme ve sonuç itibariyle sağlıklı bir tavır söz konusudur. En önemlisi de bunun, kulluk bilinci ve ibadet yönlenişine hizmet etme bakımından haiz olduğu elverişliliktir. Bu noktada cinselliğin makul şekilde tecridi ve insan üzerindeki cinsel baskının -mümkün olduğunca- azaltılması kastedilmiştir ki, bu da helâl-haram ayırımının netleşmesi sonucu, bu ayırımı esas alan bir örtünme ile kabildir.
Aile ve Etrafındaki Değerler Korunmak İsteniyorsa
Allah’ın Dini’ne dayanan kadîm ahlâk, insan cinselliğini nikah bağına ve aile yapılanmasına hasretmiştir. Bunun dışı hukuken tanınmaz ve himaye görmez. Bu sebeple erkek ile kadın ilişkilerinde serbestlik anlayışının, imanlı ve dindar insanlarca kabulü söz konusu olamaz. İki cins arasında serbestliğe rıza gösteren, müsaadekâr davranan veya en azından müsamaha gösteren tavrın tamamen ters olduğu pek açıktır. Kadîm ahlâkı yaşatan İslâmiyet, bu konuyu disiplin altına almış; erkek ile kadın arasında birlikteliği hayli sınırlayarak net kurallara bağlamıştır. Örtünmeyi ilke edinmesi de bunun bir devamı mahiyetindedir. Bu bakımdan, genel olarak Batı’da bu konuda fiilen (de facto) ve hukuken (de jure) geçerli olan anlayışı, gevşeklik ifade eden alışkanlıkları ve değer yargılarındaki çözülmeyi Müslüman toplumundan beklemek ve ona taşımaya kalkışmak boşunadır. Bu tesbit elbette, konunun bir devamı olarak şekillenen seküler giyim hususunda da aynen geçerlidir.
Şu bir gerçek ki, örtünmenin egemen olduğu bir kültürde, cinselliğin evlilik yoluyla tabii ve ahlâkî çözümüne doğru güçlü bir yönleniş olacak, herkes uygun çözümün evlilikte olduğu bilincini kazanacaktır. Böyle bir toplumda gençler, çok erken çağlarından itibaren cinsel ilgi ve yönlenişlerini, kendilerine bu yönde akseden toplum şuuruna göre belirleme (ya da terbiye etme) yoluna gireceklerdir.
Görülüyor ki, aile yapılanması ve onun etrafında şekillenen mahremiyet kavramı örtünme ile bütünlenir. O gözetilmemişse, toplumun nüvesi, güçlü bir desteğinden mahrum kalır ve cinsellik yavaş yavaş aile dışı çözümlere yönelir. Bu sadece nazarî bir ihtimal değil, tecrübe edilmiş yaşanan bir vakıadır. Bu durumda, hâlen Batı’da görüldüğü gibi, evlenme bir külfet gibi görülür, nikahsız birliktelikler sıradanlaşır ve evlilik dışı çocuk sayısı gitgide artar. Nesep sağlığı ve hukuku tehlikeye girer. Akrabalık bağları gölgelenir. Mal varlığının nesiller arasında intikalini düzenleyen miras hükümleri de anlamını yitirir. Kadîm ahlâktan destek alan kavramların oturmuşluğu tamamen sarsılır. Başta aile olmak üzere, onun vücut verdiği kavram ve kurumlar, temellerini kaybeder ve istikrarlarını borçlu oldukları zeminleri altlarından kayar.
Manevî ve Psikolojik Sağlık Örtünmeyi İşaret Ediyor
Bütün insanlar şu veya bu şekilde giyinirler. Ancak giyinmenin takvâya yönelik, onu çağrıştıran ruhunu sezgileriyle ve onun da ötesinde bilinçle yakalayanlar imanlı insanlardır. Onlar ilk bakışta sıradan bir iş gibi görünen giyim konusunu, örtünmeyi esas alarak “Müslümanca bir iş ve tavır” hâline dönüştürmüş; kıyafet kültürlerini dinî ve ahlâkî hassasiyetlerinin yansıdığı mazbut bir çizgide şekillendirmişlerdir. Böylece onların giyinişleri, başlı başına ahlâkî bir titizlik ve özen ifadesi olmuştur.
