Türkiye ekonomisi içine sürüklendiği yüksek enflasyonla hızlı büyüme çıkmazında bocalarken ve uluslararası kredi notumuz düşmeye devam ederken geçen hafta açıklanan yeni kararlar, ekonomimize yön verenlerin “yüksek enflasyonla yüksek büyüme” tercihinden asla vaçgeçmediğini gösterdi. Enflasyonda dünya şampiyonluğu iddiasını sürdürmeye kararlıyız bu gidişle.
İktidarın hedefi bir kez daha öncelikle devlet bankalarını kullanarak sanayiciye bol keseden sübvansyonlu yatırım kredisi sağlamak ve büyümeyi desteklemek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsen açıkladığı, temel gıda ürünlerinden alınan KDV’nin %8’den %1’de indirilmesi hamlesinin ne kadar etkili olacağını yaşayarak göreceğiz ama bir yandan kredi genişlemesiyle iç talebi canlı tutmaya çalışırken diğer yandan belli bir ürün grubunda KDV’den vazgeçmenin, başını alıp giden enflasyona vız geleceği besbelli.
Sanayide ve finans sektöründe üst düzey yönetici olarak görev yapan ya da yapmış olan bazı arkadaşlarla bir araya gelme şansım oldu geçen hafta. Baş konu ister istemez Türkiye ekonomisinin şu andaki durumu ve yeni ekonomi yönetiminin yaklaşımı oldu.
Yurt içinde ve yurt dışında peşpeşe toplantılar düzenleyerek herkese güven aşılamaya ve ekonominin tek patronu olduğunu kanıtlamaya çalışan Sayın Nebati’den söz edildiğinde herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Sayın Bakan’ın göreve gelir gelmez “ekonomiyi anlamak için gözlerimin içine bakın” demesi herkesi şaşırtmış ve etkilemişti ama icraatının ve yaklaşım tarzının güven aşıladığını söylemek zordu. Ekonomi yönetiminin başındaki kişinin, geceyarısı açıklanan kararlarla değiştirilmesinin adet haline geldiği bir ülkede bu göreve gelen birinin güven sağlamasının pek kolay olmadığını da kabul etmek gerekiyor. Sayın Nebati’nin göreve gelmesinden sonra gene bir geceyarısı gerçekleştirilen döviz kurunu dizginleme operasyonunu sahiplenmesi ve “kur sorununu çözdük” diye övünmesi pek şaşırtıcı değil ama şu anda süregelmekte olan ve her alanı etkileyen günlük uygulamalar başka bir endişeyi de gündeme getiriyor.
Sayın Nebati’nin göreve gelmesi sonrasında en fazla dikkati çeken şeylerden biri de Türkiye ekonomisinin ve finans piyasalarının, ekonomi yönetiminin günlük müdahaleleriyle yönlendirilmesi oldu.
Bir kere Merkez Bankası’nın (TCMB) asli görevini yapamaz bir konuma getirildiği ve faizin belirlenmisinde belirleyici olmadığı resmen ilan edildi. Çeşitli konularda hemen her gün yeni bir uygulama, yeni bir düzenleme gündeme gelebiliyor ve bunun uzantısında gerek çeşitli sektörlerdeki firmaların, gerekse hanehalkının ya da tasarruf sahiplerinin davranışını etkileyen kararlar açıklanabiliyor. Umulan sonuç elde edilmezse farklı bir uygulama gündeme gelebiliyor.
Bu yönetim biçimi Türkiye’de devletin döviz kurundan ekmek fiyatına her şeye her an müdahale ettiği günlere geri dönüşün gelmekte olduğunu düşündürüyor. Dara düşen her iktidarın son sarıldığı can simidi olan yastık altındaki altınları ekonomiye kazandırmanın şimdi yeni bir keşif gibi gündeme getirilmesi de gelinen nokta konusunda iyi bir fikir veriyor.
