Grantully Castle gemisi Port Sait limanından yola çıktığında o da arkadaşlarıyla birlikte ön güverteye çıkıp, gemiyi ve etrafı seyretmeye koyuldu. Solgun bir mart güneşinin, kalın bulutların arasından şöyle böyle aydınlattığı Manzala nehrine, kuzeye doğru düzgün bir cadde gibi uzanıp giden kanalın bulanık sularına, köylere, göç için toplanmaya başlayan leyleklere baktı.
Gemiyi inceledi. Askerlikten, hele de denizcilikten hiç anlamıyordu ama en azından görünüm olarak içinde bulundukları bu teknenin sağlam, dayanıklı ve ürkütücü olduğu kesindi. Üç yıl kadar önce Glaskow’daki Barclay Curle tersanesinde kotarılan gemi, karanlık gri rengi, kıvılcımlı dumanların savrulduğu kocaman bacası ve upuzun mizina direkleriyle zaten gösterişli bir tekneydi. Şimdi ise her yanına yerleştirilmiş uzun namlulu toplar, makineli tüfekler, zırhlı taretler, kocaman cephane sandıkları, güverteden güverteye sarkan kalın zincirlerle korku veren bir savaş gemisi haline gelmişti.
Grantully, süzülerek kanaldan çıktı. Tuğla renkli kumtaşından yapılmış eski deniz fenerine bakarak son kerterizlerini yaptı. On beş derece iskele verip, ağır yolla yürümeye koyuldu. Sağa devirli pervanesinin hafifçe eğdiği gövdesindeki Birleşik Krallık bayrağı, mavili kırmızılı dalgalandı.
Keplerini havaya fırlatarak “hurra” diye bağıran askerlerin arasından ayaklarını sürüyerek geçti. Yıllarca yalınayak yürüdükten sonra ayağına geçirmek zorunda kaldığı bu çirkin ve kalın asker ayakkabılarına alışamamıştı. Şimdi iyice yükselen ve ışıkları enikonu yakıcı bir hale gelen güneşin parlattığı altın renkli saçlarını savurarak yürüdü. Upuzun boyuna, geniş alnına dökülen ışıltılı saçlarına, dışarıdaki denizin lavanta mavisi rengine benzeyen gözlerine büyük bir hayranlıkla bakan denizcilerin hiç farkında olmadan yürüdü.
Pruva yakınlarındaki baş bodoslamanın kral tahtası denen bağlantı yerine oturdu. 1913 yılında Tahitili sevgilisi Taatamata’nın ördüğü çantasından çıkardığı bir tabaka kağıdı, dikkatlice ikiye katladı. Ucunu hep sivri tuttuğu kurşun kalemle yazmaya başladı.
“İnanılmayacak kadar güzel bir şey bu, kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim, demek Galata Kulesi 15’lik toplarımızın altında paramparça olacak, demek Gelibolu denizi top gümbürtüleriyle kana boyanıp, leş gibi olacak, demek Ayasofya’nın mozaiklerini, Türk lokumlarını ve halılarını yağmalayacağım, demek ki bizler tarihte bir çağın dönüm noktasını yaratacağız, Allahım, hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım, şimdi anladım ki, çocukluğumdan beri hayatımın tek arzusu, İstanbul’a karşı askeri bir harekata katılmakmış” diye yazdı.
Sayfalar boyunca buna benzer cümleleri sıraladı ve mektubunu “bazen güneşin altında yıkanan kusursuz bir dizi çıplak erkeğin bulunduğu yıkanma yerinde, inanılmaz derecede bir güzellik bulabileceğim umuduyla sarsılıyorum” diye bitirdi.
Zarfın üzerine mektubu alacak kişi olarak ‘Denham Russell Smith’ diye yazıp kapattı ve çantasından çıkardığı bir başka kağıda, yeniden yazmaya koyuldu. Yine sayfalar boyunca sürdürdüğü mektubu, “işe başlıyoruz, hava bize bir oyun oynamazsa bir dahaki pazara kazanacağız, önümüzde iki yüz elli bin kadar Türk olduğunu duyduk, biz ise on bin kişiyiz, anlayacağın bu bizim için keyifli bir keşif gezisi olacak, bir iki saatte Türkleri geçip, Ayasofya’nın mozaiklerini seyre duracağız, ağzımızda Türk lokumları, Bizans’ın öcünü almış olmanın verdiği gururla İstanbul sokaklarında dolaşacağız” diye sonlandırdı.