Açıklığın bir çeşit cinsel istismar olduğu ortadadır. Kışkırtıcı rolü ile o, karşı cins için ister istemez istismar anlamı taşır. Çünkü açıklıkta kaba ve ilkel bir çekicilik vardır. Zaten bu çekicilik kötüye kullanılmak suretiyle insanlar etkilenmek istendiği için bu yola gidilmiştir. Yaygın bir şekilde açıklığın geçerli olduğu bir kültürde alışkanlık ve olayın sıradanlığı, içinde yaşanan ilkel yapının istismara elverişli karakterini değiştirmez. Hâkim kültürün böyle yapılanmış olması ve buna alışılmış olunması cinsel câzibenin etkileyiciliğini kaldırmaz. Açıklıkta karşı cins ile, cinselliğin sürekli dahil bulunduğu bir iletişim ortamı vardır; istismar da her zaman mümkün ve kolaydır. Karşı cinsin zaaflarına ve ahlâkî hafifliklerine meydan açıktır. İnsanlar iletişim ve ilişkilerini, böylesine ilkellikle malûl bir ortamda sürdürmek durumundadırlar. Zira açıklığı ve sonuç olarak cinsel câzibeyi olağan ve sıradan bir olay hâlinde serbest bırakmak, insanlar için onu öne çıkarmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu da ortamı kaba ilkelliğe açık tutmak anlamına gelir. Böyle bir ortamda karşı cins -hiç değilse ilk planda- bir nesne, bir eşya gibi görsel yönü ile algılanabilir. Oysa insana asla bu gözle bakılmamalıdır. Çünkü o, herhangi bir obje değil, fizikî ve anatomik yapısının ötesindeki hüviyeti ile muhatap alınması gereken bir varlıktır.
Şunun açıklıkla ve dürüstçe teslim edilmesi gerekir: Haddizatında çok güçlü ve baskın bir eğilim olan cinsellik, özellikle gençlik yıllarında insanların çok büyük bir kısmı için zaten denetimi çetin bir sorundur. Bu zor sorunlarında, üzerlerindeki baskıyı azaltmak için insanlara yardımcı olmak gerekirken, bunun aksini yapmak; yani, nikah ve aile kavramını umursamayan bir tavırla açıklığı benimsemek ve mahremiyete ilişkin ahlâkî endişeleri göz ardı ederek erkek-kadın beraberliğine alabildiğine müsaadekâr davranmak, işi tamamen zorlaştırıp çıkmaza götürmekten başka bir şey değildir.
Böyle zorlaştırılmış bir ortamda beşerî ilişkiler rahatsız ve ruhen yorucudur. Özellikle ibadet psikolojisi yönünden pek aykırı, hırpalayıcı ve hayli zorlaştırıcı münasebetlerdir. İnanan insan için temel öncelik olan kulluğunu yaşama esprisine ve nefsin arınmasını ve terbiyesini amaçlayan dinî öğretimin bütününe terstir.
Örten Kıyafet Hem Ahlâkî Hem de Güzeldir
Örtünmeye karşı olanlar onu estetik bulmuyorlar. Halbuki örten kıyafet, hem etik icapların; hem de estetiğin gereklerini karşılayan bir sonuçtur. Önce şu esasta anlaşmak gerekiyor; estetik tek başına ele alınamaz. Nasıl insan ancak bütün vecihleriyle birlikte düşünülüyorsa, estetik de etik ile aynı anlam bütünlüğü içinde mütalaa edilmek gerekir. Çünkü bu iki kavram, ilâhî hikmetin iki ayrı vechine karşılıktır. Ama farklı boyutlara karşılık oluşları zıtlık ya da aykırılık anlamı taşımaz. Birbirini bütünler ve asla ters düşmezler. Bu yüzden ürettikleri çözümler aynı doğrultuda ve paraleldir. Estetik sonuçların etik değerleri askıya aldırması veya ahlâkî icapların estetik yönden aykırı sonuçlar doğurması söz konusu olamaz. Birbirini tamamlayan değerlerde çelişkiden bahsedilemez. Bir şeyi ahlâken benimsemişsek, estetik yönden de severiz. Gene bir şey estetik bulunmuşsa, bu onun esasen ahlâkî değer taşıdığındandır.
Ama fıtrata ve kadîm ahlâkî değerlere yabancılaşmış gönülleri bu konuda ikna etmek kolay olmuyor. Onların gerçeklik algıları bölünmüş olduğu için, etiği hiç hatıra getirmeden hep estetikten söz edebiliyorlar. Oysa imanlı insan, bu ikisini birlikte düşünmek ve gözetmek durumunda olduğunun farkındadır.