Böyle bir Türkiye’de yaşarken ekonominin ve Türkiye’nin geleceğine umutla bakmak hiç de kolay değil ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damgasını taşıyan Türkiye’nin çok boyutlu bir iflasa doğru gittiğini görerek, bu işbilmezliği, düzensizliği, kuralsızlığı, adaletsizliği, hukuksuzluğu ve liyakatsizliği yok etmeyi hedefleyen insanlar da var Türkiye’de. Daha da önemlisi bu insanların bir bölümünün, şimdi Türkiye’deki ya da dış ülkelerdeki işlerini ve mevkilerini askıya alarak siyasete soyunmayı göze almaya başlaması. Bunların bazılarını tanıma ve dinleme olanağını buldum son zamanlarda. Türkiye’nin temel sorunlarına verileri kullanarak yaklaşma ve başka bir Türkiye’nin mümkün olduğuna inanma konusunda etkileyici buldum bu insanları.
Ali Babacan’ın önceliklerini biliyorum, DEVA Partisi’nin ekonomi programı da geçenlerde açıklandı. İyi Parti’nin Kalkınma Projeleri Başkanı Ümit Özlale’yi ise geçenlerde bir toplantıda dinledim ve etkilendim doğrusu. Hiç palavra yoktu konuşmasında, güncel verilere dayalı önemli analizler, Türkiye’de önü kesilen sıçrama yapma potansiyelini harekete geçirmenin ipuçları vardı.
Bu yazıyı yazarken 2019 yılı sonunda İngiltere’de yapılan genel seçimi yakından izlerken dikkat çekici bulduğum olay geldi aklıma. Yıllardır muhalefette olan İşçi Partisi çok kapsamlı ve iddialı bir seçim manifestosuyla seslendi seçmene. Baş sorun olarak görülen eşitsizlikle mücadele etmek için tasarlanan kapsamlı programlar, sosyal devletin yeniden kurulması, her eve geniş bant internet gibi akla gelebilecek her şey vardı bu kapsamlı programda. Program açıklanır açıklanmaz meydanın büyük bölümü bu projelerin maliyetine odaklandı, vergi yükünün artacağını iddia etti, “sol geri geliyor” çığırtkanlığı bile yapıldı. İktidardaki Muhafakazar Parti’nin lideri Boris Johnson ise bütün kampanyayı tek bir sloganı, “I will deliver Brexit” (Brexit vaadimi tutacağım) sloganını, tekrarlayarak götürdü ve İşçi Partisi’ni hezimete uğrattı.
Başka bir Türkiye’nin gerçekleşmesi için çaba harcayanların bu örneği hatırda tutmaları yararlı olabilir diye düşündüm.
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
İktidarın hedefi bir kez daha öncelikle devlet bankalarını kullanarak sanayiciye bol keseden sübvansyonlu yatırım kredisi sağlamak ve büyümeyi desteklemek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsen açıkladığı, temel gıda ürünlerinden alınan KDV’nin %8’den %1’de indirilmesi hamlesinin ne kadar etkili olacağını yaşayarak göreceğiz ama bir yandan kredi genişlemesiyle iç talebi canlı tutmaya çalışırken diğer yandan belli bir ürün grubunda KDV’den vazgeçmenin, başını alıp giden enflasyona vız geleceği besbelli.
Nureddin Nebati inandırıcı mı?
Sanayide ve finans sektöründe üst düzey yönetici olarak görev yapan ya da yapmış olan bazı arkadaşlarla bir araya gelme şansım oldu geçen hafta. Baş konu ister istemez Türkiye ekonomisinin şu andaki durumu ve yeni ekonomi yönetiminin yaklaşımı oldu.
Yurt içinde ve yurt dışında peşpeşe toplantılar düzenleyerek herkese güven aşılamaya ve ekonominin tek patronu olduğunu kanıtlamaya çalışan Sayın Nebati’den söz edildiğinde herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Sayın Bakan’ın göreve gelir gelmez “ekonomiyi anlamak için gözlerimin içine bakın” demesi herkesi şaşırtmış ve etkilemişti ama icraatının ve yaklaşım tarzının güven aşıladığını söylemek zordu. Ekonomi yönetiminin başındaki kişinin, geceyarısı açıklanan kararlarla değiştirilmesinin adet haline geldiği bir ülkede bu göreve gelen birinin güven sağlamasının pek kolay olmadığını da kabul etmek gerekiyor. Sayın Nebati’nin göreve gelmesinden sonra gene bir geceyarısı gerçekleştirilen döviz kurunu dizginleme operasyonunu sahiplenmesi ve “kur sorununu çözdük” diye övünmesi pek şaşırtıcı değil ama şu anda süregelmekte olan ve her alanı etkileyen günlük uygulamalar başka bir endişeyi de gündeme getiriyor.
