Albert Einstein kimdir-Albert Einstein biyografisi,hayatı
Einstein, Galilei ve Newton ile birlikte üç büyük bilim dehasından biridir. Üçü için de efsane, gerçeği gölgede bırakmıştır. Özellikle Einstein'ın yaşamı efsanelerle doldurulmuş ve bunlar onun yalnız bilgin ve kamuya mal olmuş adam ünüyle beslenmiştir. Resimleri ünlü tablo La Gioconda'da olduğu gibi yerli yersiz basılmış; haksız olarak atom bombasının babası sayılmış ve ünlü E = mc2 formülü her hususta gerekli gereksiz kullanılmıştır. Gerçekte Einstein, asıl alanı olan kuramsal fizikte yaptığı çalışmalarıyla XX. yy fiziğine ışık tutmuştur.
Albert Einstein 14 mart 1879'da Almanya'nın güneyindeki Ulm kentinde dünyaya geldi. Ailesi Musevi'ydi, ama pek dindar değildi. Çocukluğu, babasının elektrik tesisatı yaptığı Münih'te geçti. Babası hiç bir zaman işinde başarılı olamamıştı, onun işiyle ve ailesinin geçimiyle ilgili yaşadığı sorunlar genç Einstein'ı çok etkilemiştir.
YETİŞME YILLARI
Einstein Münih'te Luitpold Lisesi'ne devam etti. Burada başarılı bir öğrenci sayılırdı ama aslında çok mutsuzdu; o dönem, her türlü askeri disipline ve dayanıksız otoriteye karşı olumsuz duygularının ortaya çıktığı yıllardı. On beş yaşında, lisedeki yönetime daha fazla dayanamayarak, kendi iradesiyle okulu terk etti ve lise öğreniminin sona ermesini beklemeyerek ailesinin bulunduğu Pavia'ya, İtalya'ya gitti. Babası burada yeniden bir servet edinmenin peşindeydi. Einstein, aylarca tek başına çalıştıktan sonra, ünlü Zürich Politeknik Enstitüsü'nün giriş sınavlarına katıldı. Bu sınavda başarılı olamadı ama öğretim yöntemlerinin son derece liberal olduğu bir İsviçre okulunda sınavlara hazırlanabilme olanağını elde etti. 1896'da Politeknik Yüksek Okulu'na kabul edildi ve burada 1900'e kadar dönemin en iyi profesörlerinin yanında çok iyi bir öğrenim gördü. Bu dönemde Alman biliminin tüm klasik yapıtlarını keşfetti. Bu arada Politekniğe kabul edilen ender kız öğrencilerden biri olan Sırp-Hırvat kökenli Mileva Maric ile tanıştı. Onun Musevi olmayan bir kızla evlenmesine karşı çıkan babasının ölümünden sonra 1903'te evlendiler.
Einstein, okulu bitirdikten sonra, sahip olduğu saygın diplomaya karşın, kendine uygun bir iş bulamadı. Çeşitli üniversitelerde araştırma görevlisi kadrosu elde etmek için yaptığı birçok başvuru sonuçsuz kaldı. Sonunda babasının araştırma görevlisi bir dostunun araya girmesiyle Bern'deki patent dairesinde bir teknik uzmanlık görevi bulmasaydı durumu hiç de iyi olmayacaktı. Einstein için fizik çalışmalarına olanak vermesi bakımından bundan daha uygun iş olamazdı. 1955'te ölümünden birkaç hafta önce kaleme aldığı Öz yaşam öyküsü Taslağı'nda "Patent belgelerinin yazılması işi benim için gerçek bir kazançtı; bu iş fizik üzerinde düşünmek için bol zaman bulmama olanak veriyordu" diye yazacaktı.
1905, OLAĞANÜSTÜ BİR YIL
Einstein'ın 1905'te yayımladığı ve fizik tarihinin seyrinde değişikliğe yol. açan beş makalesi 1900 ile 1905 arasında olgunlaştı. Isaac Newton'a başarısının sebebi sorulduğunda söylediği şu sözler kadar Einstein'a uygun olan bir başkası yoktur: Tüm zamanım uğraştığım sorunlar üzerinde düşünmekle geçer. Einstein on yıldan beri sürekli olarak fizikteki derin bir ayrılık üzerinde düşünmekteydi; bu ayrılık fiziği kuramsal düzeyde birbiriyle bağdaşamaz bir biçimde ikiye bölüyordu: bir yanda ışığın, denizin yüzeyindeki dalgalar gibi tüm uzaya ya yılmış ve süreklilik arz eden dalgalar dan oluştuğunu ileri süren dalga kuramı (James C. Maxwell'in ışığın elektromanyetik doğasını göstermiştir); öte yanda, ışığı parçacıklardan oluşan, tümüyle yerel ve süreksiz bir mekanik olgu olarak kabul eden Newtoncu kuram. Sürekli olan ile süreksiz olanın fizik kuramında birlikte yer almasına oldukça şaşıran ve fiziğin ancak tekli yapıda olabileceği fikrine sıkı sıkıya bağlanan Einstein, kararlı bir biçimde bu ayrılığı ortadan kaldırmanın yollarını aramaya girişti. Bu konu tüm yaşamının en önemli amacını ve bütün araştırmalarının arkasındaki gerçek itici gücü oluşturacaktı.
Einstein'ın en önemli üstünlüğü, ışık kuramının fizikteki en derin çelişkiyi içe ren alan olduğunu kavramasıydı. Deha sının diğer bir yönü, geçerli olan ışık kuramının temel kavramlarından biri olan esirin, fizikteki tekliğin önündeki engellerden biri olduğunu anlamasıydı. Ger çekte ışık bir dalga gibi düşünülmüştü; bu dalga kavramı, suyun yüzeyinde olu- şan dalgalanma olayına benzer biçimde geliştirilen kuramsal bir kavramdı. Eğer bu benzerlik sonuna kadar sürseydi, olay son derece açık olacaktı; oysa sudaki dalgalanmayı olanaklı kılan maddi ortam, ışık için çok kolayca belirlenebilir değildi. Birçok fizikçi kuşağının önünde duran engel buydu: ışık enerjisinin yayıl masını sağlayan ortam nedir? Bu ortam için düşünülen esirin birçok fiziki özelliğinin ele geçmez olmasına karşın (yoğunluğunun ve esnekliğinin hesaplan- ması ya da ölçülmesi olanaksız gözüküyordu), onun hareketsiz olduğunu var saymak, kuramının içsel nedenlerinden ötürü zorunlu gözüküyordu.
Bu tarihi hatırlatma Einstein'ın 1905'te, henüz yirmi altı yaşındayken ortaya koyduğu entelektüel cesaretin önemini değerlendirmeye olanak verir. Gerçekten de Einstein'a göre esirin fiziki özelliklerinin saptanmasının bu denli güç olmasının nedeni, onun hiçbir fiziki gerçekliğe sahip olmamasından, onun yalnızca bir uydurma olmasındandı; bu kavram, kolaylıkla bir kenara bırakılabilecek bir yakıştırmadan başka bir şey değildi. Einstein'ın, özel görelilik kuramını anlattığı ünlü makalesi bu temele dayanıyordu: Esir yoktur.
