Arş Nedir, Kürsi Nedir, Levh-i Mahfûz Nedir ve Kader Kalemi Hakkında Bilgiler
Arş’ın, Kürsi’nin, Levh’in ve Kalem’in var olduğuna inanmak gerekir.
ARŞ : Nurdan yaratılmış büyük bir cisimdir. Dünya var olduğu müddetçe 4, Ahirette(Kıyamet koptuğu zaman) ise 8 Melek onu taşımaktadır.
Arş kelimesi lügatta taht, tavan, çatı gibi manalara gelir. Ulviyet ve yücelik anlamına gelen arş padişahların üzerinde hükümlerini yürüttükleri taht olarak da isimlendirilmiştir. Bu nedenle arş tüm âlemleri kuşatan Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini sağlayan bir makamdır.
Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde defalarca tekrar edilen bu kelime ile yedi semanın ve kürsinin üzerinde bulunan, Yüce Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeri kastedilir. Meleklerin bir kısmı arşın etrafını kuşatmış, bir kısmı da onu yüklenmişlerdir. Allah’ın emir ve hükümleri arşı kaplamıştır.
Nemi Suresinin 26. ayetinde Allah’ın yüce arşın sahibi olduğu ifade edilir.
Arş mümkünatın tamamını, yedi kat gökleri ve yerleri, cennet ve cehennemi, sidret-ül Müntehayı ve her şeyi kuşatarak Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini sağlayan arştır. Zira Allah yerleri ve gökleri yaratmış ve sonra “Arşa istiva etmiştir.” (A’raf, 7:54; Hadid, 57:4)
KÜRSİ: Nurani bir şekildir. Arşın altında ve onunla bağlantılıdır. Kürsi ve yedinci semanın arasında 500 yıllık mesafe vardır.
Oturulacak yüksekçe yer. Taht. Koltuk Hâkimiyet, kudret, saltanat.
Kürsî, “Bir kişinin oturduğu yüksek sandalye, taht” mânâsına gelir.
Mecazî olarak, ilim, hâkimiyet, kudret, saltanat, azamet mânâlarını ifade eder.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Yedi gök, Kürsî içinde bir kalkanın içine atılmış yedi para gibidir.”
Bir başka hadiste de Kürsî’nin Arş içindeki küçüklüğü şöyle tasvir edilir:
“Arş içinde Kürsî, bir çöle atılmış demir bir halka kadardır.”
Kürsî için, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” şeklinde bir tarif getiriliyor. Buna göre kürsi, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almakta, kuşatmaktadır. Kürsî, bütün semaları ve arzı kuşatmakta, bütün cismanî âlemleri içine almaktadır. Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi düşünülemez. Arş madde ötesi ve mahiyeti meçhul olan bir makamdır. “Kalb de bir arştır.” ifadesinin ışığında şöyle söyleyebiliriz:
Kalbin ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî bir kaplama değilse, Arşın Kürsi’yi içine alması da maddî değildir; “onu idare etme, onda tasarrufta bulunma” manasınadır.
KALEM: Nurdan yaratılmış bir cisimdir. Alemde her ne var ise Allah Teala, Levhte yazması için Kaleme emretmiştir.
Hak Teala bunların hepsini bizim anlayamayacağımız bazı sebepler doğrultusunda yaratmıştır. Haşa, Cenab-ı Hak arşı sığınmak için, Kürsiyi oturmak için yahut Levh ve Kalemi bir şeyleri yazıp unutmamak için yaratmamıştır !
Levh-i Mahfuz
Levh-i Mahfuz, Arapça’da korunmuş levha demektir. İslâm’da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur’an’da Ümmü’l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap olarak da anılır.
Levh-i Mahfuz adı, Kur’an’da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da bulunduğu bildirilir (Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En’âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml, 27/75), tertemiz olarak yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitaptır.
Levh-i Mahfuz nedir ve niçin kullanılır?
Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir “levha”dır bu alem. İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kainatın programıdır. Bilgilerin korunduğu bu alemin insandaki küçük örneği, “hafıza”dır.
Şehadet aleminde mercimek kadar küçük bir et sembolüyle temsil edilen hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz. Dağlar, denizler, ovalar, gökyüzü, yıldızlar, büyük küçük her şey ondadır.
Bütün bu işler, o mercimek küçüklüğündeki et parçasının marifeti olabilir mi hiç! Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder. “Levh-i Mahfuz”un küçük bir misalidir bize verilen. Nasıl insanın başından geçenler bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kainattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” ismi tecelli eder.
Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklıdır. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, Levh-i Mahfuz’un defterleri olan Kitab-ı Mübîn’de yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
Melekler neden yazar?
Meleklerin kâtipliği, insanların özgür iradeleriyle ortaya koydukları söz ve eylemlerinin yazılımına dairdir. Levh-i Mahfuz, canlı cansız her şeyin bütün keyfiyetleriyle nasıl olduğu ve nasıl olacağı hususunu -Allah’ın sonsuz ilminin bir not defteri olarak- ihtiva etmektedir. Bunun varlığının pek çok hikmetlerinden biri, Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan bir ekran olmasıdır. Mele-i âla sakinlerinden dört meşhur melek, hamele-i arş, kerrubiyun gibi diğer büyük meleklerin Levh-i Mahfuz’u müşahede etmeleri, yeryüzü sakinlerinden nadir de olsa bazı büyük evliyanın keşfen görmeleri ve umum müminlerin iman-ı bilgayb cihetiyle kalben ve hayalen müşahede etmeleri, bir manada Allah’ın sonsuz ilim ve kudretinin varlığına şahit olmaları, bu levhanın varlığının önemli bir sebebi olarak kabul edilmelidir.