İkinci mektubu yerleştirdiği zarfın üzerine Cathleen Nesbitt diye yazdı. İki mektubu bırakmak için geminin posta servis odasına doğru yürüdü. Erkek ve kadın sevgilisine yazdığı mektupları posta odasına bırakan Rupert Brooke, öğlen toplantısını haber veren tiz düdük sesini duyunca, öteki askerlerle birlikte alt güverteye doğru koşmaya başladı. Altın rengi saçları rüzgarda savruluyor, postalları ayağını sıkıyor, onları fırlatıp atmak istiyor ve biran önce resimlerde gördüğü Ayasofya’ya ulaşmayı düşünüyordu.
Geminin tüm açık ve kapalı alanlarını doldurmuş olan saldırgan sivrisineklerden biri tam bu sırada gelip üst dudağını ısırdı. Eliyle ağzını silip koşmaya devam etti. Hayallerinde Galata Kulesi, Ayasofya ve tekmil İstanbul’u zaptetmek bulunan bir adam olarak, küçücük bir sivrisinek ısırığını düşünecek değildi. Umursamadı…
İngiliz edebiyatının en önemli şairlerinden olan Rupert Chawner Brooke, 3 Ağustos 1887’de doğdu. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak iyi bir eğitim aldı. Cambridge Kral Koleji’ni bitirdikten sonra içlerinde Virginia Woolf’un da bulunduğu Bloomsbury edebiyatçılar topluluğuna katıldı.
O dönemde şiirlerinden daha çok yakışıklılığı ve cinsel yaşamındaki kargaşayla tanınan ve İrlandalı şair William Butler Yeats’ın “İngiltere’nin en yakışıklı genci” diye nitelendirdiği Brooke, özel yaşamındaki sorunlar nedeniyle bir dizi sinir krizi geçirdi. Kadınlar kadar erkeklerden de hoşlanıyordu.
Kendisine hayran olan kadınlar arasında “Rupert Brook’un en beğeneceği süveteri örme yarışması”, “Erkekler arası denize çıplak dalma yarışması”, “Kırlarda yalınayak yürüme yarışması” gibi, o dönemin İngiltere’sinde büyük tepkiler yaratan ‘eğlenceler’ düzenledi.
Durmadan yinelenen sinir krizleriyle başedebilmek için uzun gezilere çıktı. Avrupa’yı tümüyle dolaştıktan sonra Amerika, Kanada ve Meksika’ya gitti. Meksika’da bir süre kaldı. Haftalık bir gazete çıkardı. Tahiti’ye geçti ve orada Taatamata adlı bir kadınla evlendi.
Ruhsal durumu düzelir gibi olunca yeniden İngiltere’ye döndü. Güney Denizleri, Büyük Aşık ve Asker gibi en tanınmış şiirlerini yazdı. 1911 yılında yayımlanan Poets adlı kitabı tam otuz yedi kez basıldı ve yüz binden fazla satıldı. Lithuania adlı oyunu da aynı anda hem İngiltere hem de Almanya’da sahnelenmeye başladı.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca askere çağrıldı. O zamana kadar en azından ‘insancıl’ olarak tanınan Brooke, bu savaşa katılma çağrısını nedense büyük bir memnuniyetle karşıladı ve adeta koşarak gidip, deniz kuvvetlerine katıldı.
Savaş nedeniyle silahlandırılıp, askeri nakliye aracına dönüştürülen Grantully Castle gemisine bindi. Malta ve Mısır’a gitti. Port Sait limanından Çanakkale çarpışmalarına katılmak için yola çıkan gemide, Brooke sevdiklerine uzun mektuplar yazdı. Bu mektuplarda, “Ayasofya’nın mozaiklerini görmek istediğini, Türk lokumu yiyip, Türk halılarını yağma etmek için sabırsızlandığını ve Bizans’ın öcünü almak için yanıp tutuştuğunu” yazdı.