Bu makalesinde Einstein, zaman ve uzayla ilgili « doğal » fikirlerin çok derin bir eleştirisi pahasına, esiri kalan tek maddi özelliği olan hareketsizlikten de arındırmayı başardı. Böylece fizikte tek liği gerçekleştirdi. Aslında, o döneme değin ışığın dalga kuramında kabul edil diği gibi hareketsiz bir esirin varlığını öngörmek, tüm mekaniğin (Galilei'den beri), tüm parçacık hareketi kuramının üzerine kurulduğu görelilik düşüncesi ve ilkesine açıkça aykırıydı ve bu neden le hareketsizliğin olmadığı, bunun fiziki bir anlamının olmadığı öne sürülebilir di. Böylece ilkeler düzleminde ışık kuramı derhal mekanikle bağdaşık, homojen bir duruma gelecekti. Einstein, esirin sonunu ilan etmekle bu ayrılığı, heterojenliği ortadan kaldırdı, ışığın görelilik kuramını ortaya koydu ve onu mekanikle birleştirdi.
Einstein gene 1905'te, ışığın ısıl özelliklerini, yani ısıtılmış bir cismin yaydığı ışığın rengini inceleyerek, ışığı aynı zamanda parçacıklardan oluşan bir olgu olarak da kabul etmek gerektiğini kanıtladı. Bu sonuç da fiziğin tekliği yolunda ilerleme olanağı sağladı; daha önce inanıldığı gibi ışığın, mekaniğin incelediği parçacıklardan tümüyle farklı bir doğaya sahip olduğu yolundaki görüşün tümüyle doğru olmadığı, ışığın aynı zamanda maddi özelliklere, parçacık özelliğine de sahip olduğunu ortaya çıkardı. Dolayısıyla evrende bulunan tüm nesnelerin ortak bir doğası olduğu fikri ufukta beliriyordu.
Böylece Einstein daha sonraki elli yıl boyunca, araştırmalarını 1905'te açtığı iki yolda çeşitli başarılarla sürdürerek birleşik bir fizik kuramı kurmaya çalıştı. Bu yollardan biri fiziğin farklı dallarının dayandığı ilkelerin birleştirilmesiydi. (Einstein buna «bir ilkeler kuramının araştırılması » diyordu); İkinci yol ise, fiziğin ele aldığı ve evrendeki şeylerin yapıldığı nesnelerin birliğini kurmaktı (Einstein bu yolu «bir inşa kuramının araştırılması » olarak tanımlıyordu).
BİRLEŞTİRİCİ İLKE ARAYIŞI
Einstein 1905'ten sonra elektromanyetik kuvvetler ile çekim kuvvetlerini aynı biçimde ele almayı olanaklı kılacak temel ilkeleri bulmaya yöneldi. Bu sonuca kısmen, 1907 ile 1916 arasında uğraştığı Genel Görelilik Kuramı ile ulaştı. Genel Görelilik Kuramı bir çekim kuramıdır; yani iki cismin bir- birine uyguladığı çekimle ilgilidir. Newton'un açıklamadan öne sürdüğü bu etkileşim kuramının yerine Einstein bir başka kuram geçirdi. Einstein'ın çalışmalarıyla, bu etkileşimin, o bölgede bulunan cisimlerin yol açtığı bir uzay-zaman eğriliği olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün yetmiş beş yaşını aşmış olan bu kuram henüz «olgular»ca yalanlanmış değildir. 1930'lar ile 1950'ler arasında son derece popüler olan (ki o dönemde bu kuramı gazete ve dergilerin «matematik» köşelerinde sıkça görmek mümkündü) Genel Görelilik Kuramı bugün astrofiziğin temel çerçevesini oluşturur. Bu kuram aynı zamanda kozmolojiyi tümden yenilemiştir.
Einstein, kuramının evrenin genel yapısını betimleme olanağını verdiğini fark etmiş ve büyük bir şaşkınlıkla evrenin hem sınırsız hem de sonlu olduğunu keşfetmiştir.
Bugün kozmoloji, Genel Görelilik Kuramı üzerinde yükselmektedir. Kara delikler, büyük patlama (big bang) ya da çekimsel dalgalarla ilgili araştırmalar, Einstein'ın 1907 ile 1916 arasında yaptığı çalışmalar sonucunda açtığı yolda ilerlemektedir. Einstein tüm yaşamı boyunca Genel Görelilik Kuramını «sevgili çocuğu» olarak nitelendirmiştir; bunun nedeni herhalde onun Özel Görelilik Kuramı gibi kolay doğmamış olmasıydı: Einstein 1911 ile 1916 arasında matematik öğrenmenin yanı sıra bu dönemde daha önce hiçbir bilgisinin olmadığı tansör çözümlemesini ve Eukleidesci olmayan geometriyi öğrenmişti. Ayrıca yalnız çalışmayı sevmesine karşın çalışma arkadaşlarından Marcel Grossmann'a başvurmak zorunda kalmıştır. Einstein bu büyük matematikçiden, geliştikçe daha çok karmaşıklaşan kuramının biçimselleştirilmesi labirentinde kendisine yardım etmesini istemiştir.
Aslında Genel Görelilik Kuramı hem yapısıyla, hem de evreni betimleme biçimiyle Einstein için ideal bir biçimi temsil ediyordu. Bu kuram esasen bir alan kuramı kavramına dayanıyordu; yani uzayın belirli bir noktasında bulunan bir cismin, çevresindeki uzay bölgesinde bir değişiklik meydana getirmesi fikrini temel alıyordu. Bu cisim bir «alan» yaratıyordu; bu alan ise onu yaratan cisim tarafından uzayın bir bölgesinde oluşturulan bir değişiklikten başka bir şey değildi. Bu muhakemenin temeli şu ilkedir: daha önceleri düşünüldüğünün tersine, uzay içindeki cisimlere karşı duyarsız değildir, yani bir cismin varlığında ya da yokluğunda uzay aynı değildir.
Görelilik anlayışına göre iki cisim arasındaki etkileşim, cisimlerden birinin diğeri üzerinde yarattığı alan etkisiyle betimlenir: birinci cisim ikincinin bulunduğu yerde onun duyarlı olacağı bir alan, yani uzayda bir değişim yaratır; ikinci de bu etkiye karşılık verir. Bu süreç karşılıklı olduğundan (birinci ve ikinci cismin yerleri değiştirilebilir), burada betimlenen bir karşılıklı etkidir, yani uzayın aracı olduğu bir tür etkileşimdir.