Kiramen Kâtibîn melekleri ise, her şeyi değil, sadece insanların amellerini yazarlar. Bu yazılışın en önemli hikmeti ise, âhirette -büyük mahkemede- Allah’ın sonsuz adaletinin herkes tarafından görülmesi için bu iki meleğin birer âdil şahit olmalarıdır. Gerçi başka şahitler de vardır. Kişinin kendi uzuvları da şahitlik edeceklerdir. Ancak, meleklerin yazdığı dosyanın bir kopyasının bizzat sanıkların elinde olması, adaletin ayrı bir güzelliğini gösterir.
Sidretü’l-müntehâ,
Son Sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, “nihayet sidresi” veya “son sınır sidresi” anlamını ifade eden bir isimdir.
Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi’nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. “Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna “Arabistan kirazı” da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir.
1. Sidretü’l-müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş’ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (bk. Muhammed, 47/15) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (asv)’in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir:
“Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter.”
“Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter.”
gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir “oluşum ağacı” olarak göstermektedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: “Sidre, “Rakib” den “rikbe” gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder.” Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber (asv) hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
ARŞ- İslam inanışına göre göklerin en yükseği, dokuzuncu gök, Tanrının katı anlamına gelir.
KÜRS- Bir gök cisminin tekrar biçiminde görülen yüzü
LEVH-İ MAHFUZ- Levh-i mahfuz, olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir ilâhî muhafaza levhası; ilahî ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır.
Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.
Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.
Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder.
Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, “Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de yazılması” bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
LEVH-İ KAKLEM- Üzerine insan kaderinin, olmuş ve olacakların yazılı olduğuna inanılan tanrısal levhayı; levh-i mahfuzu yazan kalem.
Arş, Allah-u tealanın yarattığı en büyük varlıktır. Mecazî anlamda, ilahî hükümranlık tahtı demektir. Yedi kat göklerin ve Kürsi'nin üstünde olup madde aleminin sonu maddesizlik aleminin başlangıcıdır.
Arş; sözlükte; "taht, köşk, gölgelik" gibi manalara gelir. Arş, yerin yapısında olmadığı gibi göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur.
Arş, tavan, çatı, dam, çardak anlamlarına gelir. Bir eve nispetle tavanı; tavanına nispetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü. Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir. İfade ettiği kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir. Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır. Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar da arş kelimesi ile ifade edilmiştir. Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir. Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir.
Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son sınırıdır. Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) müşahede edilemez.
Resulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde (bk. İsrâ, 1, Necm, 1 vd.ayetler) Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti. (Arş, 7/54) Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva buyurdu..." denilmektedir.
Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir. Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır. Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi, mecazî ve kinayi bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez. Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır. Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır." diye cevap verir .
Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır. Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası:
a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi."
b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır.
c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu."
d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nispettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır.
"...O gün Rabb'inin tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır. " (el-Hakka, 69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz. Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar. " buyurduğunu söylüyor. Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır.
İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tespit etti. Ve göklerle yeri yarattı... " Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır. Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nispet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur. Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir. Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir. Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nispetle büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur."
Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhyasında geçen bir hadis-i şerif; "Abdullah b. Amr b. el-Âs'a, "Ölen müminlerin ruhları nerededir?" diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir " dedi.
"Arş-ı Mecid" de denilen Arş, mahlukların en şereflisidir. Her şeyden daha saf ve nurludur. Bunun için ayna gibidir. Allah-u tealanın büyüklüğü, orada görünür. Bunun içindir ki ona "Arşullah" denir. Namazın kıblesi Kabe olduğu gibi, duanın kıblesi de Arş-ı İlâhî'dir. Bunun için duada eller kaldırılıp avuç içleri yukarı açılır.
İmâm-ı Gazâlî'ye göre; namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi, duânın kıblesi de, Arş'tır. Bunun için duâda eller kaldırılıp, avuç içleri semâya doğru açılır.
İmam-ı Rabbânî, şöyle der: "Arş-ı a'lâ, Allah-u teâlânın şaşılacak mahlûklarından (yarattıklarından) biridir ve mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden daha sâf ve nûrludur.
Ahmed Fârûkî'nin Arş hakkındaki görüşleri ise şöyledir:
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Allah-u teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel ise) Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek ki, Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur. Ancak Arş, yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır.
Kurân-ı Kerîm'de Arş ile alakalı bilgi verilmiştir. Mü'min suresi 7. ayetinde mealen buyruldu ki:
الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَّحْمَةً وَعِلْماً فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ
Ellezîne yehmilûnel arşe vemen havlehû yusebbihûne bihamdi rabbihim veyu'minûne bihî veyesteğfirûne lillezîne ēmenû rabbenē vesiğte külle şey'ir-rahmetev veilmē. Fēğfir lillezîne tēbû vēttebeû sebîleke vegihim azēbel cehîm.
«Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tesbih ederler, O'na inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azâbından koru.»
Peygamberimiz (s.a.v.) de buyurdu ki: "Yedi sınıf kimseyi Allah-u teala hiçbir gölge bulunmayan günde Arş'ın gölgesinde gölgelendirir:
Adaletli devlet reisini;
Gençliğini ibadetle geçireni;
Kalbi mescitlere bağlı olanı;
Allah rızası için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile ayrılanı;
Güzel bir kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyeni;
Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizli vereni;
Yalnızken Allah-u tealayı anınca Allah korkusundan ağlayan kimseyi."
Hamele-i Arş Nedir?
Hamele-i Arş, Arşı taşıyan melekler demektir. Allah-u Teâlâ'nın Arş'ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz
"Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir Melekler onun çevresindedir Ve o gün Rabbinin Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17.)
Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler, "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler.
Hz Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır"
Abdullah b Amr, "Arş'ı taşıyan melekler, sekiz tanedir." der Sa'id b Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı "Kerûbiyyûn melekleri" denilir İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır.
"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O'na inanırlar ve mü'minlerin bağışlanmasını isterler Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü'min, 40/7)
Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş'ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri'nin Allah'ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir." der Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir.
Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla'nın ilmine havale eder Sa'lebî'nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur"
İbn Sina, "Melâike" risalesinde Arş'taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü'minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş'ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir Allah'ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der.