O dönemdeki erkek ve kadın sevgilileri Denham Russell Smith ile Cathleen Nesbitt’e yazdığı bu mektuplarda, “ne zaman acıktığımı, ya da uykumun geldiğini, uykusuz kaldığımı, ya da aşık olduğumu, ya da bir şiir yazma özlemini duyduğumu sandıysam, aslında gerçekten, gözü kapalı, körü körüne istediğim bu, Constantinople’a karşı bir askeri harekatmış, kendimi ilk Haçlılar gibi hissediyorum, onlar Türkleri öldürmek için yola çıktılar ve bunu başarıyla yaptılar, işte biz de böyle yapacağız” şeklinde cümleler kullandı.
Hümanist görüşleriyle tanınan, ayakkabı giymeyen, sürekli olarak kırlarda dolaşmayı seven Rupert Brooke’un niçin ansızın koyu bir savaş yanlısı olduğunun nedeni anlaşılamadı. Çanakkale’ye giderken yazdığı mektuplardan birinde, “benim Türklerle kişisel bir hesabım yok, ben sadece artık çökmesi gereken bir barbarlık döneminin batışına yardımcı olmak ve bunu görmek istiyorum” dedi.
Brooke’un hayalleri gerçekleşmedi. Bindiği geminin Çanakkale’ye varmasına iki gün kala bir sivrisinek tarafından dudağından ısırıldı. Kendisine kan zehirlenmesi teşhisi kondu. Yunanistan’ın Tris Boukes körfezinde demirlemiş olan bir Fransız hastane gemisine kaldırıldı.
Kan zehirlenmesine güneş çarpması da eklendi ve “İngiliz edebiyatının altın saçlı Apollon’u” diye adlandırılan Rupert Brooke, 23 Nisan 1915’te öldü. Skyros adasında, bir zeytin ağacının altına gömüldü.
Arkadaşları mezar taşına“Yatar burada tanrının kulu bir İngiliz teğmen/ ki İstanbul’un Türklerden kurtulması uğruna öldü” diye yazdılar.
Oysa Rupert Brooke, ne İstanbul’u ne de mozaiklerine bakmak için yanıp tutuştuğu Ayasofya’yı görebilmişti. Öldüğünde henüz yirmi sekiz yaşındaydı ve hiç lokum yememişti…
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Gemiyi inceledi. Askerlikten, hele de denizcilikten hiç anlamıyordu ama en azından görünüm olarak içinde bulundukları bu teknenin sağlam, dayanıklı ve ürkütücü olduğu kesindi. Üç yıl kadar önce Glaskow’daki Barclay Curle tersanesinde kotarılan gemi, karanlık gri rengi, kıvılcımlı dumanların savrulduğu kocaman bacası ve upuzun mizina direkleriyle zaten gösterişli bir tekneydi. Şimdi ise her yanına yerleştirilmiş uzun namlulu toplar, makineli tüfekler, zırhlı taretler, kocaman cephane sandıkları, güverteden güverteye sarkan kalın zincirlerle korku veren bir savaş gemisi haline gelmişti.
Grantully, süzülerek kanaldan çıktı. Tuğla renkli kumtaşından yapılmış eski deniz fenerine bakarak son kerterizlerini yaptı. On beş derece iskele verip, ağır yolla yürümeye koyuldu. Sağa devirli pervanesinin hafifçe eğdiği gövdesindeki Birleşik Krallık bayrağı, mavili kırmızılı dalgalandı.
Keplerini havaya fırlatarak “hurra” diye bağıran askerlerin arasından ayaklarını sürüyerek geçti. Yıllarca yalınayak yürüdükten sonra ayağına geçirmek zorunda kaldığı bu çirkin ve kalın asker ayakkabılarına alışamamıştı. Şimdi iyice yükselen ve ışıkları enikonu yakıcı bir hale gelen güneşin parlattığı altın renkli saçlarını savurarak yürüdü. Upuzun boyuna, geniş alnına dökülen ışıltılı saçlarına, dışarıdaki denizin lavanta mavisi rengine benzeyen gözlerine büyük bir hayranlıkla bakan denizcilerin hiç farkında olmadan yürüdü.