Böylelikle alan kavramı bir sürekli değişkenlik (kontinium) fikrine dayanır: uzay her noktasında değişikliğe uğramaktadır. Bu sürekli değişkenlik kavramı, alan kavramını hem güçlendirir, hem zayıflatır. Güçlendirir, çünkü uzayın sürekli yapıda olmasıyla, uzayda (uzay-zaman) olup biten tüm fiziki süreçlerin betimlenmesi, bir alan kuramıyla uyumlu görünür. Zayıflatır, çünkü bir sürekli değişkenlik kuramına tekabül eden «serbestlik dereceleri»nin sayısı (yani, değişkenliklerin olanaklılığı), dünyayı temsil etmek için çok fazladır; herhangi bir anda alanın, yerelleşmiş bir cisim olarak «kristalleşme- si» gerekir.
Einstein kırk yıl boyunca -ölümü- ne dek- bu sorun üzerinde, kendi ifadesiyle kafa patlatmaktan vazgeçmedi. Tüm fizik kuramlarını birleştirecek bir kuram tutkusunu terk etmedi ve sürekli olarak, 1905'te ortaya koyduğu görelilik il- kesine veya Genel Görelilik Kuramının temelindeki eşdeğerlik ilkesine benzer bir biçimde, tüm etkileşimler için geçerli olacak bir alan kuramı oluşturmaya çalıştı. İşte sık sık girişilip daha sonra vazgeçilen «birleşik kuram» geliştirme çabalarının temelinde bu yatar. Modern fizik bu tutkuyu biraz farklı bir yönden yeniden ele almıştır; çünkü Einstein'ın birleşik kuram üzerinde çalıştığı yıllarda bilinmeyen yeni etkileşimler bulunmuştur (atom çekirdeğindeki zayıf ve kuvvetli etkileşimler).
BİR YALNIZ ADAMIN KOŞUSU
İlkeler doğrultusunda izlenen yol arzulanan birleşmeye olanak vermese bile, Einstein en azından «inşa edilmiş» kuramı geliştirmeyi umuyordu, bu kuramla evreni oluşturan yapıtaşlarını ortaya koymak daha ulaşılır gözüküyordu. ışığın sürekli ortamda yayılma olanağını ortaya koyan 1905 makalesinin, aynı zamanda ışığın süreksizlik özelliğine sahip olduğunu içermesi, bu anlamdaki bir adımı oluşturuyordu. Aslında bu makale bugün fiziğin temel kuramı olan kuantum kuramının kurucu belgesi olarak da kabul edilebilir. Bu kuram, 1905 makalesinde ifade edilenlerle uyumlu olarak, evrenin temel yapıtaşlarının ya parçacıklardan ya da dalgalardan oluşabileceği düşüncesinin bir kenara bırakılmasını zorunlu kılar; ayrıca bir ölçümün sonuçlarının ancak istatistik olabileceğini öne sürer. Kuantum kuramı yalnızca olasılıkların hesaplanmasına olanak verir.
1905 ile 1927 arasında Niels Bohr, Erwin Schrödinger, Paul Dirac ve kuramın diğer « kurucu öncüleri» ta- rafından geliştirilen (bu kurucular arasında Einstein'ın adı genelde anılmaz) kuantum mekaniğinin ilkeleri özetle bunlardır. Ama Einstein'ın kuantum kuramına katkısının 1905'te yayımlanan ışığın kuantaları üzerine makalesiyle (veya 1901'de yayımlanan ve katılardaki fononlar kuramının kökeninde yer alan özgül ısı üzerine yazdığı makalesiyle) sona erdiğini düşünmek yanlış olur. Einstein, 1905'te «bulgusal» olarak öne sürdüğü ışık kuantaları varsayımını (yani Einstein bu varsayımı kesin kanıtlanmış olduğundan değil, ama kuramı iç tutarlılık nedenleriyle doğrulandığı için öne sürmüştü), daha sonraki yıllar- da tekrar ele alarak onu «bulgusal»
olmaktan kurtarıp «gerçek»liğini kanıtlamaya çalıştı. 1909'da, ışımadaki dalgalanma özelliğini inceledikten sonra ışığın doğasında bulunan bir «ikilikle», hem parçacık hem de dalga özellikleriyle nitelendirile- bileceği fikrini geliştirdi. 1916'da kuantaların yalnız enerjileriyle değil, aynı zamanda (proton ve nötron gibi tüm «gerçek» parçacıklarda olduğu gibi) hareketlerindeki nicelikle de nitelendirilebileceğini gösterdi ve böylece kuantaların gerçekliğinin kabulünde önemli bir adım attığını düşündü. Ama ışığın bu parçacık niteliğinin kanıtlanmasına yönelik deneylerde uğranan düş kınklıkları, Einstein'ı, ulaştığı sonuçları yeniden ,gözden geçirmek zorunda bırakacaktı. 1905 makalesinin temeli olan madde-ışıma benzeşimine geri dönerek, 1924'te ışık kuantalarının klasik «gerçek» parçacıklarla aynı istatistiğe boyun eğmediklerini gösterdi; ışık kuantaları çeşitli olanaklı durumlarda düzenli bir dağılım göstereceklerine, onları gruplaşmaya iten bir kuvvet varmış gibi, birbirleri üzerinde birikme eğilimine sahiptiler, bu da onların genelde bir dalga izlenimi vermesinin sebebiydi. Bu keşfin önemi göz ardı edilemezdi; lazerin ve aşın iletkenliğin bulunması, fotonlara ,özgü bu istatistiksel kuanta (Bose-Einstein istatistiği olarak bilinir) bilgisine dayanır. Bununla birlikte Einstein'ın bu alandaki çeşitli çalışmalarına rağmen, Bohr, Heisenberg, Dirac ve diğerleri tarafından temsil edilen, kuvantum kuramının geliştirilmesindeki ana akımın dışında kaldığı doğrudur. Aslında Einstein kuantum kuramının istatistiğe bağlı niteliğini kabul etmeyi her zaman yadsımıştır; bir ölçümün kuram tarafından yetkin bir biçimde öngörülemeyeceğini ya da şakayla karışık söylediği gibi «Tanrının zar atmasını» anlayamamıştır. Kuantum kuramının kurulma yılları olan 1913 ile 1927 arasında Einstein, onun onayını almaya çalışan genç araştırmacıların umutsuz çabalarına rağmen kuantum kuramına karşı eleştirel bir tavır takındı. Daha sonraları kuramın mantıksal tutarsızlığını tartışmayı bir kenara bırakacak ve karşı çıkmalarının konusu biraz farklı bir alana kayacaktır: Einstein'a göre kuantum kuramı henüz «eksiktir» (bu nedenle de «tamamlanması» için daha da derinleştirilmelidir) çünkü kesin deney koşullarında sistemin sonraki halini aynı kesinlikte verememektedir. 1927'de dönemin tüm seçkin kuantum fizikçilerini bir araya getiren Solvay Kongresi, Einstein ile Bohr arasındaki kuramsal tartışmayla fizik tarihindeki yerini alacaktır.