2. Kürsi
Kürsi, "taht" demektir.. Kök anlamıyla üst üste katlanmayı, bir araya toplanmayı belirtir. Belli parçaların bir araya toplanmasından, üst üste eklenmesinden oluştukları için sandalye, koltuk, taht gibi üzerine oturulacak eşyaya kürsi denilmiştir. Mecâzî olarak da ilim, güç, egemenlik, sultan gibi anlamları dile getirir. Kurân'da Allah'ın da bir kürsisi olduğu, bu kürsinin gökleri ve yeri içine aldığı belirtilir (el-Bakara, 2/255). Söz konusu âyet bu özelliği nedeniyle Kürsi Âyeti (Âyetü'l-Kürsi) olarak adlandırılır.
Allah'ın kürsisinin mahiyeti hakkında Kurân'da bilgi verilmez. Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen rivayetlerde de bu konuda bir açıklama yoktur. Taberî'nin kaydettiği bir hadise göre yedi gök kürsi içinde bir kalkan içine atılmış yedi dirhem gibi kalır. Ebu Zer'in rivayet ettiği bir hadis de Kürsi'nin arş karşısındaki durumunu belirler: "Arş içinde Kürsi, yeryüzünde bir çölün içine atılmış demir bir halka (yüzük) kadardır."
Ehl-i sünnet ve'l cemaat, kürsî ile arş'ın hak olduğuna inanırlar. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir." (Bakara 255)
Arşın ölçüsünü kimse bilemez. Kürsi'nin Arş'a nispeti ise, büyük bir düzlükte bırakılmış halka gibidir. Gökleri ve yeri kuşatmıştır. Allah'ın Arş'a da Kürsi'ye de ihtiyacı yoktur. O'na ihtiyacı olduğundan dolayı Arş'a istivâ etmiş değildir. Aksine, bu, kendisinin tespit ettiği sonsuz hikmetin bir gereğidir. O, Arş'a da Arş'ın dışındaki diğer varlıklara da muhtaç olmaktan münezzehtir. Şanı yüce Allah, bundan çok daha büyüktür. Aksine Arş da Kürsî de O'nun kudret ve egemenliği ile taşınan iki varlıktır.
Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi, Allahü teâlânın kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka kimsenin elinde bir kuvvet yoktur. Allahü teâlânın, yaratılmışlardan hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)
Ayetü'l-Kürsi'de söz konusu edilen Allah'ın Kürsisi'ne müfessirlerce getirilen yorumlar başlıca dört görüş çevresinde toplanır. Râzi'nin özetlediği [18] görüşlerden birincisine göre Kürsi, gökleri ve yeri kaplayan büyük bir cisimdir. Bu görüştekilerden Hasan el-Basri ayrıca Kürsi'nin Arş ile aynı şey olduğunu söyler. Ona göre üzerine oturulması nedeniyle tahta bazen arş, bazen de kürsi denmektedir. Bazı bilginler Hasan el-Basri'ye karşı çıkarak kürsi ile arşın ayrı şeyler olduğunu savunurlar. Bunlardan bazıları Kürsî'nin Arş'ın altında, yedinci semanın üstünde olduğunu söylerken, İmam Süddî'nin de içinde olduğu diğerleri yerin altında bulunduğu görüşünü öne sürerler. Said İbn Cübeyr'in rivayet ettiğine göre ibn Abbâs Kürsî'nin Allah'ın ayakların koyduğu yer olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş Kürsi'yi Allah'ın hükümranlığı, kudreti ve mülkü olarak yorumlar. Kürsi'nin cisimliğini redde yönelik bu görüşe göre ulûhiyyet (tanrılık) ancak kudretle olur ve oturulan yere kürsî dendiği gibi bazen üzerine oturana da kürsi adı verilir. Bu nedenle Allah'ın Kürsi'si O'nun hükümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.
Üçüncü görüşe göre: Kürsi Allah'ın ilmidir. İlim, âlimin dayandığı şey olması bakımından kürsi olarak adlandırılır. Kendisine güvenilen, dayanılan âlimlere de kürsiler (kerasi) denilir. Bu nedenle âyetteki Kürsi Allah'ın ilmini ifade etmektedir.
Kürsi'nin Allah'ın büyüklüğünü, ululuğunu dile getirdiği yolundaki yorum dördüncü görüşü oluşturur. Keffâl'in diğerlerine yeğlediği bu görüşe göre Allah, büyüklüğünü anlatmak için insanların kolayca anlayabileceği benzetmeler yapar. Allah'ın evi (Beytullah, Kâbe), Allah'ın eli (Yed'ullah, Hacerü'l-Esved) gibi deyimler de aynı amaçla kullanılır. Bunları maddi anlamlarıyla anlamak doğru değildir ve kişiyi tecsim (Allah'ı cisim gibi düşünme) ve teşbih (Allah'ı insana benzetme) yanlışına götürür.
Müfessirlere göre Kürsi konusunda nassa dayalı bir delil olmadıkça te'vile gitmek doğru değildir. Bu nedenle Kürsi'ye ilişkin âyetin açık anlamına uygun ilk görüşün doğru kabul edilmesi gerekir. Ancak bu görüşten yola çıkarak Allah'ın cisim olduğu, insanlara benzediği gibi bir sonuca varmaktan da sakınmak gerekir.
Kürsi; Allah-u tealanın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arş'ın altında olduğu bildirilen Allah-u tealanın yarattığı en büyük varlıklardan biridir. Kürsi, madde aleminden olup göklerden ayrı olarak yaratılmıştır. Kurân-ı Kerîm'de Kürsi ile alakalı bilgi verilmiştir. Bakara suresi 255. ayetinde (Yani "Ayetel Kürsi" adı ile meşhur âyette) buyruldu ki:
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا
شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Allahâ lē ilēhe ille hüvel hayyul gayyûm. Lē te'[k]huzuhû sinetuv-velē nevm. Lehû mē fîs-semēvēti vemē fîl ard. Men zel lezî yeşfeu indehu ille biiznih. Yağlemu mē beyne eydîhim vemē [k]halfehum velē yuhîtûne bişey'im-min ilmihî ille bimē şē'. Vesia kürsiyyuhus-semēvēti vēl ard. Velē yeûduhû hifzuhumē vehüvel aliyyul azîm.
«Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.63 Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir?64 O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.»
Efendimiz (s.a.v) Mirac hadisesini anlatırkenyedi kat göklere yükseldiğinden haber verir ki, elbette doğrudur. Kur'an-ı Kerîm'de Âl-i İmran suresi'nde “vasi'a kürsiyyühüssema vel ard” diye geçen ayette bu sıfatını tanıtarak mealen “Vacib teâlâ'nın kürsüsü ve arzı vasi oldu ve onları ihata etti” buyurur. Bu manayı Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Yedi semavat ve altı tabaka arz kürsüye nispetle cesim bir ova üzerinde atılmış bir halka gibidir.” Kürsünün semavatın fevkinde ve arş-ı ala'nın altında semavat-ı seb'ayı (yedi gök) ihata eden cisim olduğu beyan olunmuştur. Evet, kürsî denen âlem ki, Allah-ü âlem sınırsız olup El-Vasî ism-i şerifinin tecelligahını temsil ediyor. Ukbâ âlemi, berzah, cennet, cehennem denen âlemler mahşer yeri kim bilir nasıl geniş âlemlerdir.
LEVH-İ MAHV İSPAT
Bediüzzaman’ın ifadesiyle,
“Levh-i Mahv-İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.”
Cenab-ı Hak, ilmindeki manalardan bir kısmını zamanın sayfasında yazmakta, daha sonra ölüm kanunuyla bunları silip yenilerini göstermektedir.
Eşyanın Allah’ın ilmindeki halinde zaman söz konusu değildir. Ezel-ebed beraberdir. Bunların vücuda gelmeleri belli bir tertip ve sıra iledir, böylece zaman ortaya çıkmaktadır.
Ezbere bildiğimiz bir şiirin başı ve sonu ilmimizde beraberce bulunur. Ama bunu söylemeye veya yazmaya başladığımızda, belli bir sıra ortaya çıkar.
ARŞ
Yüksek yer. Tavan. Dam. Çardak. Hükümdarın tahtı. Hükümdarlık. Saltanat. Bütün âlemleri kuşatan yüce bir makam.
Arş, kâinatın ve bütün varlık âlemlerinin sağını, solunu, üstünü, altını kaplamış ve hükmü altına almıştır. Yani baştan sona, dıştan içe her şeyi kuşatmıştır.
Fahreddin-i Râzi’nin ifadesine göre, arş, “İlâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu âlemdir.” Tabiri caizse, arş bütün varlık âleminin idaresiyle, tanzimiyle ilgili hükümlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makamdır.
Arş, İlahi tasarrufların emir ve irade merkezi olup, saltanat-ı İlâhiyeden kinayedir.
Üstad Bediüzzaman, “Kalb de bir arştır, fakat ben de Arş gibiyim diyemez.” diyerek hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de Arşla ilgili bazı sırların yine insanın manevî kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor.
Beden ülkesi kalpten idare edilir. Gözler, kalbin istediği yöne bakarlar; ayaklar ona göre hareket ederler. Bunun gibi, bütün alemler de arştan idare edilirler. İşte, vücudun idaresinde kalb bir merkez olduğu gibi, arş-ı azam dahi âlemin idare merkezidir.
İslâm âlimleri, Arş ve Kürsînin mecaz ve teşbih yönü olduğunu ifade etmekle birlikte, bu âlemlerin mevcut olduklarına da bilhassa dikkat çekerler. Bu hususta şu güzel misali verirler: Nasıl Kâbe’ye Beytullah yâni Allah’ın evi denilmesi mecazdır, ama Kâbenin varlığı da bir hakikattir. Arş ve Kürsîyi de böyle değerlendirmek gerekir.
Her bir varlığın mahiyeti de Allah’ın isim ve sıfatlarının hükmettiği birer taht veya birer arş hükmündedir. Bu manaya göre, toprak, su, kalp, çiçek, hayvan, dağ, taş, yer, gök ve bütün varlıklar birer arştırlar.
KÜRSÎ
Oturulacak yüksekçe yer. Taht. Koltuk Hâkimiyet, kudret, saltanat.
Kürsî, “Bir kişinin oturduğu yüksek sandalye, taht” mânâsına gelir.
Mecazî olarak, ilim, hâkimiyet, kudret, saltanat, azamet mânâlarını ifade eder.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Yedi gök, Kürsî içinde bir kalkanın içine atılmış yedi para gibidir.”
Bir başka hadiste de Kürsî'nin Arş içindeki küçüklüğü şöyle tasvir edilir:
“Arş içinde Kürsî, bir çöle atılmış demir bir halka kadardır."
Kürsî için, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” şeklinde bir tarif getiriliyor. Buna göre kürsi, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almakta, kuşatmaktadır. Kürsî, bütün semaları ve arzı kuşatmakta, bütün cismanî âlemleri içine almaktadır. Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi düşünülemez. Arş madde ötesi ve mahiyeti meçhul olan bir makamdır. Bediüzzaman’ın “Kalb de bir arştır.” ifadesinin ışığında şöyle söyleyebiliriz:
Kalbin ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî bir kaplama değilse, Arşın Kürsi'yi içine alması da maddî değildir; “onu idare etme, onda tasarrufta bulunma” manasınadır.
Bazı âlimler, Arş ile Kürsî'yi aynı kabul ederler. (Prof. Dr. Alaaddin Başar, Kavramlar Lügatı)
Alıntıdır.
Arş’ın, Kürsi’nin, Levh’in ve Kalem’in var olduğuna inanmak gerekir.