Pruva yakınlarındaki baş bodoslamanın kral tahtası denen bağlantı yerine oturdu. 1913 yılında Tahitili sevgilisi Taatamata’nın ördüğü çantasından çıkardığı bir tabaka kağıdı, dikkatlice ikiye katladı. Ucunu hep sivri tuttuğu kurşun kalemle yazmaya başladı.
“İnanılmayacak kadar güzel bir şey bu, kaderimizin bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim, demek Galata Kulesi 15’lik toplarımızın altında paramparça olacak, demek Gelibolu denizi top gümbürtüleriyle kana boyanıp, leş gibi olacak, demek Ayasofya’nın mozaiklerini, Türk lokumlarını ve halılarını yağmalayacağım, demek ki bizler tarihte bir çağın dönüm noktasını yaratacağız, Allahım, hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım, şimdi anladım ki, çocukluğumdan beri hayatımın tek arzusu, İstanbul’a karşı askeri bir harekata katılmakmış” diye yazdı.
Sayfalar boyunca buna benzer cümleleri sıraladı ve mektubunu “bazen güneşin altında yıkanan kusursuz bir dizi çıplak erkeğin bulunduğu yıkanma yerinde, inanılmaz derecede bir güzellik bulabileceğim umuduyla sarsılıyorum” diye bitirdi.
Zarfın üzerine mektubu alacak kişi olarak ‘Denham Russell Smith’ diye yazıp kapattı ve çantasından çıkardığı bir başka kağıda, yeniden yazmaya koyuldu. Yine sayfalar boyunca sürdürdüğü mektubu, “işe başlıyoruz, hava bize bir oyun oynamazsa bir dahaki pazara kazanacağız, önümüzde iki yüz elli bin kadar Türk olduğunu duyduk, biz ise on bin kişiyiz, anlayacağın bu bizim için keyifli bir keşif gezisi olacak, bir iki saatte Türkleri geçip, Ayasofya’nın mozaiklerini seyre duracağız, ağzımızda Türk lokumları, Bizans’ın öcünü almış olmanın verdiği gururla İstanbul sokaklarında dolaşacağız” diye sonlandırdı.
İkinci mektubu yerleştirdiği zarfın üzerine Cathleen Nesbitt diye yazdı. İki mektubu bırakmak için geminin posta servis odasına doğru yürüdü. Erkek ve kadın sevgilisine yazdığı mektupları posta odasına bırakan Rupert Brooke, öğlen toplantısını haber veren tiz düdük sesini duyunca, öteki askerlerle birlikte alt güverteye doğru koşmaya başladı. Altın rengi saçları rüzgarda savruluyor, postalları ayağını sıkıyor, onları fırlatıp atmak istiyor ve biran önce resimlerde gördüğü Ayasofya’ya ulaşmayı düşünüyordu.
Geminin tüm açık ve kapalı alanlarını doldurmuş olan saldırgan sivrisineklerden biri tam bu sırada gelip üst dudağını ısırdı. Eliyle ağzını silip koşmaya devam etti. Hayallerinde Galata Kulesi, Ayasofya ve tekmil İstanbul’u zaptetmek bulunan bir adam olarak, küçücük bir sivrisinek ısırığını düşünecek değildi. Umursamadı…
İngiliz edebiyatının en önemli şairlerinden olan Rupert Chawner Brooke, 3 Ağustos 1887’de doğdu. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak iyi bir eğitim aldı. Cambridge Kral Koleji’ni bitirdikten sonra içlerinde Virginia Woolf’un da bulunduğu Bloomsbury edebiyatçılar topluluğuna katıldı.
O dönemde şiirlerinden daha çok yakışıklılığı ve cinsel yaşamındaki kargaşayla tanınan ve İrlandalı şair William Butler Yeats’ın “İngiltere’nin en yakışıklı genci” diye nitelendirdiği Brooke, özel yaşamındaki sorunlar nedeniyle bir dizi sinir krizi geçirdi. Kadınlar kadar erkeklerden de hoşlanıyordu.
Kendisine hayran olan kadınlar arasında “Rupert Brook’un en beğeneceği süveteri örme yarışması”, “Erkekler arası denize çıplak dalma yarışması”, “Kırlarda yalınayak yürüme yarışması” gibi, o dönemin İngiltere’sinde büyük tepkiler yaratan ‘eğlenceler’ düzenledi.