Einsetin'ın Nazizmden kaçarak 1935'te Amerika Birleşik Devletleri'ne iltica etmesiyle, bu tartışma yeniden alevlendi. Tartışma bu kez Kuantum kuramında «yerel olmama» (yerel olmayan etkileşim) denen bir sorun üzerindeydi. Yerel olmayan etkileşime göre, geçmişte karşılıklı etkide bulunan iki sistem üzerinde yapılan ölçümler, birbirlerinden bağımsız değildir; sistemlerden biri üzerinde yapılan ölçümler, bu iki sistem birbirinden ayrı da olsa, sanki birbirleriyle anında bağlantı kuruyorlarmış gibi ya da «haberleşiyorlarmış» gibi, bir diğeri üzerinde yapılan ölçümleri de belirlemektedir. Bu nokta kuantum kuramının kurucuları tarafından daha önce farkedilmemişti.
1935'te yayımlanan ünlü bir makaleyle (bu makalede geliştirilen düşünceler «EPR paradoksu» olarak bilinir; EPR makale yazarlarının baş harfleridir: Einstein, Podolsky ve Ro sen) fizikçiler topluluğunun dikkatini kuantum kuramındaki bu şaşırtıcı duruma yönelten Einstein'dır. O zamandan beri bu konu üzerindeki çalışmalar sürmektedir, özellikle Alain Aspect tarafından 1982'de gerçekleştirilen ünlü deneylerde belirlendiği gibi, birbirine etkide bulunmuş iki fotonun durumları gerçekten de bu etkileşimin izlerini taşımaktadır ve bunlar sonsuza dek birbirleriyle bağlantılı kalacaklardır.
Einstein tarafından kuantum kuramına yöneltilen eleştiriler genelde onu tercihinin alan kuramları yönünde olmasıyla ilişkilendirildi. Sorunun kökeninde süreksizin sürekliye olan baskınlığının söz konusu olmasına rağmen Einstein'ın kafasını kurcalayan sorun bu değildi. Einstein'a göre kuantum kuramındaki asıl kusur parçacıkların varlığını açıklayamamak ve kuantaların varlığını onları doğrulamadan ortaya koymaktır. Einstein'ın yaşamının yalnızlık içinde sona erdiğini ifade etmek pek de abartma olmayacaktır. Einstein kendisinin 1905'te ortaya koyduğu ışık kuantalarının varlığından kuşkulanan birkaç meslektaşıyla yalnızlığını paylaşmıştır. 12 Aralık 1951 tarihli bir mektubunda şöyle yazıyordu: «Elli yıldır bilinçli olarak kafa yorduğum şu soruna bir yanıt bulabilmiş değilim: Işık kuantaları nedir? Bugün çıkagelen ilk aklı evvel, onun ne olduğunu bildiğine inanıyor, ama kendini aldatıyor.»
YAŞADlĞI YÜZYILDAN KENDİNİ SORUMLU GÖREN BİR ADAM
19l9'da Kraliyet Astronomi Derneği'nin üyelerinden biri olan Arthur Eddington'un telgrafı Londra'ya ulaştığı gün Einstein döneminin en ünlü bilim adamı haline gelmişti. Arthur Eddington, o günlerdeki bir tam güneş tutulmasıyla ilgili bir araştırma kurulunun başı olarak güney yarıküreye gitmişti ve bu araştırmanın aynı zamanda Genel Görelilik Kuramının sonuçlarından biri olan ışık ışınlarının güneş çevresinde eğilmesi iddiasının doğrulanıp doğrulanmayacağının belirlenmesini de sağlayacağı umuluyordu. O dönemde, bir İngiliz araştırma kurulunun bir Almanın kuramı sayılabilecek (Einstein aslında İsviçrelidir, ama Berlin'de çalışmaktadır) bir kuramı doğrulaması, ülkeler arasında bir yumuşama umudu olarak görünüyordu. Böylece Einstein gün geçtikçe güncel bir konuma geliyordu.
Einstein bu apansız gelen ünü, yürekten desteklediği bazı konuların hizmetinde bilerek kullandı; bunlar, barış için mücadele etmek ve Avrupa'da giderek çoğalan Yahudi düşmanlığına karşı MuseviIerin yerleşebileceği bir toprak parçasının bulunması çabasıydı.
Einstein'ın siyasetle ilişkisi 1914'te Doksan Üçler denilen ve uygarlığın değerlerini (burada örtük olarak kastedilen Alman değerleridir) barbarlara karşı korumayı içeren bir bildiriyi imzalamayı reddetmesiyle başlar; bu bildiri Alman entelijansiyasının büyük bir kesimi tarafından onaylanmıştı. Genel Görelilik Kuramı 'nın tamamlanmasıyla çakışan Birinci Dünya Savaşı'nın sonu, Einstein için yoğun bir siyası etkinlik fırsatı oldu; özellikle barış ve ülkeler arası uzlaşma yönünde. Milletler Cemiyeti'nin yönetiminde bazı örgütlerin üyesi olarak, diğer ülkelerin Alman bilim adamlarına uyguladıkları boykota karşı mücadele verdi; bu ülkeler daha uygar olduklarını düşünüyorlardı. Tüm ülkelerdeki, inancı uğruna askerlik yapmayı reddedenlerin haklarını etkinlikle savundu ve Fransız-Alman uzlaşmasının ateşli bir militanı olarak mücadele verdi (1922'de Paris'e yaptığı yolculuğun başka bir nedeni yoktur). Einstein, Hitler'in 1933'te iktidara gelmesiyle tavrını tümden değiştirdi; elindeki tüm güçleri Nazizmle mücadele yolunda seferber etti. Einstein'a göre eldeki her araçla askeri olan da buna dahil-, Nazizmle mücadele etmek gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'ne yapmakta olduğu bir gezi sırasında Einstein'ın evi Naziler tarafından yağmalandı. Einstein, Almanya'ya dönmemeye ve Princeton Yüksek Araştırma Enstitüsü'nün kendisine önerdiği kürsüyü kabul etmeye karar verdi; 1933 yılının sonbaharında Princeton'a yerleşti.
1939'da Başkan Roosevelt'e yazdığı ünlü mektubuyla, ilk atom bombalarının gerçekleşmesine yol açacak araştırmalarda çalışmak istediğini bildirdi. Bunun, savaşın bitiminde Maccarthyciliğin ve soğuk savaşın gelişmesine yol açtığına üzüntüyle tanık olacak ve son yıllarını savaş çılgınlığıyla mücadele etmeye adayacaktı. Einstein'a göre barışın korunabilmesi için bir dünya devletinin kurulması gerekiyordu; bu devlet, Birleşmiş Milletler Örgütü'nden daha geniş bir güce sahip uluslarüstü bir federasyon ve silahlı kuvvetlerden sorumlu tek güç olacaktı.