ARŞ : Nurdan yaratılmış büyük bir cisimdir. Dünya var olduğu müddetçe 4, Ahirette(Kıyamet koptuğu zaman) ise 8 Melek onu taşımaktadır.
Arş kelimesi lügatta taht, tavan, çatı gibi manalara gelir. Ulviyet ve yücelik anlamına gelen arş padişahların üzerinde hükümlerini yürüttükleri taht olarak da isimlendirilmiştir. Bu nedenle arş tüm âlemleri kuşatan Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini sağlayan bir makamdır.
Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde defalarca tekrar edilen bu kelime ile yedi semanın ve kürsinin üzerinde bulunan, Yüce Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeri kastedilir. Meleklerin bir kısmı arşın etrafını kuşatmış, bir kısmı da onu yüklenmişlerdir. Allah’ın emir ve hükümleri arşı kaplamıştır.
Nemi Suresinin 26. ayetinde Allah’ın yüce arşın sahibi olduğu ifade edilir.
Arş mümkünatın tamamını, yedi kat gökleri ve yerleri, cennet ve cehennemi, sidret-ül Müntehayı ve her şeyi kuşatarak Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini sağlayan arştır. Zira Allah yerleri ve gökleri yaratmış ve sonra “Arşa istiva etmiştir.” (A’raf, 7:54; Hadid, 57:4)
KÜRSİ: Nurani bir şekildir. Arşın altında ve onunla bağlantılıdır. Kürsi ve yedinci semanın arasında 500 yıllık mesafe vardır.
Oturulacak yüksekçe yer. Taht. Koltuk Hâkimiyet, kudret, saltanat.
Kürsî, “Bir kişinin oturduğu yüksek sandalye, taht” mânâsına gelir.
Mecazî olarak, ilim, hâkimiyet, kudret, saltanat, azamet mânâlarını ifade eder.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Yedi gök, Kürsî içinde bir kalkanın içine atılmış yedi para gibidir.”
Bir başka hadiste de Kürsî’nin Arş içindeki küçüklüğü şöyle tasvir edilir:
“Arş içinde Kürsî, bir çöle atılmış demir bir halka kadardır.”
Kürsî için, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” şeklinde bir tarif getiriliyor. Buna göre kürsi, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almakta, kuşatmaktadır. Kürsî, bütün semaları ve arzı kuşatmakta, bütün cismanî âlemleri içine almaktadır. Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi düşünülemez. Arş madde ötesi ve mahiyeti meçhul olan bir makamdır. “Kalb de bir arştır.” ifadesinin ışığında şöyle söyleyebiliriz:
Kalbin ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî bir kaplama değilse, Arşın Kürsi’yi içine alması da maddî değildir; “onu idare etme, onda tasarrufta bulunma” manasınadır.
KALEM: Nurdan yaratılmış bir cisimdir. Alemde her ne var ise Allah Teala, Levhte yazması için Kaleme emretmiştir.
Hak Teala bunların hepsini bizim anlayamayacağımız bazı sebepler doğrultusunda yaratmıştır. Haşa, Cenab-ı Hak arşı sığınmak için, Kürsiyi oturmak için yahut Levh ve Kalemi bir şeyleri yazıp unutmamak için yaratmamıştır !
Levh-i Mahfuz
Levh-i Mahfuz, Arapça’da korunmuş levha demektir. İslâm’da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur’an’da Ümmü’l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap olarak da anılır.
Levh-i Mahfuz adı, Kur’an’da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da bulunduğu bildirilir (Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En’âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml, 27/75), tertemiz olarak yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitaptır.
Levh-i Mahfuz nedir ve niçin kullanılır?
Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir “levha”dır bu alem. İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kainatın programıdır. Bilgilerin korunduğu bu alemin insandaki küçük örneği, “hafıza”dır.
Şehadet aleminde mercimek kadar küçük bir et sembolüyle temsil edilen hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz. Dağlar, denizler, ovalar, gökyüzü, yıldızlar, büyük küçük her şey ondadır.
Bütün bu işler, o mercimek küçüklüğündeki et parçasının marifeti olabilir mi hiç! Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder. “Levh-i Mahfuz”un küçük bir misalidir bize verilen. Nasıl insanın başından geçenler bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kainattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” ismi tecelli eder.
Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklıdır. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, Levh-i Mahfuz’un defterleri olan Kitab-ı Mübîn’de yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
Melekler neden yazar?
Meleklerin kâtipliği, insanların özgür iradeleriyle ortaya koydukları söz ve eylemlerinin yazılımına dairdir. Levh-i Mahfuz, canlı cansız her şeyin bütün keyfiyetleriyle nasıl olduğu ve nasıl olacağı hususunu -Allah’ın sonsuz ilminin bir not defteri olarak- ihtiva etmektedir. Bunun varlığının pek çok hikmetlerinden biri, Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan bir ekran olmasıdır. Mele-i âla sakinlerinden dört meşhur melek, hamele-i arş, kerrubiyun gibi diğer büyük meleklerin Levh-i Mahfuz’u müşahede etmeleri, yeryüzü sakinlerinden nadir de olsa bazı büyük evliyanın keşfen görmeleri ve umum müminlerin iman-ı bilgayb cihetiyle kalben ve hayalen müşahede etmeleri, bir manada Allah’ın sonsuz ilim ve kudretinin varlığına şahit olmaları, bu levhanın varlığının önemli bir sebebi olarak kabul edilmelidir.
Kiramen Kâtibîn melekleri ise, her şeyi değil, sadece insanların amellerini yazarlar. Bu yazılışın en önemli hikmeti ise, âhirette -büyük mahkemede- Allah’ın sonsuz adaletinin herkes tarafından görülmesi için bu iki meleğin birer âdil şahit olmalarıdır. Gerçi başka şahitler de vardır. Kişinin kendi uzuvları da şahitlik edeceklerdir. Ancak, meleklerin yazdığı dosyanın bir kopyasının bizzat sanıkların elinde olması, adaletin ayrı bir güzelliğini gösterir.