Durmadan yinelenen sinir krizleriyle başedebilmek için uzun gezilere çıktı. Avrupa’yı tümüyle dolaştıktan sonra Amerika, Kanada ve Meksika’ya gitti. Meksika’da bir süre kaldı. Haftalık bir gazete çıkardı. Tahiti’ye geçti ve orada Taatamata adlı bir kadınla evlendi.
Ruhsal durumu düzelir gibi olunca yeniden İngiltere’ye döndü. Güney Denizleri, Büyük Aşık ve Asker gibi en tanınmış şiirlerini yazdı. 1911 yılında yayımlanan Poets adlı kitabı tam otuz yedi kez basıldı ve yüz binden fazla satıldı. Lithuania adlı oyunu da aynı anda hem İngiltere hem de Almanya’da sahnelenmeye başladı.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca askere çağrıldı. O zamana kadar en azından ‘insancıl’ olarak tanınan Brooke, bu savaşa katılma çağrısını nedense büyük bir memnuniyetle karşıladı ve adeta koşarak gidip, deniz kuvvetlerine katıldı.
Savaş nedeniyle silahlandırılıp, askeri nakliye aracına dönüştürülen Grantully Castle gemisine bindi. Malta ve Mısır’a gitti. Port Sait limanından Çanakkale çarpışmalarına katılmak için yola çıkan gemide, Brooke sevdiklerine uzun mektuplar yazdı. Bu mektuplarda, “Ayasofya’nın mozaiklerini görmek istediğini, Türk lokumu yiyip, Türk halılarını yağma etmek için sabırsızlandığını ve Bizans’ın öcünü almak için yanıp tutuştuğunu” yazdı.
O dönemdeki erkek ve kadın sevgilileri Denham Russell Smith ile Cathleen Nesbitt’e yazdığı bu mektuplarda, “ne zaman acıktığımı, ya da uykumun geldiğini, uykusuz kaldığımı, ya da aşık olduğumu, ya da bir şiir yazma özlemini duyduğumu sandıysam, aslında gerçekten, gözü kapalı, körü körüne istediğim bu, Constantinople’a karşı bir askeri harekatmış, kendimi ilk Haçlılar gibi hissediyorum, onlar Türkleri öldürmek için yola çıktılar ve bunu başarıyla yaptılar, işte biz de böyle yapacağız” şeklinde cümleler kullandı.
Hümanist görüşleriyle tanınan, ayakkabı giymeyen, sürekli olarak kırlarda dolaşmayı seven Rupert Brooke’un niçin ansızın koyu bir savaş yanlısı olduğunun nedeni anlaşılamadı. Çanakkale’ye giderken yazdığı mektuplardan birinde, “benim Türklerle kişisel bir hesabım yok, ben sadece artık çökmesi gereken bir barbarlık döneminin batışına yardımcı olmak ve bunu görmek istiyorum” dedi.
Brooke’un hayalleri gerçekleşmedi. Bindiği geminin Çanakkale’ye varmasına iki gün kala bir sivrisinek tarafından dudağından ısırıldı. Kendisine kan zehirlenmesi teşhisi kondu. Yunanistan’ın Tris Boukes körfezinde demirlemiş olan bir Fransız hastane gemisine kaldırıldı.
Kan zehirlenmesine güneş çarpması da eklendi ve “İngiliz edebiyatının altın saçlı Apollon’u” diye adlandırılan Rupert Brooke, 23 Nisan 1915’te öldü. Skyros adasında, bir zeytin ağacının altına gömüldü.
Arkadaşları mezar taşına“Yatar burada tanrının kulu bir İngiliz teğmen/ ki İstanbul’un Türklerden kurtulması uğruna öldü” diye yazdılar.
Oysa Rupert Brooke, ne İstanbul’u ne de mozaiklerine bakmak için yanıp tutuştuğu Ayasofya’yı görebilmişti. Öldüğünde henüz yirmi sekiz yaşındaydı ve hiç lokum yememişti…
Bu içeriğin kaynağı Muhalif haber sitesidir.
Ziyaretçiler için gizlenmiş link, görmek için lütfen üye olunuz.
Giriş yap veya üye ol.