Fizikî yapılarıyla güzel sayılanların bunu teşhirleri, ondan yoksun bulunanlar için bir tür ayırımcılık olduğundan utandırıcıdır; edep ve ahlâk dışı bir davranıştır. Her açıklık girişiminde aynı etik mahzur vardır. Çünkü açıklık, güzel olduğu düşünüleni göstermekle ilgilidir. Aslında sadece dünya hayatına ait geçici ve aldatıcı ölçülere dayandığı hâlde, sırf bir kısım insanlarca önem atfedildiği için birtakım izafî farklılıklara değer vermek elbette ayıptır, hiç yakışık almaz. Güzellik ve kusursuzluk bir ayrıcalık değildir. Dünya hayatında o bir imtihan konusu olarak verilmiş özel bir nasiptir. İnsanın onu hemcinsleri için bir fitne mevzuu hâline getirmemesi lazımdır. Oysa örtünmede, güzel sayılanlarla bundan mahrum olanların ya da kusurlu bulunanların aralarında mevcut olan fizikî farklıların alenen izlenmesine fırsat tanımamak bakımından sorun kapanmakta ve herkes için rahatlatıcı olan çözüm ortaya çıkmaktadır. Konu, özellikle yoksun ve kusurlu bulunanların ruh hâletleri açısından düşünüldüğünde, bunun ne kadar önemli bir manevî destek ve ferahlama sebebi olduğu ve özellikle de ne kadar müşfik bir tutum oluşturduğu herhalde kabul edilecektir.
Fizik alanında insan eliyle yapılan estetik düzenleme ve müdahalelerde de her zaman mutlaka ‘saklama’ veya ‘gizleme’ (kamuflaj) unsuru mevcuttur. Güzellik bu usulle sağlanmaya çalışılır. Bu da örtünme kavramının paralelinde olan bir başka vakıadır. Mimariden şehirciliğe, dekorasyondan resme, makyajdan terzilik sanatına, hatta belki müziğe kadar bu hep böyledir.
* * *
Alışkanlık psikolojisi bir kısım insanları, içinde yaşadığı ortamı olduğu gibi kabule sevkeder. Bu gibiler genelde sorgulama yapmaz ve mevcut ortamı tartışmayı aklına getirmez. Hâkim durumda olan ve yaygınlık kazanmış bulunan kültür, onlara fıtrî eğilimlerini kaybettirebilir ve nihayet kulluk gereklerini de unutturabilir. Böylece onlar alışkanlığın sevkiyle yaşarlar. Kalabalıklar için durum çoğunlukla böyledir; onlar için genelde gaflet ağır basmaktadır. Bu yüzden açıklıktan rahatsızlık duyarak onu sorgulamak, daima, iman ve kulluk bilinci ile donanmış insanların bir meselesi olmuştur.
Başörtüsü ve onun ayrılmaz bir unsuru bulunduğu örtünme, kadîm medenî toplumlarda ve hemen her devirde, insanî ve ahlakî bir değer kabul edilmiş ve hep var olmuştur. Onun, sadece İslâm Dininde değil, Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da dini bir icab olarak benimsendiğini biliyoruz. Başlangıçtan itibaren insanlar arasında her devirde, iman ile nifakın; salâh ve takvâ ile isyan ve bozgunculuğun; ahlâk ile fıskın aynı anda farklı gruplar üzerinde bir arada gözlemlenişinde olduğu gibi; giyim konusunda da örtünme esaslarını gözeten bir geleneğin yanı sıra, onu dışlayan veya umursamayan seküler bir tavır da hep görülmüştür. İnsanların imana veya tam aksine küfür ve nifaka yönelik temel tutumları, nasıl tarihî süreçle ilgili bir mesele değilse, örtünme konusundaki temel tercih ve yaklaşımları da öyledir. Bu bakımdan, örtünmeyi yadırgayan ve ona karşı tavır koyan davranış, gerçekte sadece (belli bir tarih kesitini ilgilendirdiğini zannettikleri) İslâm’ın bir şiârına ve gereğine cephe almış olmuyor; aynı zamanda insan için fıtrî olan ve onun ibadet hayatını bütünleyen kadîm hayat kültürüne de ters düştüğünü ve yabancılaşma içinde bulunduğunu açığa çıkarıyor.
Allah’ın Dini, insan cinsinin yaratılışından itibaren onun için geçerli kılınmış ve Âdem (as) ile başlayan dünya sürecinde o, daima Allah’a teslimiyet (Müslüman olmak) gereğinin sorumluluğunu taşımıştır. Hep süregelen bu hikmet, Hz. Muhammed’e (sav) gelen ilâhî vahiy ile de teyid ve ihya edilmiştir. Kozmik bir varlık olan insana, dünyada da âhirette de başarı vaad eden, onu kurtuluş ve mutluluğa ulaştıracak olan yol budur. Onun ötesi ise, bir çıkmazdır. Şu halde anlamayan, anlamak istemeyen ve ısrarla muhalefet edenler, bu zulümleriyle gerçekte sadece kendilerine yazık ediyor ve kendi geleceklerini karartmış oluyorlar.
Alıntıdır.