Sidretü’l-müntehâ,
Son Sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, “nihayet sidresi” veya “son sınır sidresi” anlamını ifade eden bir isimdir.
Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi’nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. “Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna “Arabistan kirazı” da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir.
1. Sidretü’l-müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş’ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (bk. Muhammed, 47/15) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (asv)’in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir:
“Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter.”
“Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter.”
gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir “oluşum ağacı” olarak göstermektedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: “Sidre, “Rakib” den “rikbe” gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder.” Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber (asv) hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
ARŞ- İslam inanışına göre göklerin en yükseği, dokuzuncu gök, Tanrının katı anlamına gelir.
KÜRS- Bir gök cisminin tekrar biçiminde görülen yüzü
LEVH-İ MAHFUZ- Levh-i mahfuz, olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir ilâhî muhafaza levhası; ilahî ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır.
Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.
Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.
Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder.
Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, “Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de yazılması” bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
LEVH-İ KAKLEM- Üzerine insan kaderinin, olmuş ve olacakların yazılı olduğuna inanılan tanrısal levhayı; levh-i mahfuzu yazan kalem.
Arş, Allah-u tealanın yarattığı en büyük varlıktır. Mecazî anlamda, ilahî hükümranlık tahtı demektir. Yedi kat göklerin ve Kürsi'nin üstünde olup madde aleminin sonu maddesizlik aleminin başlangıcıdır.
Arş; sözlükte; "taht, köşk, gölgelik" gibi manalara gelir. Arş, yerin yapısında olmadığı gibi göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur.
Arş, tavan, çatı, dam, çardak anlamlarına gelir. Bir eve nispetle tavanı; tavanına nispetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü. Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir. İfade ettiği kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir. Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır. Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar da arş kelimesi ile ifade edilmiştir. Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir. Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir.
Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son sınırıdır. Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) müşahede edilemez.
Resulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde (bk. İsrâ, 1, Necm, 1 vd.ayetler) Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti. (Arş, 7/54) Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva buyurdu..." denilmektedir.
Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir. Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır. Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi, mecazî ve kinayi bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez. Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır. Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır." diye cevap verir .
Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır. Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası:
a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi."
b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır.
c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu."
d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nispettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır.
"...O gün Rabb'inin tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır. " (el-Hakka, 69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz. Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar. " buyurduğunu söylüyor. Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır.
İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tespit etti. Ve göklerle yeri yarattı... " Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır. Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nispet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur. Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir. Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir. Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nispetle büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur."
Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhyasında geçen bir hadis-i şerif; "Abdullah b. Amr b. el-Âs'a, "Ölen müminlerin ruhları nerededir?" diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir " dedi.
"Arş-ı Mecid" de denilen Arş, mahlukların en şereflisidir. Her şeyden daha saf ve nurludur. Bunun için ayna gibidir. Allah-u tealanın büyüklüğü, orada görünür. Bunun içindir ki ona "Arşullah" denir. Namazın kıblesi Kabe olduğu gibi, duanın kıblesi de Arş-ı İlâhî'dir. Bunun için duada eller kaldırılıp avuç içleri yukarı açılır.
İmâm-ı Gazâlî'ye göre; namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi, duânın kıblesi de, Arş'tır. Bunun için duâda eller kaldırılıp, avuç içleri semâya doğru açılır.
İmam-ı Rabbânî, şöyle der: "Arş-ı a'lâ, Allah-u teâlânın şaşılacak mahlûklarından (yarattıklarından) biridir ve mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden daha sâf ve nûrludur.
Ahmed Fârûkî'nin Arş hakkındaki görüşleri ise şöyledir:
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "Allah-u teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel ise) Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek ki, Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur. Ancak Arş, yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır.
Kurân-ı Kerîm'de Arş ile alakalı bilgi verilmiştir. Mü'min suresi 7. ayetinde mealen buyruldu ki:
الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَّحْمَةً وَعِلْماً فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ
Ellezîne yehmilûnel arşe vemen havlehû yusebbihûne bihamdi rabbihim veyu'minûne bihî veyesteğfirûne lillezîne ēmenû rabbenē vesiğte külle şey'ir-rahmetev veilmē. Fēğfir lillezîne tēbû vēttebeû sebîleke vegihim azēbel cehîm.
«Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tesbih ederler, O'na inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azâbından koru.»
Peygamberimiz (s.a.v.) de buyurdu ki: "Yedi sınıf kimseyi Allah-u teala hiçbir gölge bulunmayan günde Arş'ın gölgesinde gölgelendirir:
Adaletli devlet reisini;
Gençliğini ibadetle geçireni;
Kalbi mescitlere bağlı olanı;
Allah rızası için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile ayrılanı;
Güzel bir kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyeni;
Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizli vereni;
Yalnızken Allah-u tealayı anınca Allah korkusundan ağlayan kimseyi."
Hamele-i Arş Nedir?
Hamele-i Arş, Arşı taşıyan melekler demektir. Allah-u Teâlâ'nın Arş'ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz
"Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir Melekler onun çevresindedir Ve o gün Rabbinin Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17.)
Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler, "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler.
Hz Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır"
Abdullah b Amr, "Arş'ı taşıyan melekler, sekiz tanedir." der Sa'id b Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı "Kerûbiyyûn melekleri" denilir İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır.
"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O'na inanırlar ve mü'minlerin bağışlanmasını isterler Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü'min, 40/7)
Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş'ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri'nin Allah'ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir." der Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir.
Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla'nın ilmine havale eder Sa'lebî'nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur"
İbn Sina, "Melâike" risalesinde Arş'taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü'minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş'ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir Allah'ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der.