Einstein, barış yanlısı etkinliklerinin yanı sıra, zamanının büyük bir kısmını Filistin'de bir Yahudi merkezi kurma fikrine ayırdı. 1921'den itibaren Hayyim Weizmann'la birlikte, Kudüs İbranı Üniversitesi'nin kurulmasına katkı sağlamak üzere Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Musevi topluluklarından yardım sağlamak amacıyla bu ülkeye gitti. Einstein, bu üniversite tasarısının gerçekleşmesi için çok çaba harcadı, hatta yüksek düzeyli bir eğitimde verilecek farklı dersleri bizzat kendi saptadı. Ayrıca, Filistin konusundaki Siyonist hareketin iç tartışmalarında etkin bir rol üstlendi; bu konuda aldığı tavırlar, ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir: Einstein her zaman, İsrail'in temellerinin atılmasının, o topraklar Araplara ait olduğu sürece sorunsuz olamayacağına işaret etmişt tir. İngilizlerin manda yönetiminin, çeşitli sorunları çözüme ulaştıracağına aşın bir güven duymuştur.
Einstein 18 Nisan 1955'te öldü; son yazısı Bertrand Russell ile birlikte kalerne aldıkları bir barış çağrısıydı.
KLASİK FİZİKÇİLERIN SONUNCUSU
Einstein bugün efsane haline gelmiş bir şahsiyettir; onun imgesi, ister reklam için olsun, isterse yaşama karşı bir tavrı belirtmek için olsun, çok kullanılmıştır. Bu efsanelerin dışında, yaptığı katkının ölçüsünü kendi etkinlik alanında aramak önemlidir: fizik alanı. Einstein ışık kuantaları üzerine 1905'te yayımladığı makalesiyle, kuantum kuramının kurucusudur. Kuşkusuz kısa süre içinde kuantum kuramına belli bir mesafeyle yaklaşır olmuştur, ama böyle bir eleştirel tavrın bilim topluluğu bünyesinde büyük kazançlar sağladığını da göz ardı etmemek gerekir; eğer Einstein bu sorunlarla uğraşmamış olsaydı, örneğin yerel olmayan etkileşim gibi sorunlar daha uzun süre fark edilmeyebilirdi. Einstein'ın, kuantum kuramını bu haliyle kabul etmeyi yadsıması, aynı zamanda fizik tarihinin onunla sona eren bir evresine de ait olduğu anlamına gelmektedir; bu- gün, fizik artık temelini oluşturan kuantum kuramı olmadan düşü-nülemiyor.
Einstein'ın bir diğer alanda da katkısı olmuştur ki, ondan sonra fizik, daha önce olduğundan farklıdır; bu alan, temel ilkelerin araştırılması alanıdır. Bugün fizik tümüyle belli sayıdaki ilkelerin kabulüne dayanmaktadır; bu ilkeler değişmezlik ya da simetri ilkeleridir. Bunlar fizik yasalarının dayandığı «üstün yasa»lardır. Bugünkü kuramsal fizikçilerin temel etkinlik alanını
oluşturan bu ilkeler Einstein'la ortaya çıkmıştır.
Gerçi Einstein'dan önceki fizik de bu ilkeleri uyguluyordu, ama deneyci yoldan yani şu ya da bu yasanın, şu değişmezlik ilkesine uyduğunun doğrulandığını öne sürerek uyguluyordu.
Einstein'dan itibaren buna karşıt bir yoldan gidilmektedir; önce değişmezlik ilkelerinin ne olacağı, daha sonra da onlardan çıkacak yasalar belirlenir. Bu anlamda bugünkü fizikçiler Einstein'ın bıraktığı mirası kullanmaktadırlar.
EİNSTEİN VE GÖRECELİK ÜZERİNE NOTLAR
1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde beş tane bilimsel bildiri yayınlandı.Bunlardan bir tanesi, Max Planck tarafından ifade edilen kuvantum kuramının yardımıyla fotoelektrik etkiyi inceliyordu.Bu bildiri ile ışığın doğası açıklanıyordu ve yazarına 1921 yılında Nobel Fizik Ödülü kazandıracaktı.İkinci bildiride Brown hareketi olarak bilinen asıltı durumundaki küçük parçacıkların davranışı anlatılıyordu.Böylece atomların var olduğunu hala kabul etmeyen kişilerin son çırpınışlarını bitiriyordu.Üçüncü bildiri ise özel bir görelilik kuramını ana hatları ile açıklıyordu.Böylece bilim tarihinde yepyeni bir görüşün kapısı aralanıyordu.
Bu bildirileri Albert Einstein kaleme almıştı.O sıralar hiçbir üniversite ile bağlantısı yoktu.Deney yapmak için herhangi bir laboratuvarda çalışma olanağı olmadığı gibi büyükçe bir kütüphaneye bile gidememişti.İsviçre’nin Bern kentinde bulunan ulusal patent bürosunda üçüncü sınıf teknik uzman olarak çalışan dar gelirli bir kişiydi.Henüz 26 yaşındaydı.
*
Aslında parasal sıkıntı,1879 yılında Almanya’nın güneyindeki Ulm’da doğduğu yılda zaten mevcuttu.Aynı sıkıntı Münih’te de sürdü.Babasının iş konusundaki ekonomik darlığı bir türlü sona ermiyordu.Bütün bu yılların olumsuz koşulları Albert’i de etkiliyordu.Üstelik 3 yaşına kadar konuşmayı öğrenememişti.Onun her türlü davranışını gözleyen birisi,bu durumda olan bir çocuğun ileride bilim dünyasını sarsacak olacağını düşünemezdi bile. İçedönük ve oyundan hoşlanmıyan bir karakteri vardı.Annesinin isteği üzerine 6 yaşındayken keman dersleri aldı.Bu dersler sayesinde edindiği klasik müzik kültürü yaşamı boyunca dinlenme zamanlarında kendisine yararlı olmuştur.Daha o yaşlarda amcalarının etkisiyle bilim ve matematikle ilgilenmeye başlamıştı. Yaşantısının ileriki dönemlerinde kaleme aldığı anılarında,daha 4-5 yaşlarında iken eline geçen bir pusula iğnesinin hep aynı yöne dönme olayını merak ettiğini yazmıştı.Gene bu anılarında 12 yaşına geldiğinde tanıştığı Eukledies geometrisi ve Pythagoras teoreminin kendisinde temel düşünceler uyandırdığını belirtmişti.Bunlar,alışılmadık olayların açıklanmasına yönelik bir eğilimi olduğunu göstermektedir.Herşeyde,görünürdeki karmaşıklığın altında mantıksal bir çözümün yattığını o zamanlar anlamış olmalıydı.
*
Münih’te bir katolik okulunda ilk öğrenimini tamamladı.Okulun tek yahudi öğrencisiydi.Aslında katı disiplin ve skolastik eğitim sistemine uyum sağlayamamıştı.Okuduğu popüler bilim kitapları ile zorunlu din derslerinin öğretileri arasında çelişki olduğunu görüyordu.Daha gençliğinin ilk aşamasında dogmatik düşünceye ve otoriter zorlamaya karşı kuşkucu bir tutum benimsemeye başlamıştı.İlköğretimden sonra liseye yazıldı.Ancak 1894 yılında babasının işlettiği elektrik atölyesi iflas etti.Aile Milano’ya göç etti.Bu durumda Einstein liseyi terk etmek zorunda kaldı.Zaten bu okulu da kesinlikle hiç benimseyememişti.