Müdahaleci ekonomiye dönüş mü?
Sayın Nebati’nin göreve gelmesi sonrasında en fazla dikkati çeken şeylerden biri de Türkiye ekonomisinin ve finans piyasalarının, ekonomi yönetiminin günlük müdahaleleriyle yönlendirilmesi oldu.
Bir kere Merkez Bankası’nın (TCMB) asli görevini yapamaz bir konuma getirildiği ve faizin belirlenmisinde belirleyici olmadığı resmen ilan edildi. Çeşitli konularda hemen her gün yeni bir uygulama, yeni bir düzenleme gündeme gelebiliyor ve bunun uzantısında gerek çeşitli sektörlerdeki firmaların, gerekse hanehalkının ya da tasarruf sahiplerinin davranışını etkileyen kararlar açıklanabiliyor. Umulan sonuç elde edilmezse farklı bir uygulama gündeme gelebiliyor.
Bu yönetim biçimi Türkiye’de devletin döviz kurundan ekmek fiyatına her şeye her an müdahale ettiği günlere geri dönüşün gelmekte olduğunu düşündürüyor. Dara düşen her iktidarın son sarıldığı can simidi olan yastık altındaki altınları ekonomiye kazandırmanın şimdi yeni bir keşif gibi gündeme getirilmesi de gelinen nokta konusunda iyi bir fikir veriyor.
Başka bir Türkiye mümkün mü?
Böyle bir Türkiye’de yaşarken ekonominin ve Türkiye’nin geleceğine umutla bakmak hiç de kolay değil ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damgasını taşıyan Türkiye’nin çok boyutlu bir iflasa doğru gittiğini görerek, bu işbilmezliği, düzensizliği, kuralsızlığı, adaletsizliği, hukuksuzluğu ve liyakatsizliği yok etmeyi hedefleyen insanlar da var Türkiye’de. Daha da önemlisi bu insanların bir bölümünün, şimdi Türkiye’deki ya da dış ülkelerdeki işlerini ve mevkilerini askıya alarak siyasete soyunmayı göze almaya başlaması. Bunların bazılarını tanıma ve dinleme olanağını buldum son zamanlarda. Türkiye’nin temel sorunlarına verileri kullanarak yaklaşma ve başka bir Türkiye’nin mümkün olduğuna inanma konusunda etkileyici buldum bu insanları.
Ali Babacan’ın önceliklerini biliyorum, DEVA Partisi’nin ekonomi programı da geçenlerde açıklandı. İyi Parti’nin Kalkınma Projeleri Başkanı Ümit Özlale’yi ise geçenlerde bir toplantıda dinledim ve etkilendim doğrusu. Hiç palavra yoktu konuşmasında, güncel verilere dayalı önemli analizler, Türkiye’de önü kesilen sıçrama yapma potansiyelini harekete geçirmenin ipuçları vardı.
Boris Johnson’dan bir ders
Bu yazıyı yazarken 2019 yılı sonunda İngiltere’de yapılan genel seçimi yakından izlerken dikkat çekici bulduğum olay geldi aklıma. Yıllardır muhalefette olan İşçi Partisi çok kapsamlı ve iddialı bir seçim manifestosuyla seslendi seçmene. Baş sorun olarak görülen eşitsizlikle mücadele etmek için tasarlanan kapsamlı programlar, sosyal devletin yeniden kurulması, her eve geniş bant internet gibi akla gelebilecek her şey vardı bu kapsamlı programda. Program açıklanır açıklanmaz meydanın büyük bölümü bu projelerin maliyetine odaklandı, vergi yükünün artacağını iddia etti, “sol geri geliyor” çığırtkanlığı bile yapıldı. İktidardaki Muhafakazar Parti’nin lideri Boris Johnson ise bütün kampanyayı tek bir sloganı, “I will deliver Brexit” (Brexit vaadimi tutacağım) sloganını, tekrarlayarak götürdü ve İşçi Partisi’ni hezimete uğrattı.
Başka bir Türkiye’nin gerçekleşmesi için çaba harcayanların bu örneği hatırda tutmaları yararlı olabilir diye düşündüm.
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.