2. Kürsi
Kürsi, "taht" demektir.. Kök anlamıyla üst üste katlanmayı, bir araya toplanmayı belirtir. Belli parçaların bir araya toplanmasından, üst üste eklenmesinden oluştukları için sandalye, koltuk, taht gibi üzerine oturulacak eşyaya kürsi denilmiştir. Mecâzî olarak da ilim, güç, egemenlik, sultan gibi anlamları dile getirir. Kurân'da Allah'ın da bir kürsisi olduğu, bu kürsinin gökleri ve yeri içine aldığı belirtilir (el-Bakara, 2/255). Söz konusu âyet bu özelliği nedeniyle Kürsi Âyeti (Âyetü'l-Kürsi) olarak adlandırılır.
Allah'ın kürsisinin mahiyeti hakkında Kurân'da bilgi verilmez. Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen rivayetlerde de bu konuda bir açıklama yoktur. Taberî'nin kaydettiği bir hadise göre yedi gök kürsi içinde bir kalkan içine atılmış yedi dirhem gibi kalır. Ebu Zer'in rivayet ettiği bir hadis de Kürsi'nin arş karşısındaki durumunu belirler: "Arş içinde Kürsi, yeryüzünde bir çölün içine atılmış demir bir halka (yüzük) kadardır."
Ehl-i sünnet ve'l cemaat, kürsî ile arş'ın hak olduğuna inanırlar. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir." (Bakara 255)
Arşın ölçüsünü kimse bilemez. Kürsi'nin Arş'a nispeti ise, büyük bir düzlükte bırakılmış halka gibidir. Gökleri ve yeri kuşatmıştır. Allah'ın Arş'a da Kürsi'ye de ihtiyacı yoktur. O'na ihtiyacı olduğundan dolayı Arş'a istivâ etmiş değildir. Aksine, bu, kendisinin tespit ettiği sonsuz hikmetin bir gereğidir. O, Arş'a da Arş'ın dışındaki diğer varlıklara da muhtaç olmaktan münezzehtir. Şanı yüce Allah, bundan çok daha büyüktür. Aksine Arş da Kürsî de O'nun kudret ve egemenliği ile taşınan iki varlıktır.
Yedi kat gök, yedi kat yer, Arş ve Kürsî, var olan ne varsa hepsi, Allahü teâlânın kudretindedir; O'nun emrine boyun eğmiştir. O'ndan başka kimsenin elinde bir kuvvet yoktur. Allahü teâlânın, yaratılmışlardan hiçbir yardımcı ve ortağı yoktur. (Sâvî, Kurtubî)
Ayetü'l-Kürsi'de söz konusu edilen Allah'ın Kürsisi'ne müfessirlerce getirilen yorumlar başlıca dört görüş çevresinde toplanır. Râzi'nin özetlediği [18] görüşlerden birincisine göre Kürsi, gökleri ve yeri kaplayan büyük bir cisimdir. Bu görüştekilerden Hasan el-Basri ayrıca Kürsi'nin Arş ile aynı şey olduğunu söyler. Ona göre üzerine oturulması nedeniyle tahta bazen arş, bazen de kürsi denmektedir. Bazı bilginler Hasan el-Basri'ye karşı çıkarak kürsi ile arşın ayrı şeyler olduğunu savunurlar. Bunlardan bazıları Kürsî'nin Arş'ın altında, yedinci semanın üstünde olduğunu söylerken, İmam Süddî'nin de içinde olduğu diğerleri yerin altında bulunduğu görüşünü öne sürerler. Said İbn Cübeyr'in rivayet ettiğine göre ibn Abbâs Kürsî'nin Allah'ın ayakların koyduğu yer olduğunu söylemiştir.
İkinci görüş Kürsi'yi Allah'ın hükümranlığı, kudreti ve mülkü olarak yorumlar. Kürsi'nin cisimliğini redde yönelik bu görüşe göre ulûhiyyet (tanrılık) ancak kudretle olur ve oturulan yere kürsî dendiği gibi bazen üzerine oturana da kürsi adı verilir. Bu nedenle Allah'ın Kürsi'si O'nun hükümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.
Üçüncü görüşe göre: Kürsi Allah'ın ilmidir. İlim, âlimin dayandığı şey olması bakımından kürsi olarak adlandırılır. Kendisine güvenilen, dayanılan âlimlere de kürsiler (kerasi) denilir. Bu nedenle âyetteki Kürsi Allah'ın ilmini ifade etmektedir.
Kürsi'nin Allah'ın büyüklüğünü, ululuğunu dile getirdiği yolundaki yorum dördüncü görüşü oluşturur. Keffâl'in diğerlerine yeğlediği bu görüşe göre Allah, büyüklüğünü anlatmak için insanların kolayca anlayabileceği benzetmeler yapar. Allah'ın evi (Beytullah, Kâbe), Allah'ın eli (Yed'ullah, Hacerü'l-Esved) gibi deyimler de aynı amaçla kullanılır. Bunları maddi anlamlarıyla anlamak doğru değildir ve kişiyi tecsim (Allah'ı cisim gibi düşünme) ve teşbih (Allah'ı insana benzetme) yanlışına götürür.
Müfessirlere göre Kürsi konusunda nassa dayalı bir delil olmadıkça te'vile gitmek doğru değildir. Bu nedenle Kürsi'ye ilişkin âyetin açık anlamına uygun ilk görüşün doğru kabul edilmesi gerekir. Ancak bu görüşten yola çıkarak Allah'ın cisim olduğu, insanlara benzediği gibi bir sonuca varmaktan da sakınmak gerekir.
Kürsi; Allah-u tealanın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arş'ın altında olduğu bildirilen Allah-u tealanın yarattığı en büyük varlıklardan biridir. Kürsi, madde aleminden olup göklerden ayrı olarak yaratılmıştır. Kurân-ı Kerîm'de Kürsi ile alakalı bilgi verilmiştir. Bakara suresi 255. ayetinde (Yani "Ayetel Kürsi" adı ile meşhur âyette) buyruldu ki:
اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا
شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Allahâ lē ilēhe ille hüvel hayyul gayyûm. Lē te'[k]huzuhû sinetuv-velē nevm. Lehû mē fîs-semēvēti vemē fîl ard. Men zel lezî yeşfeu indehu ille biiznih. Yağlemu mē beyne eydîhim vemē [k]halfehum velē yuhîtûne bişey'im-min ilmihî ille bimē şē'. Vesia kürsiyyuhus-semēvēti vēl ard. Velē yeûduhû hifzuhumē vehüvel aliyyul azîm.
«Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.63 Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir?64 O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.»
Efendimiz (s.a.v) Mirac hadisesini anlatırkenyedi kat göklere yükseldiğinden haber verir ki, elbette doğrudur. Kur'an-ı Kerîm'de Âl-i İmran suresi'nde “vasi'a kürsiyyühüssema vel ard” diye geçen ayette bu sıfatını tanıtarak mealen “Vacib teâlâ'nın kürsüsü ve arzı vasi oldu ve onları ihata etti” buyurur. Bu manayı Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Yedi semavat ve altı tabaka arz kürsüye nispetle cesim bir ova üzerinde atılmış bir halka gibidir.” Kürsünün semavatın fevkinde ve arş-ı ala'nın altında semavat-ı seb'ayı (yedi gök) ihata eden cisim olduğu beyan olunmuştur. Evet, kürsî denen âlem ki, Allah-ü âlem sınırsız olup El-Vasî ism-i şerifinin tecelligahını temsil ediyor. Ukbâ âlemi, berzah, cennet, cehennem denen âlemler mahşer yeri kim bilir nasıl geniş âlemlerdir.
LEVH-İ MAHV İSPAT
Bediüzzaman’ın ifadesiyle,
“Levh-i Mahv-İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.”
Cenab-ı Hak, ilmindeki manalardan bir kısmını zamanın sayfasında yazmakta, daha sonra ölüm kanunuyla bunları silip yenilerini göstermektedir.
Eşyanın Allah’ın ilmindeki halinde zaman söz konusu değildir. Ezel-ebed beraberdir. Bunların vücuda gelmeleri belli bir tertip ve sıra iledir, böylece zaman ortaya çıkmaktadır.
Ezbere bildiğimiz bir şiirin başı ve sonu ilmimizde beraberce bulunur. Ama bunu söylemeye veya yazmaya başladığımızda, belli bir sıra ortaya çıkar.
ARŞ
Yüksek yer. Tavan. Dam. Çardak. Hükümdarın tahtı. Hükümdarlık. Saltanat. Bütün âlemleri kuşatan yüce bir makam.
Arş, kâinatın ve bütün varlık âlemlerinin sağını, solunu, üstünü, altını kaplamış ve hükmü altına almıştır. Yani baştan sona, dıştan içe her şeyi kuşatmıştır.
Fahreddin-i Râzi’nin ifadesine göre, arş, “İlâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu âlemdir.” Tabiri caizse, arş bütün varlık âleminin idaresiyle, tanzimiyle ilgili hükümlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makamdır.
Arş, İlahi tasarrufların emir ve irade merkezi olup, saltanat-ı İlâhiyeden kinayedir.
Üstad Bediüzzaman, “Kalb de bir arştır, fakat ben de Arş gibiyim diyemez.” diyerek hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de Arşla ilgili bazı sırların yine insanın manevî kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor.
Beden ülkesi kalpten idare edilir. Gözler, kalbin istediği yöne bakarlar; ayaklar ona göre hareket ederler. Bunun gibi, bütün alemler de arştan idare edilirler. İşte, vücudun idaresinde kalb bir merkez olduğu gibi, arş-ı azam dahi âlemin idare merkezidir.
İslâm âlimleri, Arş ve Kürsînin mecaz ve teşbih yönü olduğunu ifade etmekle birlikte, bu âlemlerin mevcut olduklarına da bilhassa dikkat çekerler. Bu hususta şu güzel misali verirler: Nasıl Kâbe’ye Beytullah yâni Allah’ın evi denilmesi mecazdır, ama Kâbenin varlığı da bir hakikattir. Arş ve Kürsîyi de böyle değerlendirmek gerekir.
Her bir varlığın mahiyeti de Allah’ın isim ve sıfatlarının hükmettiği birer taht veya birer arş hükmündedir. Bu manaya göre, toprak, su, kalp, çiçek, hayvan, dağ, taş, yer, gök ve bütün varlıklar birer arştırlar.
KÜRSÎ
Oturulacak yüksekçe yer. Taht. Koltuk Hâkimiyet, kudret, saltanat.
Kürsî, “Bir kişinin oturduğu yüksek sandalye, taht” mânâsına gelir.
Mecazî olarak, ilim, hâkimiyet, kudret, saltanat, azamet mânâlarını ifade eder.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Yedi gök, Kürsî içinde bir kalkanın içine atılmış yedi para gibidir.”
Bir başka hadiste de Kürsî'nin Arş içindeki küçüklüğü şöyle tasvir edilir:
“Arş içinde Kürsî, bir çöle atılmış demir bir halka kadardır."
Kürsî için, “Arşın altında, yedi kat semanın üstünde” şeklinde bir tarif getiriliyor. Buna göre kürsi, bütün madde âlemini kuşatan esir maddesini de içine almakta, kuşatmaktadır. Kürsî, bütün semaları ve arzı kuşatmakta, bütün cismanî âlemleri içine almaktadır. Buna göre, Arşın Kürsîyi içine alması bir maddenin bir başka maddeyi içine alması gibi düşünülemez. Arş madde ötesi ve mahiyeti meçhul olan bir makamdır. Bediüzzaman’ın “Kalb de bir arştır.” ifadesinin ışığında şöyle söyleyebiliriz:
Kalbin ve ruhun bedeni kaplaması nasıl maddî bir kaplama değilse, Arşın Kürsi'yi içine alması da maddî değildir; “onu idare etme, onda tasarrufta bulunma” manasınadır.
Bazı âlimler, Arş ile Kürsî'yi aynı kabul ederler. (Prof. Dr. Alaaddin Başar, Kavramlar Lügatı)
Alıntıdır.