Einstein,kör-topal süren eğitimine devam etmek için İsviçre’ye gitti.Ama almış olduğu öğrenim çok zayıf olduğu için ilk üniversite giriş sınavı başarısız oldu.O yıllarda askerlik her Alman vatandaşı için mecburi bir hizmetti.Hem kişisel yapısı hem de eğitime olan isteği nedeniyle 1896 yılında Alman vatandaşlığından çıktı.
Üniversiteye girişini sağlayacak bilgi seviyesine ulaşması gerekiyordu.Diğer taraftan geçinmesini sağlayacak bir mesleğe de ihtiyacı vardı.Kısa bir araştırma sonucunda liselere fen öğretmeni yetiştiren Zürih Politeknik Enstitüsü’nü buldu.Burasının 4 yıl eğitim veren bölümüne girdi.Bu süre içinde parlak bir öğrenci görünümü vermedi.
*
Einstein,1900 yılında Zürih Politeknik Enstitüsü’nden mezun oldu.Hem burada öğrendikleri hem de bulabildiği dergi ve kitaplardan edindiği bilgilerle bilim dünyasını takip etmeye çalışıyordu.Bir taraftan da kendi düşüncelerini yazıyordu.Bu yazıların bir kısmını mezun oluşundan birkaç ay sonra Annalen der Physic dergisine yollamaya başladı.İlk bildirisinin bile konusu ilginçti,içme kamışlarındaki akışkanların fiziği üzerine düşüncelerini açıklıyordu.1902 ile 1904 yılları arasında istatistiksel mekanik alanında düşünceler geliştirdi ve bunları bildirilerine yansıttı.İçinde bulunduğu maddi şartlar bilim dünyasını takip etmede yeterli olmadığı için yazdığı yazıların ve düşündüğü fikirlerin dünyadaki gelişmelerini bilemezdi.O da tıpkı Max Planck’ın entropi konusundaki doktora tezini 1891 yılında bitirdiğinde düştüğü durumda kaldı. İstatistiksel mekanik konusu yıllar önce ABD’de Yale Üniversitesi’nden J.Willard Gibbs tarafından incelenmiş ve yayınlanmıştı.
*
Bu arada okul arkadaşlarından biri olan Macar vatandaşı Mileva Maric ile flört ediyordu.1901 yılında bir kız çocukları oldu.Çocuk evlilik dışı olduğu için onu evlatlık olarak verdiler.Gerçi iki sene sonra evlenmişlerdi,ama Einstein çocuğunu hiç göremedi.İsviçre patent bürosundaki işine 1902 yılında girdi ve orada 7 yıl çalıştı. 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde yer alan bildirilerini kaleme alırken bu durumdaydı.Bilim dünyasının fizikçileri patent bürosunda çalışan bu genç adamın söylediklerine pek önem vermediler.Bildirileri çok az ilgi çekti.Evrenin en derin sırlarından birkaç tanesini çözmüş olmasına rağmen,öğretim üyeliği için başvurduğu üniversite kendisini kabul etmedi.Öğretmenlik için başvurduğu lise bile teklifini reddetti.Bunun üzerine üçüncü sınıf uzman olarak patent bürosundaki işine devam etti.
Nihayet,1908 yılında molekül boyutlarının hesaplanmasına ilişkin çalışması sonucunda Zürih Üniversitesi’nden doktor ünvanı aldı.Böylece öğretim üyeliği görev dönemi başlamış oldu.1909 yılında Zürih’te,1910 yılında Prag Alman Üniversitesi’nde,1912 yılında yine Zürih’te dersler verdi.1913 yılında Berlin’e yerleşti. Bilimsel başarıları Almanya’da devam ediyordu.Prusya Bilimler Akademisi’nin üyeliğine seçildi. Berlin Üniversitesi’ne profesör olarak atandı. Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün fizik bölümü yöneticiliğini de üstlenmişti.
*
1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde ‘Durağan Bir Sıvı İçindeki Asıltı Parçacıklarının Moleküler Kinetik Kuramı Çerçevesindeki Hareketleri Üzerine’ başlıklı makalesi,Brown hareketi üzerineydi.1827 yılında İskoçyalı bilim adamı Robert Brown,su içinde asılı haldeki çiçektozlarını mikroskopla incelemiş ve sıvının durgun olmasına karşın çiçektozlarının sürekli ve rastgele hareket ettiğini gözlemişti.1879 yılında İngiliz kimyacı Sir William Ramsay,bu hareketlerin,sıvı moleküllerinin bombardımanından kaynaklandığını öne sürmüştü. Einstein,istatistiksel yöntemle gerçekleştirdiği çalışmalarının sonucunda, Brown hareketli bir parçacığın katedeceği uzaklığın,bu aradaki zamanın karekökü ile ters orantılı olduğunu belirledi.Böylece birim hacimdeki sıvı molekül sayısının hesaplanabileceğini göstermiş oldu.
Aynı yıl aynı dergide yayımladığı kuvantum fiziği alanındaki ilk önemli çalışması ise,fotoelektrik etkiyi incelediği ve ‘Işığın Oluşumu ve Dönüşümü Üzerine Bir Görüş’ başlıklı makalesiydi.Alman fizikçi Max Planck,kara cisim üzerinde çalışmış ve enerjinin süreksiz olduğu varsayımını ileri sürmüştü.Ona göre atomlar arasındaki enerji alış verişi,ışımanın frekansıyla doğru orantılı olarak ve kuvantum adını verdiği enerji paketleri biçiminde gerçekleşiyordu. Einstein,ışığın dalga ve parçacık özelliğindeki ikili yapısını vurguladı,bu kesikli enerji alış verişinin,ışığın maddeyle etkileşime girdiği her durumda geçerli olduğunu savundu. Fotoelektrik olayında,üzerine ışık düşen bazı cisimlerin elektron salması olgusunu da,daha sonraları foton olarak adlandırılan bu ışık enerjisi kuvantumlarıyla açıkladı.
Gene aynı yıl aynı dergide yayımladığı özel görelilik kuramına ilişkin ‘Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ adlı makalesi,elektromagnetik olguları açıklayan Maxwell yasalarına yeni bir bakış açısı getiriyordu.
*
19 yüzyılın sonlarında ışığın elektromagnetik bir dalga özelliği taşıdığı ve uzaydaki hızının da saniyede yaklaşık 300.000 km.olduğu görüşü ağırlık kazanmıştı.Bu dalgaların boşlukta ilerleyebilmesini sağlayan ve madde dışındaki tüm boşluğu dolduran esir veya eter adlı ağırlıksız,esnek bir ortamın var olduğu kabul ediliyordu.Ama esirin varlığını kanıtlamak için yapılan tüm deneyler olumsuz sonuç veriyordu. Einstein,iki nokta arasında yol alan ışığın hızının nasıl belirleneceği sorunundan yola çıktı.Bu amaçla iki temel ilke geliştirdi.Bunlardan birincisine göre,mekanik denklemlerinin geçerli olduğu her başvuru sisteminde,elektrodinamik ve optik için de aynı yasalar geçerliydi.Öteki ilke ise,ışığın,kendisini yayan cismin hareketinden bağımsız olarak, boşlukta her zaman aynı hızla yol aldığı biçimindeydi.Böylece,birbirine göre hareket halinde olan iki gözlemcinin hızları sabitse,iki ayrı yerde gerçekleşen iki olay arasında geçen süreyi aynı biçimde değerlendirmek mümkün değildir.Gözlemcilerden biri,bu iki olayı aynı anda,yani eşzamanlı olarak gördüğünde,ötekinin olayları belirli bir zaman aralığıyla gözlemesi gerekir.Eşzamanların göreliliği denilen bu olgunun nedeni,olayların gerçekleştiğine ilişkin en hızlı belirti olan ışığın hızının,her iki gözlemci için de aynı ve sonlu olmasıydı.
Einstein’ın ‘Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ adlı makalesi,içeriği ile olduğu kadar sunum tarzıyla da gelmiş geçmiş en olağanüstü bilimsel bildirilerden biri kabul edilir.Dipnot ya da alıntı yoktur.Hemen hemen hiç matematik içermez.Ortaya koyduğu sonuçlara sadece düşünerek varmıştı.
*
Görelilik asıl olarak,uzay ve zamanın mutlak olmadığını söyler,hem gözlemciye hem de gözlemlenen olguya göre değişir.Kişi ne kadar hızlı hareket ederse etsin,bu etkiler o kadar belirgin olur.Hareketimiz hiçbir zaman ışık hızına ulaşamaz.Ne kadar hızlı gidersek,dışarıdan bakan bir gözlemciye göre, giderek o kadar distorsiyona uğrarız,yani onun gözüyle bozulmuş,değişmiş,çarpılmış veya biçim değiştirmiş gibi oluruz.Bilimi halka sevdirmek isteyen kişiler böyle fikir ve kavramları anlaşılır kılmak için birtakım yöntemler aradılar.Bertrand Russel,’Rölativitenin Alfabesi’ adlı kitabında bir benzetmeye yer vermişti. Okuyucudan,ışık hızının %60’ına denk hızla yol alan,100 m. uzunluğunda bir tren düşünmesini istiyordu.Peronda durup trenin geçişini izleyen birine,tren sadece 80 m. uzunluğundaymış gibi görünür.Ayrıca trendeki herşey aynı oranda kısalıp sıkışmış gibi olurdu.Yolcuların konuşmalarını işitmesi mümkün olsaydı,sesler kulağına kalın ve çok yavaş çalınan bir plak gibi ağır gelirdi.Trendeki yolcuların hareketleri de ağır gözükürdü,hatta saatler bile normal hızlarının beşte dördü hızla işler gibi olurdu.
Ama trendeki yolcular bu distorsiyonları hiç hissetmezdi.Onlara göre trendeki her şey çok normal gözükürdü.İşin ilginç yanı sıkıştırılmış ve yavaşlamış görünen olay,peron ve peronda duran kişi olurdu.Şu halde her şey,hareket eden cisme göre hangi konumda bulunduğumuzla ilgilidir.Bu tip etkiler her hareket eden insan için geçerlidir.Uçakla uzun mesafe yolculuk yapan birisi uçaktan indiğinde,geride bıraktığı insanlardan saniyenin çok ufak bir kısmı kadar genç kalmış olur.Bütün mesele,bu değişimlerin bize göre çok küçük olmasıdır.Görelilik kavramlarının yadırganması,normal yaşantımızda bu tür etkileşimler yaşamıyor olmamızdandır.Ama bize hiç yabancı gelmeyen görelilikler de vardır.Bir parkta iken hemen yanıbaşınızda yüksek sesle çalınan bir müzik duyduğunuzu düşünün.Oradan uzaklaştığınızda müzik sesinin kısılmış gibi geldiğini duyarsınız.Elbette ses kısılmış değildir.Asıl neden,müziğin kaynağına göre sizin yerinizi değiştirmiş olmanızdır.Çok yüksek sesle çalınan müzik sesinin iki farklı gözlemci tarafından iki farklı yükseklikte algılanabileceği fikri,çok küçük olan bir canlı veya kaplumbağaya anlamsız gelir.
*
1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde Einstein’in ‘Bir Cismin Eylemsizliği Enerji İçeriğine Bağlı mıdır?’ başlıklı makalesi,özel görelilik kuramına düştüğü matematiksel bir dip not özelliği taşıyordu.Bu yazısında,bir cismin kütlesi ile enerjisinin eşdeğerli olduğunu ve bu enerjinin,cismin kütlesi ile ışık hızının karesinin çarpımına eşit olduğunu belirtiyordu.Buna göre,bir cismin hızı arttıkça kütlesinin artmasının nedeni,o cismin kazandığı kinetik enerjiydi.Her enerjinin bir kütlesi vardır.Kütle ya da madde,bir enerji biçimidir.
Enerji,serbest bırakılmış maddedir.Madde ise meydana çıkmayı bekleyen enerjidir. E=mc2 formulündeki ’c’nin karesi,yani ışık hızının kendisiyle çarpımı, son derece muazzam bir sayı içerdiği için,bu denklem bize,her maddi varlıkta çok büyük miktarda enerji bulunduğunu söyler.Öyle ki orta boylu yetişkin bir insan bedeni içinde barınan enerji,7x10 üzeri 18 jul potansiyel enerjiden az değildir.Böyle bir enerji 30 tane çok büyük hidrojen bombası kadardır. Madde içinde depolanmış olan enerji için en büyük sorun,bu enerjiyi açığa çıkarmakta henüz tam anlamıyla bilgi sahibi olmayışımızdır.Bu güne dek üretilen en enerjik olay olan uranyum bombası,maddenin serbest bırakabileceği tüm enerjinin sadece %1’i kadardır.
Einstein’in kuramı radyasyonun nasıl işlediğine de açıklama getirdi.Birazcık uranyum,durmadan yüksek düzeyde enerji akımları gönderiyor ve bunu yaparken bir buz parçası gibi erimiyordu.Bunun nedeni, E=mc2 sayesinde kütlesini enerjiye çevirmesidir.Böylece yıldızların yakıtlarını tüketmeden milyarlarca yıl yandıkları da açıklanmış oluyordu.
*
O yıllarda Avrupa ulusları arasındaki ilişkiler son derecede gergindi.Birinci dünya Savaşı patladığında eşi ve 2 oğlu İsviçre’de idiler.Ama Berlin’e dönemediler.Savaş yıllarının getirdiği zorunlu ayrılık boşanmayla sonuçlandı. Einstein,savaşa karşı pasifist bir tutum takınmış ve militarizmi eleştirmeye başlamıştı.Ancak bu hümanist ve barışçı tutumu hem akademik çevrelerde hem de kamuoyunda tepkiyle karşılanıyordu.1916 yılında yayınladığı genel görelilik kuramı bilim dünyasını yeniden sarstı.Üstelik kuramının öngördüğü deneysel kanıtlar da elde ediliyordu.Nitekim savaş bitince 1919 yılının Mayıs ayında olan Güneş tutulmasında bu kanıtlardan biri doğrulandı.Büyük kütlelerin yakınından geçen ışık ışınlarının kütleçekimi alanının etkisiyle eğileceğini söylemişti.Bu nedenle uzak bir yıldız ışığının Güneş’in kenarından geçerken yapacağı sapmanın hesapları çok az hata ile doğru çıkmıştı.
*
Einstein,çalışmalarının asıl ağırlığını,görelilik kuramını daha genel bir çerçeveye yerleştirme çabası üzerinde yoğunlaştırmıştır.Bunun için gözlemcilerin birbirlerine göre sabit değil,değişen hızlarda,yani ivmeli olarak hareket ettikleri durumda ortaya çıkan olayları araştırmaya girişmişti.Özel kuramda eksik kalan şeylerden birinin kütleçekimi olduğunun başından beri farkındaydı.Esas olarak hiç engellenmeden hareket eden maddeleri ele almıştı.Ama hareketli bir şey,örneğin ışık, kütleçekimi gibi bir engelle karşılaştığında neler olurdu?Elde ettiği kuramsal bulguları 1916 yılında ‘Genel Görelilik Kuramının Temelleri’ başlığı ile yayınladı.Bu kurama göre,uzaydaki herhangi bir noktada,kütleçekimi ile hızlanma hareketinin etkileri eşdeğerdir ve birbirinden ayırt edilemez.Bu görüş,kütleçekiminin bir kuvvet değil,uzay-zaman sürecinde bir kütlenin etkisiyle oluşan eğrilmiş bir alan olduğunu öngörür.Bu nedenle ,büyük kütlelerin yakınından geçen kuvantumlu ışık ışınlarının doğrultusunda bir sapma oluşur.
Genel Görelilik Kuramı,yalnız Newton fiziğinden değil,Eukleidesçi geometriden de kopuşu simgeliyordu.Artık eğri bir uzay-zaman tanımı ortaya çıkmıştı.
Einstein’in yeni denklemleri ile Merkür’ün günberi noktasında ortaya çıkan düzensizlikleri açıklanabilecekti.
Einstein, genel görelilik kuramını evrenin bütününe uygulayarak sonlu ve sınırsız bir evren modeli kurmuştu.Denklemlerine kozmolojik sabit diye bir unsur koydu.Ama Hubble’nin genişleyen evren modeli,onun durağan modelini geçersiz kıldı.
*
Uzay-zaman için yapılan açıklama bir benzetme ile yapılır.Üzerine demir bir top konulmuş gerili bir lastik çarşaf düşünelim.Demir topun ağırlığı,üstünde durduğu maddeyi esnetir ve hafifçe çökertip çukurlaştırır.Bu durum,demir topun yerine düşüneceğimiz Güneş gibi büyük kütleli cismin,esnek çarşaf yerine düşüneceğimiz uzay-zaman üzerindeki etkisine benzer. Güneş, uzay-zamanı esnetir veya büker.Lastik çarşafın üzerine daha küçük bir top yuvarlarsak,bu top,Newton’un hareket yasalarına uygun olarak düz bir çizgi boyunca ilerlemeye çalışır.Ama büyük kütleli cismin çöküp çukurlaştırdığı bölgeye yaklaşınca,kendisinden daha kütleli olan cisme doğru çekilip aşağıya yuvarlanır.Bu olay,kütleçekimdir.Ama,fizikçi M.Kaku’nun dediği gibi, kütleçekim diye bir şey yoktur.Gezegenleri ve yıldızları hareket ettiren etken,uzayın ve zamanın distorsiyona uğramasıdır.
*
Vardığı sonuçlara düşünerek ulaşan Einstein,herkes tarafından merak edilen bir kişiydi.Bir gün şair Paul Valery,fikirlerini kaydetmek için bir defter tutup tutmadığını sorunca biraz şaşırmış.’Hiç lüzum yok ki’ diye cevap vermiş.’Aklıma nadiren bir fikir gelir’
Göreliliğin anlaşılması çok zor bir konu olduğu her zaman ileri sürülmüştür.Bu konuyu anlayabilen insan sayısının çok az olduğu kanısı çok yaygındı. Gazetecinin biri,İngiliz astronom Sir Arthur Eddington’a şöyle bir soru sormuş:
--‘Dünyada Einstein’ın görelilik kuramlarını anlayabilen 3 kişi varmış.Bu 3 kişiden birisi siz oluyormuşunuz.Bu doğru mu?’
Sir Arthur Eddington uzun uzun düşünmüş.Sonra yanıtını söylemiş:
--‘Üçüncü kişinin kim olduğunu bulmaya çalışıyorum’
*
1919 yılında akrabalarından birisi ile evlendi.Almanya’da güçlenmekte olan ırkçılığa karşı mücadelesini sürdürürken,dünyanın her yerinden konferans davetleri alıyordu.1921 yılında,fotoelektrik etki ve kuramsal fizik alanındaki çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü aldığını öğrendi.Ancak ödülün gerekçesinde görecelik kuramı ile ilgili çabaları yer almamıştı.Bundan sonraki çalışmalarını elektromagnetizma ile kütleçekimi arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaştırdı.Birleşik alan kuramına ait bu çabaları sonuç vermeyecektir.Irkçılığa ve savaşa karşı olan mücadelesini uluslar arası toplantılarda sürdürürken 1930 yılında ABD’de konuk profesör olarak bir yıl ders verdi.1932 yılında tekrar ABD’ye gitti,ertesi yıl Hitler iktidara gelince Almanya’ya dönmedi.Aynı yıl,New Jersey’deki Princeton Üniversitesi’nde kurulan Yüksek Araştırma Enstitüsü’nde görev aldı ve ölümüne kadar burada çalıştı.
1939 yılında Alman araştırıcılarının uranyum atomunu parçalamayı başardıklarını öğrenince,başkan Roosevelt’e bir uyarı mektubu yazdı ve atom bombası yapım çalışmalarına katılmadı.1945 yılında Japonya’ya atılan atom bombasından sonra bu yeni silahın kullanılmasını önlemek için tüm gücüyle mücadele etti.Son günlerine kadar bilimsel çalışmalarını ve uluslar arası barış eylemlerini sürdürdü.1955 yılında öldü.
KAYNAKLAR:
A Short History of Nearly Everything
AnaBritannica